Hukuk devleti, anlamI değişikliğine uğramıştır. Bireyin devlete karşı sahip olduğu temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti kavramının özünü oluşturuyordu, artık oluşturmuyor. Bu görüşün temelinde, vatandaşın devlete değil, devletin vatandaşa hizmet için var olduğu düşüncesi vardı, artık yok! Egemenliğin asıl sahibi halk olarak bilinirdi, artık asıl sahibi halk değil! Çünkü artık halk yerine, ben, ben, ben diye diye devletin gücünün “ben” olduğuna inanların gücü geçerlidir, halkın değil.
Hukuk, aynı zamanda “doğru” demektir. Toplumsal yaşamı düzenleyen hukuk normunun amacı, “doğruluk” ve “adalet”tir. Hukukun amacı adaletin gerçekleştirilmesidir. Hukuk normunun uygulanmasının hakkaniyet ve adalete uygun sonuçlar vermesi beklenir. Bu beklenti günümüzde hakkaniyet ve adaletin değerini yitirdiği zamana evrilmiştir ve artık gerisi laftır.
Liberal dönemde bireylere güvence sağlamak düşüncesiyle ceza sorumluluğunun yasallığı ilkedir ve neyin suç olup olmadığının kanunla düzenlenmesi benimsenmiştir. Dış dünyada değişiklik yaratan hukuka aykırı eylemlerin suç olarak tanımlanması, bir tercih sorunudur. Çünkü hangi eylemin yani “neyin suç” olduğu kanunda gösterileceğine göre; hukuka aykırı eylemlerin suç olarak tanımlanması siyasal gücün “siyasal tercihidir”. Bu siyasal tercihin denetimi nasıl sağlanacaktır? Hukukla ve insan temel hak ve özgürlüklerinin gücüyle kuşkusuz…
Ama aksi olmuştur. Temel haklara ve özgürlüklere ve hele hele hukuka aldıran bile yoktur. Siyasal iktidara ait tercihlerinin aksine düşünen, aksine davranan, kabul etmeyen her görüş sahibi kişinin “suçlu” olduğunu kabul eden bir siyasal “tercih” hâkimiyeti vardır. Dolayısıyla neyin suç olup olmadığının belirlenmesi veya bir tercih yapılmasına gerek kalmadan siyasal iktidara karşı olan her şey, her eylem suçtur, kanunda yazmasa bile…
Artık siyasal güç; hukuka uygun olsun veya olmasın “suç” sayılan eylemi saptayan ve “yaptırımı” belirleyen bir güçtür. Suçu o yazar, cezasını o belirler. Dilediği gibi davranır, istediği gibi yönetir, kimi isterse suçlu sayar, istediğini cezalandırır, istediği yaptırımı istediğine uygular, kendi yaptığı kanuna aykırı olsa bile… Gerekirse kanun değiştirir, yoksa kanun yapar. İstediğini suçlayan, istediğini istediği gibi cezalandıran, suç ve ceza imalatçısı bir devlettir artık…
On yıl önce temel ceza kanunlarını yapanlar, ses çıkarmayanlar, temel ceza kanunu deyip Mecliste kabulünü sağlayanlar… Kına yakın!
Denirdi ki; ceza hukukunu ilgilendiren hukuka aykırılık “salt yasa” ile yaratılamaz. Örnek mi istersiniz? 1930 İtalyan Ceza Yasasında Führer’in kurduğu hukuk düzeninde “yasallık” vardı. Geçmişte siyasal gücün “siyasal” tercihlerine, niteliğine, amacına, ideolojik temeline ve koyduğu anayasal sisteme uygun yasalar yapılırdı. İtalya’da faşizmin, Almanya’da nazizmin egemen olmasını sağlayan kurdukları yasal düzendir ki; her şey kanuna uygun olsun…
Ancak kanunlar her durumda bağlayıcı hukuk normları değildir. Böyle öğrenmiştik. II. Dünya savaşını yaratan diktatörler “siyasal güç” olarak, ceza hukukunu ilgilendiren “hukuka aykırılık” alanını kendi dünya görüşlerine göre belirlemişler ve yasaları buna göre üretmişlerdir. Onlar bile yasa yapmıştır, günümüzde ise kanuna bile gerek yoktur. Çünkü yasama, yürütme, yargı tektir ve birdir. Eskidendi, hukuk ve hukuka aykırılık gibi kavramlar üzerinden demokrasi tartışmak… Artık yasalar adalete aykırı sonuçlar üretse bile, yasa her zaman yasadır. Çıkarılan yasalar, otoriter rejimin devamını sağlamaya yarar, yaramalıdır!
Baskı yöntemlerinin “yasal” olmasını ararlardı ki; herkes tarafından “uyulması gereken kurallar” olarak kabul edilebilsin… Böylece işler daha kolay yürür. Yasaların baskı aracı olarak kullanılmasında toplumsal bir sorun çıkmaz. Artık baskı sağlamak için “yasallığı” aramaya bile gerek kalmamıştır. Baskı baskıdır ve kanuna, adalete aykırı olsa bile “meşruiyeti” tartışılmaz biçimde kendinden menkul bir güçtür ve karşı konulmayacaktır.
Kural tanımayan iktidarlar elinde yasalar, haksızlık aracı ve keyfilik yaratan ama hukuki olan bağlayıcı hukuk normlarına dönüştürülmüştü. Her şey yasaya uygun sayılabilirdi. Hukuka uygunluk aranırdı. Artık bunlardan vazgeçildi. Böylece insanların ve toplumun gelişiminin istenmediği bir iklimde boyun eğerek yaşayan insanların oluşturduğu bir topluma doğru hızla sürüklenilmektedir. Her şey yasa koyucunun iradesine bağlı olarak çıkarılmış olan yasalarla yönetilecektir, yasalar hukuka aykırı olsa bile… Kanun yoksa yapmak üzere, kanun varsa değiştirmek üzere kurulu bir düzendir kurulmak istenen. Eskiden yasaların şeklinden çok, yasanın adalete uygunluk ölçüsü değerliydi, artık böyle bir değer aranmamaktadır. Hatta geçmişte yasalar, adalete uygunluk ölçütüne göre geçerli olurdu, artık yasaların geçerliliği ve yararı siyasal gücün isteklerini ne kadar karşıladığı ile ölçülmektedir.
Geçmişte, hukukun üstünlüğü kavramı yasaların şekline değil, içeriğine göre anlam kazanırdı. Artık yasaların içeriği siyasal gücün isteklerinden ibarettir, o halde hukuk devletinin bir anlamı kalmamıştır.
Herkes içeriği adil olan yasaların var olduğu adaletli bir toplumda yaşamaya hak sahibidir.
Hukuk devletinin, sadece demokratik düzenin tesisinde ve uygulamasında düzenlilik ve istikrar sağlayan biçimsel bir yasallık anlamına gelmediği, fakat daha çok insan kişiliğinin yüce değerinin bütünüyle kabulüne ve tanınmasına dayanan ve onun eksiksiz biçimde ifade edilmesi için bir çerçeve sunan kurumlar tarafından güvence altına alınmış adalet anlamını taşıdığı” görüşünde (5-29 Haziran 1990 arası toplanan AGİK Viyana İzleme Toplantısı Kapanış Belgesi’nden) bir ülke sayılırdık. Şimdi, bu görüşe karşı olanların yönettiği bir ülkede yaşamaya çalışıyoruz.
Kişiler böyle bir düzende yargıdan adalet ve hukuki güvenlik bekleyebilir mi?
Soruyorlar şimdi; beni kim yargılıyor? Mahkeme olarak sizler kimsiniz ve kimlerden yanasınız? O musunuz, bu musunuz, ne zamandan beri buralardasınız ve dağıttınız adalet kimin adaleti?
Hani, her yargı reformu temel insan hak ve özgürlüklerine dayanılarak yapılmıştı, öyle demiştiniz? Kim kimi aldattı, kimler yargı reformu yapılırken bizleri kandırdı?
Devlet, insanların temel hak ve özgürlüklerini “bilmek” ve “bunlara göre hareket etmek” hakkını fiilen garanti edecekti hani? Hani, adalet/yargı, ifade özgürlüğü/iletişim hakkı, biçimsel değil fiilen korunacaktı?
Yasaları çıkardınız ama yasaların yönetimini, kendi siyasal gücünüzün gücüne hizmet edecek hale dönüştürdünüz. Kutuplaşmış, baskı altında tuttuğunuz ve tutmaya çabaladığınız endişeli, tedirgin bir korku toplumu yarattınız. Yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını; tarafınızda olması halinde taraftarınız yaptınız.
Yaşamımızı sarmalayan yasalar bile değildir artık. Yargı çökmüştür, yargıya güven ve güven konusundaki umutların hiçbirisi artık umut vermiyor. Yargı, yargılamaktan ve hukuki güvenlik sağlamaktan çoktan vazgeçti, kendisinin yargıya güveni kalmadı. Yargının kendisi, kendine olan inancını yitirdi. Artık toplumsal sorunumuz hukuki güvensizliktir. Kendisinin otorite ve tarafsızlığını yitirmiş ve kendisine bile güvenemeyen yargıya güven yoktur. (Fİ/HK)
Fikret İlkiz Kimdir
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. İstanbul Barosu Dergi Yayın Kurulu Üyeliği (1992-2003), İstanbul Barosu Staj Eğitim Merkezi (SEM) Kuruculuğu ve Yürütme Kurulu Üyeliği ve SEM "AİHS ve Bireysel Başvuru" Bölüm Başkanlığı (1996-2002), Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Araştırma Uygulama Merkezi Yürütme Kurulu Üyeliği (2002-2005), Basın Konseyi Hukuk Danışmanlığı ve Genel Sekreter Vekilliği (1992- 1996), Cumhuriyet Gazetesi Avukatlığı ve Hukuk Danışmanlığı (1982-2004) ve Cumhuriyet Gazetesi Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü (1997-2002) görevlerinde bulundu. Halen Güncel Hukuk Dergisi Genel Yayın Koordinatörlüğünü yapıyor.