Türkiye Şeriata Doğru
Türkiye Şeriata Doğruİsmail KAPLAN / KölnTürkiye'de Şeriatçı ataklar ve günlük yaşamdan Şeriat örnekleri:Çağdaş...
Türkiye Şeriata Doğru
İsmail KAPLAN / Köln
Türkiye'de Şeriatçı ataklar ve günlük yaşamdan Şeriat örnekleri:
Çağdaş yaşamı benimsemiş insanlar öncelikler de Aleviler; 2002 Genel seçimlerinde % 35 oy oranı ile tek başına iktidar olan AKP'nin Türkiye'yi nereye götüreceğini soruyorlar ve “aş, iş ve ekmek” vaatlerinden umutlanıyorlardı. Aradan geçen 7 yıl içinde artık bu sorunun cevabı kesin olarak ortaya çıkmış bulunuyor: Türkiye hızlı adımlarla Şeriata doğru götürülmektedir:
Bilindiği gibi; Şeriat düzeni insan yaşamının her alanında kendi kurallarını koyan ve o kurallara herkes tarafından uyulmasını mahalle baskısı ve gerekirse ahlak polisleri tarafından kontrol eden ve uymayanları Şeriat mahkemelerince cezalandıran –tek tek bireylerin kişisel özgürlüklerini ortadan kaldıran- bir sistemdir. Şeriat, kısaca “itikat ve imam gereğince” başlığı ile; her şey üzerine 10. yy ile 19. yy arasında oluşturulan fetvalara göre yaşamaktır. Pozitif bilimin gerekleri dahi “gavur icadı” olarak ret edilmekte ve gerekirse cezalandırılmaktadır. Günümüzde iddialı örneklerini, Suudi Arabistan, İran, Afganistan, Sudan gibi ülkelerde görmek mümkündür. Şeriat “uzlaşma ve hoşgörünün” düşmanıdır. Nasıl ki; “azıcık hamilelik” olmazsa; “ılımlı Şeriat” diye hoşgörülü bir Şeriat da mümkün değildir.
2009 Türkiye'sinde günlük yaşamdan bu süreci ortaya koyan bazı örnekler vermek istiyorum:
1- 08.08.2009 tarihli bir gazetenin 3. sayfasında Çorum'da “alkollü olduğu” gerekçesi ile cankurtaran ambulansına alınmayan ve bu nedenle ambulansı çağıran vatandaşın parasını ödediği taksi ile hastaneye kaldırılarak kurtarılan bir vatandaş üzerine küçük bir haber yer aldı. Ancak ambulansta görev yapan ilk yardım ekibi aleyhine –ayırımcılık yapmak ve görevi ihlal nedeniyle- dava açmak kimsenin aklına gelmedi.
2- İmam Hatipli Ordu Valisi Ali Kaban, devletin kurumu Diyanete bağlı camilerdeki “pisuvar”ları “itikata aykırı ve prostat kanseri yapıyor” gerekçesi ile kaldırttı. Vali hakkında soruşturma açılmadığı gibi; diğer valiler de –zaten hepsi de AKP'nin militanları- sıra ile aynı uygulamaya başlamak için hazırlar. Ayakta çiş yapmanın prostat kanseri yaptığı savı, tıp bilimine aykırı ve bilimsel kanıttan yoksun.
3- AKP yandaşı düz bir lise müdürü; alkol içilebileceği gerekçesi ile emekliye ayrılan öğretmen arkadaşının veda yemeğine –günah işlenen ortamda olmamak için- katılmıyor.
4- Son bir kaç yılda propaganda amaçlı haşema denen kapalı elbise ile, batı ve güney sahillerinde bilinçli olarak denize giren Müslüman (!) bayanlar artmış durumda ve ilk zamanlar çevreden gelen tepkiler artık kaybolmuş durumda. Yani bu duruma alışılmış.. Halbuki –gerek bu tür bayanlar gerekse de onlara eşlik eden imanı bütün (!) müslüman erkeklerin gerekçeleri ciddiye alınırsa, onların mayo ve bikinili bayanların bulundukları plajlara gitmemeleri gerekmez mi?
5- Kesin olan bilgilere göre; normal yaşamında türban takmayan genç bayanlar; belirli mahallelerde iki saat türbanlı dolaşmalarının karşılığında 10,- YTL kazanmaktadırlar. Bu propagandaya para harcanmakta ve Türkiye'deki kadınların isteyerek türban taktıkları izlenimi verilmekte ve bu sonuç yapılan anketlere yansımaktadır.
Bu türlü sayısız örnek bulabiliriz ve okurlar da bu ve buna benzer durumlarla karşılaşmışlardır. İyi niyetli bir çok kişi sadece bu görüntülere bakarak Şeriat'ın geldiği iddiasını abartılı bulabilir. Ancak Şeriatçıların yukarıda örneğini verdiğimiz ülkelerde –adım adım ama –sonuna kadar gittiklerine geçtiğimiz 30 yıl içinde şahit olduk.
Eğer Sünni ağırlıklı İslam dinini temsil edenler; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin üç ana organında (yasama, yürütme ve yargı) ağırlıkta olmasaydı; yukarıdaki örnekler tek başına Türkiye'nin Şeriata doğru yol aldığını kanıtlamazdı. Laik ve demokratik düzen ve yasaların verdiği haklarla hareket ederek gereken ihtar verilir ve caydırıcı önlemler alınabilirdi. Ancak görüyoruz ki; hem yasama hem de yürütme organları, Fetullah destekli AKP yandaşlarının elindedir. Yargı organlarındaki ağırlıkları da gelecek bir-iki yılda tamamlanmış olacaktır.
Nasıl bu duruma gelindi?
Bu duruma gelinmesindeki herkesin bildiği nedenlerden bazılarını sıralayalım:
1- 1968 sonrasında Milli Türk Talebe Birliği ile başlayan, ülkü ocakları, kuran kursları ve İslami vakıflarla devam eden ve 1980 Askeri darbe ile önü tam olarak açılan İslamlaşma hareketi.
2- 1980 sonrası Türk –İslam sentezi bağlamında planlı olarak bürokrasinin MHPli ve İslamcı kadrolar tarafından ele geçirilmesi,
3- Eğitim ve özel dershaneler üzerinden Fetullahçı kadroların yetişmesi, bunların DYP ve ANAP hükümetlerinde etkin olmaları ve devletin kilit noktalarına yerleşmeleri.
4- Diyanet yasasının imam-hatip kökenlilere sunduğu sınırsız olanaklar: Cami yapma ve yaşatma derneği kurmak ve makbuz basarak cami yapımı için bağış toplamak Türkiye'de en çok başvurulan para toplama metodudur. Bu şekilde yapılan camilere Diyanet İşleri yasası gereği imam kadrosu verilmektedir. Diyanetin sürekli imam açığı olarak kamuoyuna duyurduğu eleman açığı böyle bir sistemin sonucu oluşturulmaktadır. Sadece imam-hatip mezunu olmayıp aynı zamanda üniversite mezunu da olan bu “imam”lar 6 ay imamlık yaptıktan sonra yine devlet memurları yasasının verdiği olanaklarla devletin başka kadrolarına yatay geçiş yapabiliyorlar. Böylece herkese açık devlet memuru sınavları yapılmazken ve çoğu zaman yeni kadro verilmezken; imamlık kadrolarından devletin başka alanlarına geçiş –ama sadece imam-hatip mezunlarına- açık tutulmaktadır. Son 40 yıldır işleyen bu sistem; AKP döneminde devleti imam hatip kökenli din ağırlıklı elemanlarla doldurmak için kullanılmaktadır.
5- Milli Görüş'te Erbakan çizgisinin tersine modern görünümlü kadronun İslam şeriatına doğru “yumuşak geçiş”i benimsemesi ve Adalet ve Kalkınma Partisi olarak %10 gibi antidemokratik seçim sisteminin de yardımı ile bunu gerçekleştirmesi. 2002 de oyların % 35 ini alan Adalet ve Kalkınma Partisi, milletvekillerinin % 65 ini çıkardı. 2007 seçimlerinde oyların % 47 sini alan bu parti bu defa milletvekillerinin % 62 sini aldı. Sadece bu sayılar; seçim sistemindeki adaletsizliği açıkça ortaya koymaktadır.
6- Türkiye'nin şeriata gitmesinde, uzlaşamayan demokratik güçlerin sorumluluğu çok büyük. Öncelikle de Mart 1994 ve daha sonraki yerel seçimlerde sosyal demokrat ve liberallerin iç çekişmeleri sonucu önce büyük şehirlerde ve daha sonra küçük şehirlerde İslamcı partilerin (Refah, Fazilet, AKP) başarı kazanmaları kolaylaştırılmıştır.
7- Sosyal demokrat partiler (SHP, DSP, CHP) demokratik olmayan seçim sistemine karşı çıkmaları ve Avrupa değerlerini kendi program ve gelenekleri gereği desteklemeleri gerekirken; halkın destek verebileceği bu önemli alanları AKP ye bırakmışlardır. AKP döneminden önce, 3. Ağustos 2002 de Anayasada yapılan ve her biri Türkiye için devrim sayılabilecek “Avrupa Birliğine Uyum Yasaları”nı çıkaran partiler ve bu yasaları destekleyen çevreler; AKP'nin Avrupa Birliği üyeliğini savunmaya başlamasından sonra; Avrupa karşıtı olmaları sonucu kamuoyu desteklerini kaybetmişlerdir.
8- Dinci bir ekonomik yapının oluşması: Sadece “Anadolu aslanları” adı altında bir “dini bütün sanayi sektörü” oluşturulmadı. Bir yönetmenliğe göre, camilere 200 metre mesafe ile meyhane, kahvehane ve içki satışı için ruhsat verilmiyor. Bu demektir ki; her yeni cami açılışı ile caminin 400 metre çapındaki alanda sadece “dini bütün Müslüman” vatandaşlar işletme açabilirler. Orada bulunan diğer işletmeler (büfe, lokanta, kahvehane) Ya kapanacaklar Ya da dini bütün müşterilere hizmet verecekler. İslami ekonomik yapı böylece adım adım şehirleri fethetmiştir.
Türkiye'de, AKP'ye muhalif demokrat ve çağdaş yaşamı benimsemiş insanlar ne durumdalar?
Türkiye'de, gerek Aleviler gerekse de Sünni çağdaş yaşamı benimsemiş insanlar tam bir şaşkınlık içindeler. Çağdaş yaşamı benimsemiş insanlar, inandırıcı bir muhalefet partisinin Ya da kendilerinin destekleyebilecekleri güçlü bir sivil toplum kuruluşunun olmayışı sonucu umutsuzluk içine düşmüş durumdalar.
Türkiye'de günlük yaşamda dinin ve sadece Sünni İslam yorumunun ne kadar etkili hale geldiğini her yerde görmek ve hissetmek mümkün. Türbanlıların belirgin ve planlı gösterileri, beş vakit yüksek ezan sesleri, selamlaşmalar, alkollü içkilerin satışına getirilen kısıtlamalar bu etkilere birer örnektir.
AKP iktidarı; alışagelmiş iktidarların aksine; tek başına iktidar olma gücünü olağanüstü bir şekilde istismar ederek; yandaş medya, yandaş ekonomi, yandaş ticaret, yandaş konut kurumlarını oluşturmuştur. AKP iktidarı; devlet kurumlarını özelleştirerek sıcak paraya sahip olmakta ve kamuya ait arsalar üzerine toplu konut (TOKI) yaparak vatandaşa satmakta böylelikle de hem arsadan hem de konutlardan taze para elde etmektedir. Bu sıcak paranın önemli bir bölümü yandaş firma ve kurumlara aktarılırken; bir bölümü de göz boyamak için –buz dolabı, kömür, pirinç v.s. olarak- halka dağıtılmaktadır. Bu Ramazan ayında AKP belediye, vakıf ve camiler kanalıyla; oruç tutan vatandaşlara ulufe, yardım ve olanaklar sunmuştur.
Geçmiş iktidarlar döneminde zenginin daha zengin, fakirin daha fakirleştiği sürecin aksine; AKP döneminde; yandaş olmayan -çağdaş yaşamı benimsemiş- kesimlerin fakirleştiği ve AKP yandaşlarının kıyasıya zenginleştiği bir süreç yaşıyoruz. Türkiye'de gelmiş geçmiş hiç bir başbakan ailesi; Erdoğan ailesi gibi kendi başbakanlığı döneminde bu kadar hızlı bir şekilde ülkenin en zengin ailesi durumuna gelmemişti.
AKP; tek başına iktidar olmanın verdiği güçle modern medya ve iletişimi kullanarak hem iç politikada hem de dış politikada yeni ataklar yaparak ve muhalefeti tutucu ve gerici bir konuma itmeyi başarmıştır. Şu anda medya ve parasal avantajı olmayan ana muhalefet bir çıkmaz içine girmiştir. Bunda Deniz Baykal'ın; parti içinde bulunan değişik eğilimleri ezen ve sürekli “kendine rakip olabilecek değerli politikacıları” harcayan uzlaşmaz tutumu da önemli rol oynamaktadır. Baykal dönemi CHP'yi sürekli bölünmeye ve küçülmeye götüren bir dönem olarak tarihe geçmiştir.
Demokratlar ve Cumhuriyetçiler çaresiz ve umutsuz
AKP, çok kıvrak bir şekilde 2008 yılında “olağanüstü kapsamlı bir Ergenekon davası” oluşturarak çağdaş yaşamı benimsemiş cumhuriyetçilere karşı; ağır bir darbe vurmayı başarmıştır. Ergenekon davası, şimdiden 5.000 sayfaya ulaşan iddianame ve 500 ün üzerinde klasör dolusu belgelere (?) bakılırsa ucu açık yıldırma, yıpratma ve göz dağı vermek amacı ile oluşturulmuştur. En değerli aydınları katleden ve yıllarca “devlet içinde beslenen” ve saklanan tetikçiler de; kamuoyunu ferahlatmak ve AKP'ye olan muhalefeti parçalamak için bu dava kapsamına alınmıştır. AKP'ye karşı sözde darbe girişimcileri diye sunulan laik düzeni savunan bilim adamlarını ve aydınları, onlara yakınlığı ile bilinen Bahriye Üçok, A.- Taner Kışlalı gibi değerleri katleden gladyo karakterli oluşumları ve katilleri aynı dava içine almak “kafa karıştırmak” ve adaleti engellemekten başka bir şey değildir. AKP “mağdur” rolünün kendisine oy kazandırdığının bilincindedir ve kendisine karşı darbe planları tezgahlayarak “yeni mağduriyetler” yaratmaktadır. Haziran 2009 da sahte bir belge ile ortaya atılan“AKP ve Fetullah'ı bitirme planı” iddiasının bir tezgah olduğu ve bu amaca hizmet ettiği gün ışığına çıkmıştır. Bu tezgah AKP'ye muhalif Alevi kesimi kazanmak için de işletilmektedir. Ergenekon Davasında, Alevi liderleri koruyor görüntüsü vermek için Alevi Bektaşi Federasyonu Yöneticileri Ali Balkız ve Kazım Genç hakkında suikast iddiasına yer verilmiştir. Taraf gazetesi yazarı Alper Görmüş 'ün; bu suikast iddiasını “şimdiye kadar soruşturmaya mesafeli ve eleştirel bakan Alevi topluluğu için kırılma noktası” olarak değerlendirmesi Ergenekon davasının gerçek amacını bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu etkinin; AKP'nin Alevi çalıştayı altında yaptığı ve bir çok Alevi kesimini içine aldığı göstermelik çalışma ile daha da arttığını görmek mümkündür. Bu çalıştayların, Alevi sorunlarını çözmeyi amaçlamadığını görmemek için Ya çok saf olmak “çok saf olmak” Ya da “kendi celladı” olmak gerekmektedir. Kaldı ki; daha iki ay öncesine kadar ne Alevi sorunları ve ne de Kürt açılımı konusunda AKP'in parti programında da seçim meydanlarında bir görüşü olmuştur.
Sorunların nedenlerini ve buna bağlı olarak çözümlerini “Türkiye dışında” aramak kolaycılık ve çözümsüzlüktür.
Gerek muhalefet partilerinin sözcüleri gerekse de laik – cumhuriyetçiler; AKP iktidarının ABD'nin ve Avrupa Birliği'nin “yeşil kuşak, ılımlı İslam” gibi projelerinin sonucu oluştuğundan hareket ederek; sorunun dışarıdan kaynaklandığını ve çözümünde dışarıda olduğunu savunuyorlar. Türkiye'de halkın büyük çoğunluğu Avrupa Birliği konusunda genellikle “yandaş medya” üzerinden bilgi alabilmekte Ya da bu konuda hemen hemen tarafsız bilgiler verilmemektedir. Avrupa Birliği; Türkiye'den bakıldığı gibi “homojen ve Türkiye'nin bölünmesini isteyen emperyalist güçlerden” oluşmuyor. Bu tür Türkiye karşıtı güçler var, ancak bunlar azınlıktadır. Avrupa Birliği konusunda tarafsız ve kapsamlı bilgi verilmesi halinde; halkın Avrupa Birliği konusundaki çekinceleri büyük ölçüde giderilecektir.
Belirli bir kesim cumhuriyetçiler; uzun süre ordunun “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olan bir partiyi er geç iktidardan uzaklaştıracağını ummuşlardır. Bunun gerçekleşmemesinin nedeni de yine ABD ve Avrupa Birliğinde aranmaktadır. Çağdaş yaşamı benimsemiş milyonlar –askeri idarelerin ülkeye ne kadar zarar verdiğini bildikleri halde; çaresiz olmanın sonucu böylesi bir beklenti içine girmişlerdir. Gerek muhalefetin sorunların kaynağını dışarıda araması gerekse de güçlü sivil toplum geleneğinin gelişemediği Türkiye toplumunda; modern görünümlü muhafazakar ve dinci iktidar; tüm olanaklarla –öncelikle de medya olanakları ile- 7 yıl gibi uzun sürede bir kısım demokratları kendi saflarına çekmiş gözüküyor. Bunda sınırsız maddi olanaklar ve “çağdaş görünümlü muhafazakarlık” gibi İslamcı zihniyetin geçiş dönemindeki taktiklerin rolü çok büyüktür.
Türkiye'de demokrat kesim; uzun yıllar bilinçli olarak oluşturulan İslamcı yapay gündemlerin de etkisi ile lider ve vizyondan yoksun darmadağınık bir durumdadır. Bu durum tek tek insanlarda bezginlik, yılgınlık ve giderek kendine güvensizliği getirmektedir. Bu durumdaki bir kişi ülke sorunlarının çözümünü; örgütlenmek ve doğru bildiklerini savunmak gibi kendi vatandaşlık sorumluluğunu yerine getirmek yerine, işin kolayına kaçarak askeri darbede, dış güçlerde yani kendi dışındakilerde beklemektedirler. Bu kişilerin bir bölümü akşamcı sofralarında “geyik muhabbeti” yaparak sorunları unutarak Ya da daha da bezginlik yaratarak günleri geçiştirmeye çalışmaktadırlar.
Kendi öz gücünü harekete geçirmek toplumsal ve politik çözümlerin ilk koşuludur
Kendi öz gücünü harekete geçirmek ve demokratik ilkelerle değişik alanlarda (eğitim, çevre, kültür, ticaret, üretici, tüketici, öğrenci v.s.) örgütlenmek ve AKP'ye alternatif politikalar üretmek çözümün ilk koşuludur.
1- Almanya'da sadece “Bund der Steuerzahler” adlı “Vergi ödeyenler Birliği” sivil kuruluşun politik etkisi bile bu alanda Türkiye'de çok şey yapılabileceğinin kanıtıdır. Aynı şekilde Türkiye'deki iyi çalışan bir “Tüketiciler Birliği” AKP'nin; motorlu taşıtlardan ek vergi gibi günlük yaşamdaki bir çok alanda yapılan haksız uygulama ve soygunlarını gün ışığına çıkarabilir.
2- Alevilerin oluşturacakları bir e-mail girişimi; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararını uygulamayan AKP Hükümetinin gerçek yüzünü ortaya koyabilir ve “çocuklarının zorunlu din derslerine” katılmasını önleyen eylemlerle Alevi kimliğinin ortaya çıkmasına hizmet edebilir. Alevi çocuklarının kendi inançlarını öğrenmeleri ve kimlik kazanmaları konusunda; AABF'nin öncülüğünde verilen Almanya'daki Alevilik dersleri son derece önemli deneyimler içermektedir.
Her demokrat insan kendi yaşamı, çalışma ve meslek alanında buna benzer çözümler üretebilir ve aynı problemden etkilenen diğer insanlarla eylem birliğine gidebilir.
Alevi seçmenler Türkiye'deki 2002 ve 2007 genel seçimlerde kararsızlık ve alternatifsizlik kalmışlardır. Geleneksel sosyal demokrat partiler Alevilerin inançsal ve kültürel alanlardaki istemlerine uzun yıllar kulaklarını tıkamışlar ve seçimlerde değişik parti kademelerinde hizmet vermiş Alevi partililer, milletvekili seçilebilecek sıralara konulmamıştır. Zaten parti başkanların emri ile adayların antidemokratik biçimde belirlenmesi Alevi ve diğer sivil toplum örgütlerinde rahatsızlık yaratmıştır. İşte bu nedenlerden dolayı; özellikle Aleviler yukarıda belirtilen alternatif çizgi ve politika üreten sivil oluşumları yaratmaları Ya da var olanların içinde yer almaları gerekmektedir.
Türkiye'nin Şeriata sürüklenmesinden son derece kaygılıyız, çünkü AKP'nin çekirdek kadrosunun geçmişte demokrasiyi iktidara gelmek için bir araç olarak kullandığı ama özünde Şeriatı ve kökten dinci bir yaşam biçimini savunduğu artık ayan beyan görülmüştür.
İslamcı Şeriat düzeni; onu takip edenlere “bir kafiri Müslüman yap, cennete git” gibi kendinden olmayanlara hayat hakkı tanımayan bir düzen kurmalarını emrettiği sürece; tüm demokratların düşmanıdır.
Şeriat'tan en çok zarar görecek kesim –öğretilerine taban tabana zıt olması nedeniyle- ne yazık ki; Alevilerdir. Aleviler, Türkiye'de laik ve demokratik bir düzende Aleviliğin ve cem evlerinin ibadet yeri olarak anayasal güvenceye kavuşması, zorunlu din derslerinin kaldırılması, kabul edilmesi gibi son yıllarda tüm kamuoyuna yansıyan istemlerinin takipçisi olmalıdırlar. Aynı zamanda tüm Türkiye toplumunun sorunlarına çözümler ve alternatifler üreten itici güç olmak için var güçleri ile çalışmalıdırlar. Alevi toplumu tek başına kalsa bile, bütün gücü ile, Türkiye'de Şeriatın yerleşmesine karşı gelecektir. Türkiye'de Kürtlerin kültürel ve dile dayalı sorunların çözümünü; “72 millete bir nazarla bak” diyen Alevi toplumu en çok desteklemektedir. Ancak şu anda AKP'nin başını çektiği Kürt açılımı'nda Kürt kökenli Alevilerin inanç özgürlükleri ile ilgili en küçük bir iyileşme olmayacaktır.
Örgütlenmiş Aleviler olarak; Alevi toplumunun ve tüm Türkiye halkının insan hakları ve insanca bir yaşamı için şimdiye kadar olduğu gibi mücadelemize devam edeceğiz.
İsmail Kaplan
AABF Eğitim Sorumlusu
KAYNAK : Alevihaber.com - 30 Eylül 2009
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.