Son Alevi Esnafı

Son Alevi Esnafı

Son Alevi Esnafı, Erdoğan ÇINAR - Alevilik son beş yılda üzerine yapıştırılan hurafelerden sıyrılıp kendi özüne doğru kararlı bir yolculuğa...

A+A-

Son Alevi Esnafı

Erdoğan ÇINAR

Alevilik son beş yılda üzerine yapıştırılan hurafelerden sıyrılıp kendi özüne doğru kararlı bir yolculuğa çıktı. Bu yürüyüş önce küçük bir çevrede başladı daha sonra Alevi Entelektüel çevresi ve Alevi gençliğini bünyesine katarak hızla büyüdü..

Alevi esnafları, kendilerini Aleviliği bir başka bünyenin içinde eritip ortadan kaldırmak üzere programlamış tüccarlar, önceleri bu başlangıcın içinde bulunan o müthiş potansiyeli fark edemediler. Bu çevreler suskunluğu seçerek Alevilik içindeki bu silkinmeyi sessiz çoğunluğa duyurmadan sessizce geçiştirmeyi denediler. Ancak işler onların düşündüğü gibi gitmedi. Aleviliğin kendisine dönüş yolculuğuna katılanların sayısı arttıkça arttı.

Hal böyle olunca Alevi tüccarlarının elindeki yıllanmış yalanların alıcısı kalmadı. Telaşa düştüler. Onlar için hırçın olma zamanı başladı. Hırçınlıklarını önce Alevi sanal ortamda isimsiz tetikçiler üzerinden sergilediler. Bunda da başarılı olamadılar çünkü bu donanımsız, ezbere bulanmış sanal tetikçilere genç Aleviler internet ortamında gerekli cevapları fazlası ile verdiler.

Sanal tetikçiler de başarısız olunca ağabeylerinin meydana çıkıp hamle yapacaklarını biliyor ve bekliyorduk: Öyle de oldu.

Hazma Aksüt bir makale kaleme almış ve benim kitaplarımda yabancı kaynaklardan yaptığım çeviriler üzerinden sözüm ona ‘imla avcılığı’ yaparak öne sürdüğüm tezlerimin ‘çeviri tahrifatlarına’ dayandığını iddia etmiş .

Detay üzerinde tartışma yaratarak esası gözden kaçırmak çok bilinen ucuz bir demogoji yöntemidir. Detay tuzağına düşüp esastan ayrılmak istemiyorum ama esasa girmeden önce bu ‘dil bilmez’ imla avcısının çeviri tahrifatı isnadını –temel birkaç örnek üzerinden-cevaplamadan edemeyeceğim.

Hamza Aksüt’ün kasıtlı olarak yanlış tercüme ettiğimi öne sürdüğü kelimeler ilki; ‘synekdemoi ‘ Ben bu sözcüğü ‘rehber’ olarak tercüme etmiştim. Hamza Aksüt bu kelimenin yol arkadaşı anlamına geldiğini benim yanlış çeviri yaptığımı söylüyor. Ancak onun bilmediği bir şey var ‘rehber’ sözcüğünün aslı ‘rayber’dir. Ray yol demektir (tren rayı tren yolu gibi) Rayber yada rehber zaten yol arkadaşı anlamına gelir.

Alevi erkanı içinde rehber talibi yola hazırlayan yola götüren kişidir. Burada kasıtlı ve yanlış tercüme nerede?

İkinci kelimemiz ‘didaskolos’ Hazma Aksüt bu kelimenin ‘öğretmen’ anlamında olduğunu bu kelimeye karşılık olarak kullandığım ‘pir’ sözcüğünü kasıtlı olarak yanlış seçtiğimi öne sürüyor. Alevi erkanı içinde ‘pir’ öğreten kişi, öğretmen anlamındadır. Alevi erkanında rehber yola girişte eşlik eder ‘pir’ de yolun esaslarını öğretir. Pir öğretendir.

Bir dilden diğerine çeviri yapabilmek için her iki dili de iyi bilmek gerekir. Hamza Aksüt Türkçe’yi ve Alevi terminolojisini mi bilmiyor Yoksa kör kalabalıkları avlamak için yapılan son hamlede üzerine düşeni mi yapıyor?

Bana sorarsanız ikincisi.

Hazma Aksüt Şebinkarhisar şehrinin güneyinde bulunan ve eski metinlerde Cibossa (Sibosa) adı ile anılan şehrin bugünkü Sivas olmasına pek akıl erdirememiş görünüyor. İddiası şu Sivas’ın Bizans dönemindeki adı Sebestia idi, Cibossa’nın neresi olduğunu eski kaynaklar yazmıyor. Hamza Aksüt harita üzerinde Şebinkarahisar’ın güneyine şöyle bir göz atsa ve Sivas ve Sibosa sözcükleri arasındaki ses benzerliğini fark edebilse gerçeği görebilecektir. Cibossa Sivas’ın Bizans döneminde adı Sebestia’ya dönüştürülmeden önce kullanılan Luvi kökenli adıdır.

Hamza Aksüt’ün bir önemli itirazı da ‘church’ sözcüğünü Türkçe’ye ve Alevi terminolojisine ‘ocak’ olarak çevirmem üzerine.

Church sözcüğü Grek’çe ‘Şah ‘ anlamına gelen ‘Kurius’ sözcüğünden türetilmiştir. Bu Grekçe sözcüğün bir değişik formu ‘Kuriakon’ sözcüğünün Türkçe’deki tam karşılığı ‘Şahkulu’ dur (Bir hatırlatma yapayım burada ‘Şah’ sözcüğü hükümdar anlamında değil, Alevi erkanında kullanıldığı gibi. Hakk anlamındadır).

Şimdi bu kelimenin sözlükteki karşılıklarından birine bakalım

Church: A religious organization devoted to the worship of one or more deities

(Bir veya daha fazla ilahın ibadetine adanmış dini organizasyon).

Bu sözcük karşılığı olarak sözlüklerde karşımıza şöyle bir tanım daha çıkıyor..

Church:The visible covenant community in a particular locale or region Under the authority of elders.

(Belli bir yöreye yada çevreye özgü dedelerin otoritesi altında ikrar vermiş meri topluluk).

Bu açıklamadan sonra Alevi erkanını azıcık bilen biri İngilizce ‘church’ sözcüğünün –başka anlamlar olmakla beaber- Alevi erkanındaki ‘ocak’ teriminin tam karşılığı olduğunu da anlayacaktır.

Popüler İngilizce’de church kelimesinin Hıristiyanların ibadet ettikleri yapı ve/veya Hıristiyan cemaati anlamına geldiği hepimizin malumudur ancak eski metinlerde bu sözcük çok farklı anlamlarda kullanılmıştır.

Popüler İngilizce kitap okumak, turist rehberliği yapmak gibi günlük kullanımlar için yeterli olsa da eski metinlerin Türkçeleştirilmesinde ihtiyaçlarımızı karşılamaktan uzak kalır.

Kısır dil bilgileri ile böyle bir işe kalkışanlar, kilise’ye gitmeyi reddettikleri için Hıristiyan kilisesinin bitmek bilmeyen zulmüne maruz kalan, soykırıma uğrayan, diyardan diyara sürülen bu insanların kilise mensupları olduğunu öne sürmek gibi bir gafletin içine düşebiliyorlar.

Elimizdeki bulunan Alevi ocaklarına ait bilgiler Alevilerin yaşadığı coğrafyada yaşayan, Hıristiyanlığın ortaya çıkışı ile birlikte Hıristiyanlığa karşı amansız bir muhalefet başlatan ancak zorda kalınca ‘Asıl Hıristiyanlar bizleriz ‘ diyerek kendilerini gizleyen bir halkın örgütlü yapısının düşmanlarının dilinden anlatımıdır. Bu metin içinde yazılanlar kendi sırlarını dışarı vermeyen bu topluluğun bir düşman elçisine anlattıkları kadardır. Aleviliğin Kökleri adlı kitapta altı çizilerek vurgulandığı gibi yeterli değildir.

‘’Ortodoks kayıtlarında sapkın Hıristiyan cemaatleri olarak sayılan bu ocaklar hakkında verilen bilgilerin yetersiz ve sağlıksız oldukları kolayca tahmin edilebilir. Aşağıda dökümünü yapacağımız Alevi ocakların dışında Hıristiyanlar tarafından hiç tespit edilememiş ocaklar olabileceği gibi, anılan Alevi ocakları hakkında onlara karşı amansız düşmanlık beslemiş kaynaklardan derlenmiş bu bilgilerin bazılarının gerçek olmayıp, sürekli gizlenen bu ocakların dışarıya verdikleri yanlış bilgiler olması ihtimali de vardır.’’ ( Aleviliğin Kökleri sayfa.149)

Sicilya’lı Peter’den günümüze ulaşan metinler halkın konuştuğu dilde değil, Grekçe yazılmış ve bin iki yüz yıl sonra İngilizce’ye çevrilmiştir. Şimdi Hazma Aksüt bölge halkının hala yaşattıkları terminolojiyi yok sayarak, Metnin, Grekçe asıllarını hiç görmeden ‘turist rehberi’ rahatlığı ile ve suyunun suyu üzerinden (İngilizce’den) yapılmış tercümelerle ahkam kesmeye kalkışıyor.

Kimdir bu halk nerede yaşıyorlar ve hangi dili konuşuyorlar?

Bizanslılar onların yaşadıkları bölgeye Mananalis adını veriyorlar onları da Mananalis’liler olarak tanımlıyorlar.

Mananalis adı bölgenin yerel dildeki adının Grekçe söylenişe uyarlanmış hali. Bu ismin Grekçe’de bir anlamı yok. Bölge halkı yaşadıkları bölgeyi binlerce yıldan bu yana ‘Mameki’ adı ile tanımlıyor. Kendilerine ‘Millete Ma’ konuştukları dili de ‘Zone Ma’ diyorlar.Yani ‘Ma ülkesi , ’Ma halkı’ ve ‘Ma dili’.

Tunceli’nin köylerinde yaşlılar kendilerini yaşadıkları bölgeyi ve konuştukları dili hala bu sözcüklerle tanımlıyorlar. Bu insanlar hala bu bölgede yaşıyorlar. Hepsi soykırıma uğramadı, hepsi sürgüne gönderilmedi. Geride kalanlar varlıklarını devam ettirenler, yolunu sürdürenler var.

Bu metinler Eskimolar yada Kızılderililer’den bahsetmiyor. Anılan metinlerde anlatılan bizim hikayemizdir. Bu sebepten bu yazıları Türkçe’ye kazandırırken Alevi terminolojisini kullanmamız elzemdir. Türkçe’yi iyi bilmeden, Alevi terminolojisine vakıf olmadan ‘Kapalıçarşı İngilizce’si’ ile yollara düşmek kendini ve haddini bilmemektir..

Hamza Aksüt ‘Mameki’ halkını ‘kapalıçarşı tercümesi’ ile ve Kahpe Bizans ağzıyla St. Paul hayranları olarak niteliyor.

Bunun açıklaması kitapta var, ama nedense ilgisini çekmiyor.

‘Sürekli takiyye yapan ve kendilerini ‘asıl Hıristayanlar bizleriz’ diye tanıtan, hile ile kendilerini gizleyen Paluniler dışarıya karşı söylemlerinde kendilerinin ‘Paulikan’ olduklarını ve Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan St Paul’ün takipçileri olduklarını ifade ettiler.

Paluniler (Palu’lular ve/ veya Balabanlar) Ortodoks Kilisesi ve Bizans İmparatorluk belgelerine ‘Paulikanlar’ olarak geçtiler. Ortodoks Kilisesi’nin kayıtlarında ve lanetli vaazlarında Hıristiyanlığın heterodoks-sapkın bir kolu olarak tanımlandılar. Kayıtlarda başka bir kimlik ile anılmış olmaları onlar için trajik bir sonuç doğurdu.

Kimseler birdenbire ortaya çıkan ve hiçbir iz bırakmadan kaybolup giden bu halkın köklerinin nerede olduğu, nereden geldiklerini ve nereye gittiklerini bilemediler. Bu coğrafyanın tarihini yazanlar karmaşık anlatımları içinde onları öncesiz, sonrasız ve önemsiz bir hareket olarak kenara ittiler. Onların çocukları daha güvenli bir yaşam arzuladılar ve geçmişlerini yeni kuşaklara aktarmadılar. Yeni gelen kuşaklar zaman içinde kendi tarihlerini unuttular. Anadolu hafızasını yitirdi. Onlardan geriye kalan destan tadındaki, unutulması mümkün olmayan maceraları başkaları sahiplendiler. Büyük kahramanlar kuşağının üyeleri silinen ve yenilenen belleklerde yer bulabilmek için kimlik değiştirdiler. Aradan bin yıldan uzun bir zaman geçti. Carbeas, Aleviler arasında Hüseyin Gazi adıyla yaşamaya devam ediyor. Chrysocheir’ın kavgaları ve sevdaları Battal Gazi adıyla Anadolu’nun her köşesinde hâlâ kulaktan kulağa dolaşıp durmaktadır.’ (Aleviliğin Kökleri sayfa.162)  

Şimdi esasa gelelim.

Benim ortaya attığım tezlerden biri şu

-: Mameki ocağı yedi büyük Alevi ocağından biridir. Bu ocağın kurucusu yedinci yüzyılda yaşamış Mameki’li Silvanus’tur. Silvanus Pir Sultan Abdal olarak bildiğimiz ünlü Alevi mürşidinin ta kendisidir.

Şimdiye kadar Pir Sultan Abdal üzerine kırktan fazla kitap yazıldı Tüm araştırmacılar Pir Sultan Abdal’ı ve onun öncülüğünü yaptığı öne sürülen Alevi başkaldırısını On altıncı yüzyıl olarak tarihlediler. Osmanlı arşivlerinde ve on altıncı yüzyılda ve sonraki yüzyıllarda yaşamış Osmanlı tarihçilerinin eserlerinde böyle bir kayıt yok. Yabancı tarihçiler de böyle bir olaydan bahsetmiyorlar. Halbuki On altıncı yüzyıl öncesinde ve sonrasında ortaya çıkan tüm Alevi başkaldırıları Osmanlı kayıtlarında detaylı bir şekilde yerini almış. Hatta beş yüzelli yıl önce ortaya çıkmış Babai ayaklanması dahi pek çok yabancı kaynakta zikredilmiş

Eğer Hamza Aksüt benim bu tezimi çürütmek istiyorsa, ortaya Pir Silvanus’a ilk taşı atanın yol oğlu mu yoksa evlatlığı mı tartışması ile değil, beni yalanlayan ve Pir Sultan’ın on altıncı yüzyılda yaşadığını kanıtlayan bir Osmanlı arşiv belgesi ile çıkmalıydı.

Ben Pir Sultan Abdal ile bağlantılı olan çok önemli bir başka tez daha öne sürdüm. Dedim ki;

- Hüseyin Gazi ve Battal Gazi adları ile tanıdığımız Alevi mürşitleri ve halk kahramanları Pir Silvanus’un ardıllarıdırlar ve gerçek isimleri ‘Carbeas’ ve ‘Chrysocheir’dir. Carbeas’ın makamı Ankara’da Hüseyingazi tepesinde, Chryscheir’in makamı Eskişehir Seyit gazi ilçesindedir. Hacı Bektaşi Veli Velayetnamesi’nde Hacı Bektaşi Veli’nin Battal Gazi’nin (Chrysocheir’in) kabrini ziyaret ettiği ve onu ‘suyun başı’ yani ‘serçeşme’ olarak selamladığı ifade edilir.

Türk-İslam sentezcilerinin kanını donduran bu iddia karşısında Hamza Aksüt çıt çıkarmıyor. Çıt çıkarmıyor çünkü bu konu esastır. Onun görevi esası gözden kaçırmak kör kalabalıkları detaylar içinde boğmak.

Hacı Bektaşi Veli’yi Asyalı bir Nakşibendi şeyhi olan Ahmet Yesevi’ye bağlayarak bu ulu yolu kendi mecraından ve kendi tarihinden koparmayı amaçlayan uydurma tarih tezini çürütmüş ve şunları yazmıştım;

“Hacı Bektâş-i Veli, yaygın olarak iddia edildiği gibi ne Nakşibendî Veli’si Hoca Ahmet Yesevi’den ne de Yesevi’nin halifesi olduğu iddia edilen Lokman Parende’den ‘el’ almadı. Bir Nakşibendî Veli’si olan Hoca Ahmet Yesevi ile hiç tanışmadı. Hoca Ahmet Yesevi’nin çağdaşı bile değildi. Hacı Bektâş-i Veli doğduğunda Hoca Ahmet Yesevi’nin ölümünün üzerinden kırk yıla yakın bir zaman geçmişti. Hacı Bektâş’ın, Ahmet Yesevi’nin halifesi Lokman Parende’den el almış olması da imkânsız görünüyor. Zira Lokman Parende’nin ölümü Hacı Bektâş-i Veli’nin çocukluk yıllarına rastlıyor. Yedi-sekiz yaşlarında bir çocuğun bir Veli’den feyiz alması ve ona bağlanması düşünülemez. Üstelik Lokman Parende’nin Hacı Bektâş’ın mürşidi olduğuna dair hiçbir kanıt olmadığı gibi, bu zatın Hoca Ahmet Yesevi’nin halifesi olduğuna dair de bir kanıt yoktur. Bu iddialar Bektâşi geleneğini Nakşibendî Dergâhı’na bağlamak isteyenlerin asırlardır sürdürdükleri asılsız söylentilerdir.

Ahmet Yesevi dokuz asır önce Taşkent yakınlarında Sayram Şehri’nde doğup, 1166–67 yılında bugün Türkistan olarak anılan Yesi Şehri’nde ölmüştür. Gerek kendisine mal edilen ‘Divan-ı Hikmet’, gerek yaşadığı çevrede kendisinden sonra kaleme alınmış kaynaklar incelendiğinde, Ahmet Yesevi karşımıza yüksek bir Sunni İslam şahsiyeti olarak çıkar.’’

Bu, Hamzaa Aksüt ve benzerlerinin tezgahlarındaki malları birdenbire değersizleştiren, onların hayat damarlarını kesen bir tespittir. Kendisini on iki Alevi ocagının on iki Oğuz boyundan geldiğini ispata adamış Hamza Aksüt bu konuda da suskun çünkü bu konu da ‘esas’tır.

Benim ortaya koyduğum tezlerin en önemlisi Alevilerin –bünyesindeki bütün damarlarla birlikte- Anadolu’nun yerli halklarından oldukları ve İslam’la ilintilerinin olmadığı.

Asıl mevzuu bu. Biraz da bunu açalım.

Son yıllarda saygın üniversiteler (Stanford üniversitesi, Bari Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi) Anadolu’nun gen haritasını tespit yönünde, bilimsel çalışmalar yaptılar. Çeşitli saha çalışmaları ve laboratuar çalışmaları sonunda elde edilen sonuç şu. Asya’dan göç bir efsanedir. On birinci yüzyılda Anadolu’ya gelen Asya’lı unsurların (Türk’lerin, Çinli’lerin Afgan’ların ve Moğol’ların) Anadolu gen havuzu içindeki toplam payları sadece yüzde üç buçuktur. Bu laboratuar çıkışlı bir bilgidir ve tartışılacak yönü de yoktur.

Anadolu halkı otuz beş bin yıldan bu yana bu topraklarda yaşıyor. Alevilerin yaşadıkları coğrafya ve bu coğrafyanın etnisitesi otuz beş bin yıldır değişmedi. Onlar hep aynı topraklarda yaşadılar. Hıristiyanlığa karşı mücadele eden de onlardı. Babai başkaldırısında canlarını verenler de onlar oldular.

İnsanın DNAsı uçağın kara kutusu gibidir. Bütün geçmişi orada yazılıdır. Alevi canların son altmış bin yılları DNA’larnda kayıtlıdır. Genetik bilimi bu denli gelişmeseydi, belki kamuoyunu dilediğiniz gibi inşa edebilirdiniz. Ama artık bu mümkün değil. Sizlere geçmiş olsun.

Size bir öğüdüm ve esastan bir sitemim var; Bu sanal tarih yazma hevesinizden vazgeçin artık. Çünkü bilim sizleri yalanlıyor. Bilime karşı, aydınlığa karşı bile bile yalan söylemeye utanmıyor musunuz? Utanmıyor musunuz bir halkın geçmişini yok etmeye, hafızasını sıfırlamaya? Bu büyük insanlık suçunu işlerken hiç mi vicdan muhasebesi yapmıyorsunuz?

Aleviler sizlerin iddia ettiği gibi ‘Tanrı dağları kadar Türk’ değiller.

Üstelik Aleviler ‘Hira dağı kadar Müslüman’ da değiller

Aleviliğin islamın özü olduğu yolundaki söylemleri çok tekrar edildikleri için doğru olarak kabul etmek bilim midir? Yalanlar çok tekrar edilmekle doğru olurlar mı yada doğrular inkar edilmekle ortadan kalkarlar mı?.

Alevi esnafları Alevilik İslam’ın özüdür yalanını her gün her yerde tekrarlıyorlar.Yukarıda da belirttiğim gibi,onların hedefi kör kalabalıklar.

Alevilik ortada

- Ayin-i Cem
- On iki hizmetli
- Kırklar meclisi
- Varlığın birliği
- Semah
- Nefes,bağlama
- Dört kapı kırk makam
- Alevi ocak sistemi ve dedelik kurumu
- Dem alma
- Musahiplik
- Düşkünlük

Bu listeyi daha da uzatabiliriz bunların hangisi islamda var.Aleviliğin temel taşları İslam’da olmadığı gibi, İslam’da olan da Alevilikte yoktur. Tanrı inanışından başlayalım. Alevi erkanında inanılır ki;

Evrende bulunan her şey parçalara ayrılmış tek bir bütündür. Yaratan, bu bütünün tamamı, yaratılanlar da bu bütünün parçalarıdırlar. Yaratan, yaratılmış olan varlıkların uyum içinde birliğidir. Bir ulu nurdan (ışıktan) koparak alemlere yayılmış, evreni oluşturmuş her nesne o yüce varlığın parçası,aynı zamanda kendisidir.

Yaratan yaratılmışların dışında her şeyi denetleyen, yargılayan, ödüllendiren ve cezalandıran bir üstün irade değildir. Varlık birdir ve varlığın esası sevgidir. Varlığı yaratan ve yaratılanlar olarak ikiye bölmek ve bir parçayı diğer parçaya üstün ve amir tutmak, yaratılışın esasını, onu ayakta tutan sebebi anlamamaktır. Varlıkta ikilik gütmektir ki, bu da o ulu hikmete karşı gelmektir.

Yine Alevilikte inanılır ki;İlahi kudretin içinde büyük ve küçük yoktur. Yaratan, yaratılmış olanın içinde tüm nitelikleri ile, zaten vardır.Hakk insanda insan da Hakk’tadır. İnsan da tüm diğer yaşam biçimleri gibi kozmosun içinde kozmosun tüm niteliklerini içinde barındıran bir mikro kozmostur.Kısaca ifade etmek gerekirse; En büyük, en küçükte gizlidir.

Alevi yolu içinde bu inanış varlığın birliği –eski deyimi vahdet-i vücut ve/veya vahdet-i mevcut- olarak adlandırılır. Bu inanış Aleviliği en bozulmamış hali ile aktaran Yunus Emre’nin nefeslerinde sıkça dile getirilmiştir.

İkiliği terk et ,birlik makamını tut
Canlar canın bulasın iş bu dirlik içinde
Oruç,namaz zekat,suç ve cinayettir
Fakir bundan azattır gerçeğe erenler içinde

Yunus Emre

Nice bin yıldan beri bu nimeti yer
İkilikten geçip demedi bir

Yunus Emre

Bunların birliğe ikrarı yoktur
Bunlarda her ne olsa güzeli yoktur.

Yunus Emre

İslamiyet ise, yaradılışı açıkça yaratan ve yaratılanlar olarak ikiye böler.Alevilik bu ayırımı en büyük günah (münkirlik) sayar.Alevilik ve İslamiyet’in Allah’ına inanmaz. O halde Aleviliği nasıl İslamiyet’in bir yorumu yada İslamiyet’in özü sayacağız.

Sen saysan bile İslamiyet bunu kabul eder mi?Bir sorun bakalım İslamiyet’in bir temel inanış kalıbı da cennet ve cehennemdir.Alevilikte ölüm yoktur ki cennet ve cehennem olsun Alevi inanışına göre insanın canı sonsuz kudrettir, asla kaybolmaz. İnsanın teni ölür, canı (ruhu) ölmez. Aslolan candır. Can, kaynağını başlangıcı ve sonu olmayan ilahi kudretten aldığı ve onun bir parçası olduğu için doğal olarak ölümsüzdür. Yoktan var olmamıştır bu nedenle yok da olmaz.

Ölürse ten ölür
Canlar ölesi değil

Yunus Emre

Ko ölmek endişesin
Işık ölmez bakidir
Ölmek senin nen ola
Çünkü canın ilahidir.

Yunus Emre

Can geldiği kudret kaynağına geri dönünceye kadar kesintisiz bir devinim içinde bin bir değişik formda kendisine yeni yaşam alanları bulur ve yeniden doğuş döngüsü içinde, sürekli bir bedenden diğer bir bedene transfer olur. (Alevi terminolojisinde bu ‘Bin bir donda baş göstermek’ özdeyişi ile özetlenir ve bu sürece de devriye denir)

Bu biçimden biçime geçişlerin nihayetinde, ‘her şey aslına rücu edecektir’ ilahi yasası işleyecek ve evrende bulunan tüm varlıklar ve yaşam biçimleri gibi insan da geldiği asıl kaynağa dönerek kendisini sonlandıracaktır.

Kısaca ifade etmek gerekirse; Alevilik İslamiyet’in tanrısına da inanmaz ve öbür dünyasına cennetine cehennemine de inanmaz. Bu nedenle Aleviliğin özünü İslamiyet ile ilişkilendirmemiz mümkün değildir. Alevilik ve İslamiyet birbirlerinden esasta ayrılırlar.

Ayrıca Aleviliğin şu ana kadar ulaşabildiğimiz en eski yazılı kaynakları Sümer tabletleridir ki bunlar beş bin yıllıktır. Anadolu’da Boğazköy’de Luvi-Hitit çağından kalma dört bin yıllık Alevi Ayin-i cemini tasfir eden kabartmalar da bulundu. İslamiyet 1400 yıllık bir inanıştır.

Tarih dizini açısından da Aleviliği İslamiyet’e monte etmek mümkün değildir. Nafile bir çabadır. Bir acemi kurgusudur.

Alevilik ve İslam gece ve gündüz kadar farklıdırlar. Bu iki inanışın ayrılıklarını saymakla bitiremeyiz.

Aleviliğin kurumsal yapısı da ( Alevi Erkanı) İslamiyet ile uzaktan yakından ilişkili değildir.  

Alevi erkanı Alevi toplum yaşamının bütün alanlarına müdahale eden,bireylerinin sosyal yaşamlarını sevgi ve barış temeli üzerinde biçimlendiren geniş tabanlı bir sosyal örgütlenmedir.

Alevi erkanı aynı zamanda bünyesinde kadim sırlar saklayan ve bu sırları,kendi kurumsal yapısı içinde yetiştirdiği ‘İnsan-ı Kamil’ler aracılığı ile sonraki kuşaklara aktaran bir gizem okuludur.

Alevi erkanının iki büyük amacı vardır:

Alevi erkânının ilk amacı, topluluk üyesi ‘can’ların sosyal yaşamlarını ‘sevgi’yi ve barışı esas alarak düzenlemektir Yemin vererek topluluk içine katılan herkes sevgi toplumu içinde yaşamanın asgari gereklerini yerine getirmek zorundadırlar. Erdemli olmak,huzura ve toplumsal barışa zarar verebilecek davranışlardan uzak durmak toplumun tüm fertleri için olmazsa olmaz bir yasadır.

Topluluğun geniş tabanı, bir yemin töreni (ikrar cemi) ile topluluğun kurallarına ve disiplinlerine uymaya söz verip, topluluğun geniş bahçesine alınmış eli, dili ve beli mühürlü olarak yaşayan yeminli yurttaşlardır. Talipler adı verilen yeminli yurttaşlar kendi köylerinde, şehirlerinde yaşarlar, topluluğun rutin ibadet törenlerine (Ayin-i Cem) katılırlar, sürekli olarak mürşidin, pirin, dedenin kutsal gücünün denetiminde bulunurlar.

Alevi erkânında topluluğun tüm fertlerinin önünde ve mürşit huzurunda üç mührün sınırlarını ihlâl etmemek üzere söz verenler, topluluğun önceden belirlenmiş kurallarına uymak üzere toplumun diğer fertleri ile kefilli ve çok şahitli, bir sözlü anlaşma yapmış olurlar. Bu açıdan bakıldığında Alevi kimliği ruhani bir gücün kutsal otoritesine bağlanmış sevgi ve barış içinde yaşamayı taahhüt etmiş yeminli yurttaşlar topluluğu olarak nitelenebilir…

Alevi erkânının diğer misyonu ve asıl varlık sebebi, insanlığın uzun geçmişinde biriktirdiği (belki de başka bir kaynaktan insanlığa aktarılmış olan) kadim bilgileri (insanlığın gizli sırlarını) semboller içine saklayarak, iyi yetişmiş, yetkin, donanımlı ve erdemli bireyler aracılığı ile sonraki kuşaklara aktarılmasını temin etmektir.

Bu örgütlenme içinde, herkese her bilgi verilmez, bilgi ancak yetkin olana, hak ettikçe ve hak ettiği kadar aktarılır ki değeri bilinebilsin. Kolay ulaşılan ve yetkin olmayan elde toplanan bilginin değerini bulamayacağı, amacından uzaklaşıp ya heba olur gideceği ya da zalimin elinde kötüye hizmet edeceği düşünülür.

Alevi toplumu içinde gizli sırlar kuşaktan kuşağa olgun insanlar tarafından aktarılır. Alevi toplumunda ‘olgun insan’ (insan-ı kâmil) olmak, bireylerinin önüne ulaşılması gereken üstün hedef olarak konulmuştur. Olgun insan olmak, Alevi insanı için yaşamın ütopyasıdır. Bu özelliği nedeni ile Alevilik bir gizem okulu yada sırlar öğretisi olarak tanımlanabilir.

Alevi erkânı mensuplarının ömürlerini adayarak, gerektiğinde canlarını vererek koruma altına aldıkları ve büyük bir gizlilik içinde sonraki kuşaklara aktardıkları bilgiler, sıradan basit bilgiler ve batıl dogmalar değil, evrenin ve yeryüzünün uzak geçmişi ve insanlığın, bu gezegen üzerindeki serüveni ile ilgili çok önemli ve kaybolmaları durumunda bir daha ulaşılmaları mümkün olmayan sırlardır.

Alevi gizem okulu dört sınıflı ve kırk dereceli bir kardeşlik örgütlenmesidir. Alevi terminolojisi içinde bu okul ‘Dört Kapı Kırk Makam’ adı ile tanımlanır.

Bu kurumsal yapı ve bu sosyal örgütlenme İslamiyetin neresinde var?

Hazma Aksüt Alevi sözcüğünün Hz.Ali’den geldiğini ve Hz. Ali’nin bu yolun kurucusu olduğunu, iddia ediyorsa bunu söylentiler üzerinden değil sarih tarihi belgelerle ispat etmelidir.

Hz.Ali’nin tüm yaşamı boyunca verdiği hutbeleri, emirleri, mektupları, hikmet ve vecizeleri (Nec’ül Belaga) ve kendi yazdığı divanı ortada bütün bunların arasından Alevi geleneğine, Alevi ritüellerine, Aleviliğin kurumsal yapısına ilişkin, içinde Aleviliğin ‘A’ sı olan tek bir kelime göstersin.

Hamza Aksüt Alevilikle ilişkili tek bir kelimeyi Hz. Ali’nin yazdıklarında ve söylediklerinde bulamıyorsa diğer on bir İmamın eserlerine de baksın. Onlarda da bir şey bulamazsa sussun.

Yada pişkinliğin doruğuna çıkarak desin ki Yukarıda yazdıklarının Alevilikle ilgisi yoktur sen çevirileri tahrif ettiğin gibi Aleviliği de tahrif ediyorsun.

Hamza Aksüt Aleviliğin toplumsal belleğini sıfırlayıp onları ‘Hira dağı kadar Müslüman,Tanrı dağı kadar Türk ‘olduklarına ikna etme misyonunun son temsilcilerinden biridir. Bu misyonun üyeleri duymaktan usandığımız, o çok bilindik yalanlarını büyük bir iştahla söylerken suçüstü yakalanmışlardır. Alevileri bin yıldan beri kandıran bunlardır. Söyledikleri tarihin en büyük yalanıdır ve kökleri çok derindedir.

Artık onların yazdıkları kitaplar satmıyor, söylediklerini kimseler ciddiye almıyor. Giderek yalnızlaşıyorlar. Alevi aydınlarının onları teker teker terk etmeleri (hele hele benim kitaplarıma övgüler düzmeleri) onları umutsuzluğa sürüklemiş. Bu yüzden aşırı saldırgan olmuşlar.. Zannediyorlar ki sert bir polemik yaratırlarsa tezgahlarındaki ‘nitelikli alıcısı kalmamış mallara’ müşteri çıkar. Umut işte. Alevi esnaflarına, hamaset tüccarlarına açık davetimdir. Eğer yüreğiniz yetiyorsa ve donanımınız elveriyorsa gelin bir kurultay yapalım ve topu taca atmadan bu meseleyi ‘esas’tan masaya yatıralım.

Bütün ağabeylerinizi alıp gelin. Bana gününü ve yerini söyleyin yeter.

Kim kimi kandırıyor? Kim tüccardır, kim yalancı? Kim ak kim kara ? Belli olsun.

Hodri meydan.

Erdoğan ÇINAR
KAYNAK : Alevihaber.com - 17 Şubat 2009

Etiketler :

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.