Şiir Uyarıcı, Vurucu Bir 'Güç'tür
Şiir Uyarıcı, Vurucu Bir 'Güç'tür.Fehmi SALIK Dizeler içten okundu mu, ‘oh’ der insan. Dediğim gibi şiir, sadece...
Şiir Uyarıcı, Vurucu Bir 'Güç'tür.
Fehmi SALIK
Dizeler içten okundu mu, ‘oh’ der insan. Dediğim gibi şiir, sadece ‘duygu harmanı’nı savurmaz; düşünsel gücün de kamçılayıcısıdır o. Taşın yerinde ve zamanında gediğine konması, bu sanat gücüyle gerçekleştirilir. Düzyazı, şiirin izleyicisidir.
Sivaslı büyük usta Ali İzzet’in yıllar önce bir parti için yazdığı şu iki dörtlük, günümüzde de geçerliliğini sürdürmektedir.
Şiiri başlatan dizenin başındaki üç noktanın (…) yerine siz, yakışan bir parti adının baş harflerini koyup okuyabilirsiniz.
İşte o iki dörtlük:
“…’yi güzel bir kız sandık
Çirkin çıktı, kahpe çıktı, dul çıktı
‘Alnım açık, yüzüm ak’ dedi kandık
Yüzü kara çarşaf, başı kel çıktı
Bunların mevki kazanmak fikri
Düşünen kim bizim gibi fakiri
‘Has kumaşık’ dedi bize her biri
Kendir çıktı, keten çıktı, çul çıktı…”
Şu yerel seçimde, parti mitinglerinde, genel başkanlar birbirlerinin portresini çizip nasıl birer varlık olduklarını yurttaşlara yansıtmaya çalışıyorlar.
Özellikle üç genel başkanın, bir ipte oynayan üç cambaz gibi birbirlerinden üstünlüklerini, kabadayılıklarını, ustalıklarını kanıtlayabilmek için nasıl bir yarışa girdiklerini yakından gözlemliyoruz. Ümüğü sıkılmak istenen medya da, varsa yoksa bunları yansıtmakla yetiniyor. Sanki seçime giren başka partiler de yokmuş gibi. Şimdi düşünün isterseniz: Sabahları kimi televizyonlar, ‘basından seçmeler’de ‘Evrensel’den, ‘Birgün’den söz etmiyor hiç. İnsanda utanacak yüz olur be; bunlar gazete değil mi?
Genel başkanlar, o bilinen yarışa çıkmışlar. Ellerinde halkın kangren olan yarasını deşecek bir neşterleri yok bunların; açılmış yaralara sürülecek merhemleri yok. Aç karınları doyuracak nimetleri yok. Sadece halkı sürü yerine koyup bir avuç geçici tuz yalatma çabası içindeler. “Şunu şunu yaparsam, işsizliği ortadan kaldırırım” diyemiyorlar. ‘Şunun şunun’ neler olduğunu bilmiyorlar. Bir ‘proje’ sözcüğüdür tutturmuşlar gidiyor. Birinin söylediğini bir başka gün, bir başkası, allayıp pullayarak halka satmaya kalkışıyor. Söylenenlerin tümünün içinde bir ceviz kabuğunu dolduracak gerçeklik yok. Yani palavra çok, söylenenlerin gerçekleşeceğine özgü bir umut yok.
Parti liderleri, birbirlerine söylediklerinin yetersiz kaldığını anlayınca, bu kez başka kapıları çalmaya başlıyorlar; yargıya gidiyorlar. Eleştiriye dayanma güçleri sıfırlaşıyor.
Bekliyorlar ki her söylediklerini halk, kuzu kuzu dinlesin. Dinliyorlar da nitekim. Kırmızı plakalı arabalarla, bir bölük korumalarla camilere namaz kılmaya gittiklerinde istiyorlar ki halk, onları alkışlasın; bunun yanlışlığını kimse dile getirmesin. Öyle de oluyor nitekim: “İbadetin de kabahatin de gizli”liğini bilen halk, böylelerini hem alkışlıyor, hem de susup kalıyor. Onlar gemilerini deryalarda keyfince yüzdürürken, halkın işsizlikten soluğu kesiliyor. Pırlanta gerdanlıklar, onların ak gerdanlarını süslerken; zümrüt/yakut küpeler, meme kulaklarda sallanırken; emekli memurlar, başbakanlığın önünde adam gibi yaşayamadıklarını ileri sürerek şakaklarına çifte tabanca dayıyor. Öğretmenin eşi, doğum sancısı içinde hastane hastane, kent kent dolaşıp dururken; onlar Amerika’larda padişahlar gibi ağırlanıp tedavilerini ailecek yaptırabiliyorlar.
Evet, istiyorlar ki, bir yazımda da belirttiğim gibi, herkes gözünü kapatsın, kör olsun; kulağını tıkayıp sağırlaşsın; dilini kesip ‘lal’ olsun. “Hayır, biz böyle olmak istemiyoruz” diyenler çıkınca da bu kez onlar, böylelerini ‘kör, sağır, lal’ etmek için ne gerekiyorsa, onu yapıyorlar. “Hem suçlu, hem güçlü” görünümü sergiliyorlar; sorgulamadan, eleştiriden kaçıyorlar hep.
Tarihte bu ‘eleştiri harmanı’ büyük bir yer tutar. Şairlerin birbirlerine; şairlerin/yazarların, siyasetçilere; devlet adamlarına; padişahlara söylemedikleri ağır sözler kalmamıştır. Nerde o tür kişileri bulacaksınız ki bugün. Günümüz şair ve yazarları, ya da komedyenleri, (hemen hemen tümü) meyhanelerde birer ‘tek’ atmaktan, başlarını kaldıramıyorlar. Kimileri de aylık gelirlerini 100 milyarın (eski tanımla) üstüne çıkarabilmek için ‘siyasal erk’in önünde iki kat oluyor. Bunlar mı iktidarı eleştirecek; hicvedecek?
İnsan, bizim siyasetçilerimizin bugünkü tutumunu görünce; birbirlerini yargıya taşıdıklarına tanık olunca; geçmişte birbirine saldıran, birbirlerini acımasızca eleştiren, (hicveden) şairlerin/yazarların, siyasetçilerin hoşgörülü tutumlarına daha çok saygı duyuyor.
Bunları burada uzun uzun yazıp zamanınızı çalmak istemiyorum. Ancak eleştirinin ve dayanma gücünün ağırlığını ve oranını ortaya koymak için iki şairden iki örnek vermekle yetineceğim.
Şu “Hüseyin Üzmez” adındaki adamın vurduğu Ahmet Emin Yalman için Nâzım Hikmet, bakın nasıl bir şiir yazmış:
“Selanikli Osman Efendi
Keskin muhasebecilerdendi
Ama o da yanıldı ömründe bir kere
yanlış bir tohum atıp rahm-i madere
Bu tohum dünyaya çıkıp insan biçimi aldıysa da
boyu bir karış kaldıysa da
Öyle haltlar yedi, öyle işler karıştırdı ki
Sövdüler kabrinde bile babası Osman Efendi’ye
Osman Efendi, Ahmet Emin adını takmıştı tohumuna
Ahmet Emin, ‘Yalman’lığı kattı buna
Ve Ahmet Emin Yalman
Önce Alman oldu, sonra Amerikan
Ona göre her devirde, her zaman
Satılacak bir gazeteydi ‘Vatan’
Ve hazret sattı vatanı
Hapse atacaklarmış Ahmet Emin Yalman’ı
Amerika’ya yaranmaktaki rekabet yüzünden
Hapisteki hırsızlara acıyorum ben
ahlakları bozulacak
Emin Bey’le aynı damda yaşayarak…”
Bir dörtlük de Neyzen Tevfik’ten:
“Şu bizim dönme dolap Ahmet Emin
Din ü imanımıza çatmadadır
Başımız ağrımaz etsek de yemin
Vatanı on kuruşa satmadadır…”
“Vatan” Ahmet Emin’in çıkardığı bir gazetedir. Gazetenin değeri on kuruştur o zaman. Burada amaç başkadır.
O zamanki adamlarla günümüzdekilerin dayanma gücünü kıyaslayın artık…
Fehmi SALIK / Alevihaber.com - 7 Mart 2009
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.