NEVAL OĞAN BALKIZ / BirGün
Romanlar, Fransa’dan sınır dışı ediliyor. Hollanda da aşırı sağ görüşlü milletvekili, İslam karşıtı açıklamalar yapmayı sürdürüyor. İsveç‘te aşırı sağ görüşlü parti, göçmen karşıtı söylemleri ile, tarihte görülmeyecek bir başarıyla Parlamentoda temsil hakkı kazanıyor. New York’ta cami yapma tartışmaları, farklı inançlara sahip kesimleri karşı karşıya getiriyor. Almanya’da Thilo Sarrazin adlı banka yönticisi; “Almanya Kendi Kendini Yok Ediyor” başlıklı kitabında, çok fazla göçmene -Türk’e- kültürel kimliklerini koruma izni verildiği için, Alman ulusunun tehdit altında olduğunu iddia ediyor. Yaşananların yarattığı tartışmalar, çokkültürlülük, ayrımcılık, nefret suçları gibi kavramlar ekseninde sürüyor. Bütün bu olaylar karşısında toplum olarak bizler, “ayrımcılık” ve nefret kavramlarının dışsal bir olgu, toplumsal ve coğrafi sınırlarımızın dışında, bizden uzak bir gerçeklik olduğunu düşünüyor, düşünsel bir soyutlama ile, yanı başımızda yaşanan benzer olgu ve olayları tanımlamaktan kaçıyoruz.
‘EŞİT YURTAŞLIK HAKKI’
Aleviler, her kesimden demokrat insanların da katılımıyla, son bir ay içerisinde Ankara, İstanbul ve İzmir’de “din dersinin zorunlu olmaktan çıkarılması” ve “eşit yurttaşlık hakkı” talebiyle eylemler gerçekleştirdi. Bu eylemlerde; ayrımcılık uygulamalarının ve mevcut haliyle yurttaşlık kavramı ve uygulamasının bir demokrasi ve haklar sorunu olduğunu, sadece kendileri için değil tüm toplum kesimleri için yakıcı sonuçlar yarattığını dile getirdiler ve çözüm istediler. Ancak hükümet ve bazı kesimler; dile getirilen talepleri tarihsel, yapısal, siyasal tüm toplumsal koşullarından amaçlı bir şekilde koparıyor. Devletin örgütlenmesi ve işleyişine ilişkin olan yönünü örtmeye çalışıyor. Sistem ile herhangi bir ilişkisi olmayan, soyut, öznel, kendi içine dönük basit bir söylem çerçevesinde anlamayı ve anlatmayı ısrarla sürdürüyor. Böylece; Alevilerin dile getirdikleri talepler ve devletten gerçekleştirmesini istedikleri koşulların yalnızca Aleviler için değil, tüm yurttaşlar için demokrasi, laiklik ve insan haklarının gereklerinden olduğu görülmüyor. Sorun, bütün alanlarda gerçek temelinden uzaklaştırılarak, yapay bir kurgu temelinde ele alınıyor. Hükümet ve bazı kesimlerin yorumlarında bu tutum açıkça ortaya çıktığı gibi, ayrıca tehlikeli bir eğilim de kendini sezdiriyor. Alevilerin 9 Kasım 2008’de Ankara’da yaptıkları geniş katılımlı kitlesel miting öncesinde, Hükümet Sözcüsü Devlet Bakanı’nın, “sorunun çözülmemesi halinde; bir güvenlik problemi haline gelme potansiyeli taşıdığını” belirtmesi, karşılığını bulmuş gibi görünüyor. Diyanet İşleri Başkanlığı Stratejik Plan Belgesi’nin tehditler bölümünde; “zorunlu din derslerinin kaldırılmasını isteyenlerin (Alevilerin -ve diğer laik demokrat kesimlerin- kendilerinin!) Kurumun varlığına yönelik bir tehdit oluşturduğu düzenlenmiş bulunuyor. Laik çağdaş demokrasilerde benzeri olmayan, hiçbir hukuki, ahlaki ve felsefi meşru temeli bulunmayan bu düzenleme, asıl “eksen kaymasının” ne olduğunun delilini oluşturuyor. Aynı zamanda; geleneksel hâkim anlayışın, meşru hukuk çerçevesinde yapılan hak temelli yasal bir talebi ve talep sahiplerini bile; her zaman, her araç ve söylemi kullanarak potansiyel bir güvenlik sorununa indirgeyebileceğini, talep sahiplerini “marjinal” bir karşı taraf ilan edebileceğini, en nihayetinde; sınırlanması ve gerekirse her yöntem ile baskılanması gerekli bir unsur olarak tanımlayabileceğinin örneğini oluşturuyor. Böylece hâkim anlayışın bizzat kendisinin her kesim için ne kadar ciddi bir “tehdit” olabileceği ortaya çıkıyor.
ALEVİLER NE İSTİYOR?
Aleviler ve diğer demokrat kesimler bu tehdidi görüyorlar. Alanlara çıkıyorlar:
» Demokrasi ve gerçek anlamda laiklik istiyorlar. Laiklik ilkesinin gereğinin; “bir devlette; toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde, hukukun oluşturulmasında, kamunun yönetiminde ve siyasal kararlarda herhangi bir dinin, inancın –yurttaşların çoğunluğunun dininin de– hesaba katılmaması olduğunu” biliyorlar. Bunun gereği olarak; “1980 sonrasında, dinin millet tanımında yer almasıyla geliştirilen ve milleti oluşturan fertlerin aynı dine inanmalarının objektif bir faktör olduğunu temel alan; “Türkiye’de yaşayan tüm fertler milletin parçasıdır, fakat dini düzlemde bazıları diğerlerinden daha fazla milleti meydana getiren gruba dahildir” şeklinde özetlenebilecek, söylem düzeyinde içerici ama pratikte dışlayıcı, dine dayalı özcü yaklaşımın” terk edilmesini istiyorlar. Yurttaşlığın da; tabiyet ilişkisine indirgeyen anlayışla değil; “hukuki, siyasi ve sosyal haklar boyutu olan, siyasal bir etkinlik ve hukuki bir statü şeklinde yeniden tanımlanmasını ve bu hakların kullanım olanaklarını eksiksiz şekilde, tüm yurttaşlar için, hiçbir ayırım gözetmeden, eşit şekilde sağlanmasını talep ediyorlar. Dolayısıyla; yurttaşların kişiler olarak, dinlerinin olmasının, çoğunluğun mensubu olduğu dinden farklı dinlere, inançlara sahip olmasının veya bir dine sahip olmamasının, yurttaş olarak onların devletle ilişkilerinde bir fark yaratmamasını istiyorlar.
Toplumu din merkezli bir sosyal dönüşüme tabi tutan, laikliğe aykırı uygulamalara karşı çıkıyorlar. Yapısı işlevi ve olanaklarıyla, belli bir dine hizmet kurumu haline gelen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını istiyorlar. İlk ve ortaeğitim kademelerinde, değer eğitiminin inanç temelinde İslami terminoloji değil, bilim ve değer felsefesi temelinde verilmesini istiyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu’nun otistik çocukların eğitim merkezlerinde uygulanacak yeni ders çizelgelerine, bir saatlik zorunlu din dersi koymasını anlayamıyorlar. İlköğretim ve liselerde zorunlu okutulan din derslerine, pedagojik eğitimi bulunmayan ve öğretmen olmayan imamların girmesi uygulamasına, derhal son verilmesini istiyorlar. Manavgat ilçesi Fatma Turgut Şen İlköğretim Okulu’nda yaşanan örneğin tekrarlanmamasını, ilk ve orta öğretimde din derslerine kızların örtülü, erkeklerin takkeli alınmasının önüne geçilmesini, gerekli tedbirlerin alınmasını istiyorlar. Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde imamlığı teşvik etmek için imamevleri açma projesi yerine, işsizliğe çözüm oluşturacak sosyal ve eğitim projelerine bütçe ayrılmasını ve bunların hayata geçirilmesini talep ediyorlar. Mahalle imamlığı yerine, sosyal hizmet uzmanı ve pedagogların hizmet vereceği; “Mahalle Sosyal Toplum Merkezleri” açılmasını istiyorlar.
» Ayırımcılığın “kendi başına bir insan hakları ihlali olmakla birlikte, uygulanan hali ile insan haklarını yaratan temel değerlere yapılmış topyekûn bir saldırı” olduğunu vurguluyorlar. İnsan hakları ve yurttaş haklarına sahip bireyler olarak, kendilerine (ve hangi nedenle olursa olsun diğer kişi ve kesimlere) yönelik her türlü ayrımcı uygulamanın sona erdirilmesini; “siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel veya kamusal yaşamın herhangi bir alanında, insan hakları ve temel özgürlüklerin kendilerine (ve herkese) eşit ölçüde tanınmasını ve ayrımcılığa uğramama haklarının yasal güvenceye alınmasını istiyorlar. Temel hak ve özgürlüklerden yararlanmalarını kaldıran, zayıflatan veya güçleştiren herhangi bir ayrıma, dışlamaya, kısıtlamaya veya ayrıcalığa maruz kalmayı artık reddediyorlar. Hak ve özgürlüklerin tanınması, kullanılması ve yararlanması esnasında, karşılaştırılabilir benzer durumlarda muamele edildiğinden, edilmiş olduğundan veya edileceğinden daha az elverişli davranışlarla karşılaşmak istemiyorlar.
Devletin, idarenin tüm gerçek ve tüzel kişilerinin her türlü eylem, işlem ve uygulamalarında, hak ve özgürlüklerden yararlanmak bakımından dezavantajlı bir konuma sokulmayı reddediyorlar. Kamu kurum ve kuruluşlarınca genel bir eylem, işlem veya düzenleme hazırlanırken; belli koşulları ve özellikleri nedeniyle farklı ihtiyaçlarının dikkate alınmasını ve bunun için koruma sağlanmasını, yasal düzenleme yapılmasını veya ihmal edilmemeyi talep ediyorlar.
Bu anlamda öncelikle; Anayasanın 24. Maddesinin 4. fıkrasında yer alan “Din Kültürü ve Ahlak Öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır” hükmünün kaldırılmasını, bu dersin zorunlu olmaktan çıkarılmasını talep ediyorlar. Bu uygulamanın Türkiye’nin onayladığı uluslararası sözleşme hükümlerine (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 9. ve Ek 1. Protokol 2. maddesi; Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi 18. ve 27. maddeleri ile; Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 29 ve 30. madde hükümlerine ve etik uygulama ilkeleri niteliğindeki Birleşmiş Milletlerin 1981 tarihli “Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması” Bildirgesi’nin 5/2 maddesindeki; “ Çocuk …ana babanın ya da yasal vasisinin isteklerine karşı din ve inanç öğretimi almaya zorlanamaz” şeklindeki hükmüne) aykırı olduğunu biliyorlar. Ve bu aykırılığı tespit eden, İdare Mahkemeleri ve Danıştay kararları ile, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının hükümet tarafından derhal uygulanmasını ve gereklerinin yerine getirilmesini talep ediyorlar.
AİHM’İN TESPİTLERİ
Zira, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 9.10.2007 tarihli Zengin/Türkiye davası kararında, tartışmaya mahal vermeyecek, din alimlerinin, ilahiyatçıların ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görüşüne ve izahına! gerek duyulmayacak(?) derecede net ve yeterince açık olarak şu tespitleri yapıyor: “Din kültürü ve ahlak bilgisi dersinde verilen öğretim; objektiflik ve çoğulculuk kriterlerine ve ayrıca başvurucunun Alevi inancına sahip babasının dini ve felsefi inançlarına saygılı olma gereğini karşılamıyor. (Çünkü) Ana ve babanın kendi dini ve felsefi inançlarına saygı gösterilmesini isteme hakkı, eğitimde çoğulculuğu güvence altına almayı amaçlamaktadır ve bu imkân, sözleşmenin tasarladığı haliyle demokratik toplumun korunması için asıldır (48. Paragraf). Bu madde devlete, ister dini ister felsefi olsun eğitim programının tamamında ana ve babanın inançlarına saygı göstermesini emretmektedir (49.paragraf). Devlet eğitim ve öğretim konusunda üstlendiği işlevleri yerine getirirken, müfredatta yer alan bilgilerin bir dinin tekelinden uzak, öğrencilerin din hakkında eleştirel düşünce geliştirmelerine imkan verecek şekilde; objektif, eleştirel ve çoğulcu bir tarzda iletilmesine özen göstermelidir. Devletin ana ve babanın dini ve felsefi inançlarına saygısızlık olarak değerlendirilebilir nitelikte, belli bir fikrin aşılanması amacını gütmesi yasaktır ve aşılmaması gerekli sınır budur (52.paragraf). Yetkili makamlar, öğrencilerin bir şekilde dini ibadete katılmaya zorlanmaması ve herhangi bir şekilde dinsel aşılamaya maruz kalmaması için, azami özen göstermekle yükümlüdür (53 paragraf). Bu dersten muafiyet tanınması usulü, ana babaya inanç hürriyeti anlamında uygun bir koruma sağlamaz; zira ana babayı, çocuklarını din derslerinden muaf tutulması için kendi dini ve felsefi inançlarını (ifşa) açıklama zorunda bırakır. Bu durum mahkemenin dini inançların bireysel vicdan meselesi olduğu yönündeki görüş ve tespitlerine aykırıdır. Bu ders içeriği itibariyle; İslam dinini öğretmek için hazırlanmış olduğundan, farklı dini kültürler hakkında olmadığından, çocukların ve onların ana ve babalarının din özgürlüklerinin korunması için, zorunlu tutulmamalıdır. Mahkeme, bu durumu çoğulcu bir demokratik toplumda dini inançların açıklanma şekillerine ve meşruluğuna devlet tarafından yapılacak her türlü değerlendirmenin, devletin çeşitli dinler ve inançlar karşısında tarafsızlık görevine aykırı bulmaktadır. Seçimlik hale getirilmesi veya muadil bir derse girme olanağı tanınması öneriliyor (Karar 73-74.75.76.paragraf ve 1.ve 54.paragraf).”
Bu gerekçelerle Mahkeme; “Türk Eğitim Sisteminde din öğretimi; objektiflik ve çoğulculuk koşullarını karşılamıyor ve ana babanın inançlarına saygının temini için uygun bir yöntem sunmuyor. Bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin; ‘Devlet eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde ana babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir’ kuralını ihlal ediyor” diyor ve Türk Eğitim Sisteminin ve Ulusal Mevzuatın, ihlali kaldıracak şekilde, Sözleşme hükmüne uygun hale getirilmesi için, gerekenlerin yapılmasına hükmediyor (84. paragraf).
Aleviler ve demokrat kesimler; Mahkemenin bu kararını uygulamakta ayak direyen hükümet yetkililerinin, olayı çarpıtarak, din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılmasını istemeyi din karşıtlığı gibi göstermelerine ve “ne derdiniz var dinle” gibi yıldırıcı tutumlara son vermelerini, kararın gereklerini yapmalarını istiyorlar.
DEVLETE/HÜKÜMETE ÇAĞRI
İstanbul Esenyurt Ali Kul Çok Programlı Lisesinde okuyan Burak Kara’nın, 2007 yılında edebiyat öğretmeni Zeki Yılmaz tarafından; “neden oruç tutmuyorsun, Alevi misin? Benden çekeceğin var” denilerek darp edilmesi ve hakarete uğraması olayı ve benzerlerinin son bulmasını talep ediyorlar. Bu olaylara göz yumulmasının, adı geçen olayda olduğu gibi; ancak iki buçuk/üç yıl sonra soruşturma izni verilmesi ve dava açılabilmesinin (Radikal, 12 Eylül 2010) benzer olayları arttırdığının bilincindeler. Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesinde, lisenin din derslerine giren imam Şuayip Güllü’nün 4.10.2010 tarihli derste; “ben Sivas’ta Alevi köylerinde çalıştım. Alevilerin sapık ve ensest ilişkileri vardır. Onlar gelinlerine bile sarkıntılık ederler. Makbul ve iyi insanlar değildirler” şeklindeki iftira, hakaret ve aşağılamalarının, Malatya Lisesi’nde masa üzerinde namaz kılmalarının istenmesi karşısında Alevi olduklarını söyleyen öğrencilere de yöneltilmesinin tesadüf olmadığını, bu uygulamanın sistematik hale geldiğini görüyorlar. Artık yıldırıcı, düşmanca, onur kırıcı, aşağılayıcı, utandırıcı veya saldırganca bir ortam yaratan veya kendileri tarafından, bu şekilde addedilen ve istenilmeyen davranışlara maruz kalmak istemiyorlar.
Devleti/hükümeti görevini yapmaya çağırıyorlar. Bu çağrı hepimizin…
NEVAL OĞAN BALKIZ
Dr., Hukukçu/Akademisyen
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy43708 = 'nbalkiz' + '@';
addy43708 = addy43708 + 'hotmail' + '.' + 'com';
var addy_text43708 = 'nbalkiz' + '@' + 'hotmail' + '.' + 'com';
( '' );
43708 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
BirGün - 26 Kasım 2010