"Ne kadar çok öldük yaşamak için!""
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor karışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için
Onat Kutlar, Turgut'a, "Unutulmuş Kent", 1986.
Geçtiğimiz hafta Türkiye, Diyarbakır'da patlayan lanet bir bomba ile sarsıldı. Ölenler, yaralananlar... hepsi yürekler acısıydı. Hangi "kutsal davaya" hizmet ettiği belli olmayan bu bombayla birlikte masum insanlar öldü, yaralandı. Yine, sözün bittiği yerdeyiz!..
Bundan on üç yıl önce, Onat Kutlar da yine böyle bir bombayla, 11 Ocak 1995'te yaşamını yitirmişti. Yılbaşından bir gün önce, 30 Aralık 1994'de Taksim'de, The Marmara Oteli'nin girişinde bulunan "Opera Pastanesi", 18.45'de büyük bir patlamayla sarsıldı... Vestiyere bırakılan bir bombanın patlaması sonucunda arkeolog Yasemin Cebenoyan yaşamını yitirken, yazar Onat Kutlar da ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Tam on iki gün direndi ölüme Onat Kutlar... Belden aşağısı felç olan Onat Kutlar, 11 Ocak 1995'te ölüme yenik düşerek, aramızdan ayrıldı.
Bombalama eylemini kökten dinci İBDA-C örgütü üstlendi önce. Yayın organları "Taraf" dergisinde bu aşağılık eylemi gururla savunuyorlardı: "Sosyetenin uğrak yerlerinden olan The Marmara Oteli'ndeki Opera Pastanesi'ne yerleştirilen tahrip gücü yüksek patlayıcı, işgalcilerin noelini tam anlamıyla 'zehir etti'. (...) Olayda Masaey Ferguson traktör fabrikası genel müdürünün kızı Yahudi Yasemin Cebenoyan ölürken, Cumhuriyet gazetesi sanat yazarı Allahsız Onat Kutlar, ağır yaralandı." [1]
Bütün bunlar olup biterken, hastane bahçesinde sarıklı, cüppeli tipler dolaşırken bir de üstüne üstlük dergilerinde açık açık intikam yeminleri ederken Emniyet seyrediyordu. Bir süre sonra Emniyet, olayın PKK tarafından yapıldığını açıkladı. Dava yıllarca sürdü, itirafçı olan sanık ve arkadaşları tahliye edildiler. Suçlular "cezalarını çekti", dava kapandı... ama gerçekte Onat Kutlar'ın dostları, yakınları için dava dosyası hâlâ açık!
İÇERİDEKİLERE MEKTUPLAR
O kendisinin deyişiyle "bir ekin adamıydı". Yazar, sinema eleştirmeni Onat Kutiar'ı, Onat Abi'yi daha önce fazlaca yazılmayan bir cepheden anlatalım. Yaprak kımıldamayan 12 Eylül Cuntası'nın hemen ardından, 1984'de bir kitap yayınladı: "Yeter ki Kararmasın..." Hep "içeriden" dışarıya yazılmış mektuplar yayınlanırken, o "içeridekilere" yazmayı yeğledi.
"İçeridekiler", onu 1970'li yılların ikinci yarısından, kurucusu olduğu "Sinematek"ten tanıyorlardı. Onlarca film izlediler hep birlikte küçücük bir salonda. Sovyet filmlerinden, gişe kaygısı olmayan Avrupa filmlerine kadar birçok film...
1959'da yayınlanan İlk kitabı "İshak"a yetişememişlerdi. Meraklıları sonradan okudu. 1975 yılında yayınlanmaya başlayan kurucusu olduğu "Aylık Sosyalist Kültür Dergisi Birikim"deki yazılarından tanıdılar. Sonra... senaryolarını yazdığı Ömer Kavur'un "Yusuf ile Kenan", Ali Özgentürk'ün "Hazal" ve Erden Kıral'ın "Hakkâri'de Bir Mevsim" filmlerini seyrettiler. Cumhuriyet gazetesinde yazılarını, şiir kitaplarını okudular...
"Yeter ki Kararmasm"ı çok sevdiler, gözyaşlarını tutmadan defalarca okudular. "Bu mektuplar aslında sanadır sevgili arkadaşım. Adını bile bilmediğim sana" diye başlayan kitap, "içerdekilere" umudu ve direnci anlatıyordu: "Şimdi kış. Pek yaprak görünmüyor dallarda. Ama hep biliyoruz. Bahar mutlaka gelecek. Ve hep birlikte duyacağız yapraklı dalların sesini."
"Unutuşun kolay ülkesindeyiz" diyordu Onat Kutlar... Ama "içerdekiler" ve dışarıda "içerdekiler" ile birlikte yaşayanlar, devrimciler ona sevgilerinden, ona saygılarından unutmadılar Onat Abi'lerini. Unutmayacaklar!
[1] Taraf dergisi, 6-12 Ocak 1995, Sayı: 31.
* * *
Yeter ki kararmasın...
1 Temmuz '84
BU bir mektup değil. Daha doğrusu sana yazılmış değil. Senin adına başkasına yazdım. Bir tür son söz. İki yıllık bir defteri kapamak için.
Gevezelikleri bir yana bırakalım ve şu soruya bir cevap arayalım. Niçin ben susmak zorundayım? Açın gözlerinizi, burunlarınızı dikin ve kulak kesilin: Çürümeyi duyuyor musunuz? Siz başka türlü görseniz de şu yaşlı toprağımızda her günün tufanından artakalan sayısız şeyin kokuştuğunu çürüdüğünü biz biliyoruz. Nereye gitseniz yalan ve ikiyüzlülükle dokunmuş halıların üstünden geçiyorsunuz. Ama bu koku, dayanılmaz bir koku gelmiyor mu burnunuza? Kırbacın rüzgârı, uykunun sisleri ya da altın varaklar kapatabilir, dağıtabilir mi bu pisliği? Çocukların sessizce geleceğin denizlerine kürek çektiklerine bakmayın. Ayakları geçmişin ağır zincirleriyle yeniden bağlanıyor. Bilginler, gittikçe küçülen kurtlar gibi kendi kitaplarının ciltleri arasına gömülüyor. Kendi kuyruğunu yiyen bir masal hayvanı gibi ağır ağır ölüyor yaşam. Ortalıkta dolaşanlar yalnızca çerçiler ve tacirler. Çürümeye yüz tutmuş bir meyvayı evden eve dolaştırıyorlar. (...)
Biz ekin adamlarıyız. Hiçbir zaman ne ekip biçtiklerini anlamadığınız, anlamak istemediğiniz çiftçiler. Öldüğümüz de karnımızdan kırk tane "gelecek yıl" çıkar ama gene de ayağımız yeryüzünde, topraktadır. Tanrıyla hesaplaşırız, ama yitirmeyiz yeryüzüne, insana olan inancımızı. Bu yüzden geçer gider tanrılar ama biz kalırız. Hakir ve aciz kullarıyız halkın, padişah değil geda'yız. Ama gerçeği görür ve söyleriz. Sözün kılıcı kendi boynumuzu kesse de. Kördüğümü bir "can" sözüyle hallederiz. (...)
Bırakalım bir yana gevezeliği. Biz kim olduğumuzu biliyoruz. Geleceğin çiftçileri. Ama siz kimsiniz? Alışverişi bizden iyi bilirsiniz. Öyleyse şu soruya bir yanıt bulalım: Bu alışverişin faturasını niçin ben susarak ödemek zorundayım?
Onat Kutlar, "Yeter ki Kararmasın...", De Yayınevi, 1984.
BİRGÜN PAZAR
DERKENAR - 06 Ocak 2008