Onlarca canın yakıldığı kent, başkent Ankara ve komşu sınır illerine o kadar yakın olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve seçilmiş koalisyon hükümeti bu vahşeti ekrandan izlemeyi tercih etmiş ve bu vahşet karşısında empati kurdukları biricik taraf tahmin edileceği üzere yakılanlar değil yakanlar olmuştur
Erdal DOĞAN / BirGün
Bunaltıcı nemli bir İstanbul yazının öğlen sonrasıydı. Romantik ideallerle girdiğim Hukuk Fakültesi’nin birinci sınıf öğrencisi olarak yılsonu finallerine hazırlanıyordum. Elimde Anayasa Hukuku ders notları kitabı; Üsküdar'daki öğrenci evinin küçük odasında, sokakta oyun oynayan çocuk sesleri ile tüp kamyonlarının megafonlu çığırtkanlıklarının birbirine karışan sesleri arasında çalışmaya zorlarken kendimi bu durumdan bir an bunalmış ve küçük ekran siyah beyaz televizyonuma sarılmıştım.
Bazen bir his olur hani insan daraldıkça daralır da bu içini daraltan sebeplerin yalnızca o anla ilişkili olmadığını bilir ama ne olduğuna bir türlü anlam veremez ya işte tam da o ruh haliyle televizyonu açmıştım. Çok geçmeden anladım ki o iç daraltmakla kalmayan, insanı çaresiz ve güçsüz bırakan neden sanki gökyüzü ile gelip çökmüş içime. Açılan ekrana Sivas'tan gelen haberlerin düşüşü biraz önceki yakındığım içinde bulunduğum fiziki koşulları mumla arar hale sokmuştu. Önce Aziz Nesin sonra da etkinliğe katılan diğer yazar, sanatçı ve Alevi gençlerin yakılmaya çalışıldıkları dair haberler…
Bir an adi bir linç girişimi olarak algılama umuduyla bu saldırıların biraz sonra def edileceğini düşünürken, zaman çok ilerlemeden bu umut kendini olayın ciddiyetine ve vahametine bırakmıştı. Devlet mekanizması Sivas'ta tamamen rafa kaldırılmıştı. Kendinden geçmiş/geçirilmiş önce 1000 sonra 1500 gibi bir katil güruhunun 9-10 saat boyunca oteli ateşe verişleri ve oteldekilerin kurtulmasına izin vermeyişleri tüm dünyaya seyrettirildi. Tepesindeki iki yana açılan uzun antenli televizyon karşısında saatlerce ne, neyi, niçin, neden soruları beynimde kendiliğinden içgüdüsel çınlar ve onlara cevap yetiştirmeye çalışırken elimde sıkıca tuttuğum anayasa kitabının terden sırılsıklam olduğunu hatırlıyorum. Ekranda ortaya ve kenarlara serpiştirilmiş üç-beş polis ve erin konu mankenliğine sokularak vahşeti seyredişleri ise belleklerden hiç silinmeyecek gibidir.
DEVLET, HIZIR PAŞALAR VE ‘DOSTLAR’
Onlarca canın, yamyam töreni kutlama haykırışları içinde yakıldığı kent, başkent Ankara ve komşu sınır illerine o kadar yakın olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve seçilmiş koalisyon hükümeti bu vahşeti ekrandan izlemeyi tercih etmiş ve bu vahşet karşısında empati kurdukları biricik taraf ise tahmin edileceği üzere yakılanlar değil yakanlar olmuştu. Dönemin başbakanı Tansu Çiller “Çok şükür otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” sözleri ile bu durumu öyle iyi ifade etmiştir ki yoruma dahi gerek yoktur. Katil güruhun yok etme ‘hazzını’ fazlası ile aldığı ve artık yorulmaya başladığında saatler gece yarısına yaklaşmakta iken kurban ettikleri can sayısı 35’e ulaşmıştı. (Çiller’in de korktuğu başına geldi. Göstericilerin arasında da iki kişi öldü.)
35 canın ölümünde Ahmet Yücetürk adı unutulacak gibi midir? Dönemin Sivas askeri Tugay Komutanı olan bu zat saatlerce otel içinde kıvranan 35 canın canlı canlı yakılmasına müdahale ettirmeyerek katil güruha yol vererek ölmelerini sağlamış, müdahale etmeye çabalayan valiyi ise hayat güvencesi ile tehdit edecek kadar cüret sahibi olduğu belleklerimizde yer edinmiştir.
Babasını Çankaya'ya çıkartıp kendisini başbakanlık koltuğuna çivileyen, çok değil katliamdan 3 yıl sonra binlerce insanın katillerine şeref dağıtarak yalı konforuna konumlanan dönemin başbakanı Tansu Çiller'in yakılan canlara değil de yakanlara karşı duyduğu sorumluluğu unutmamız mümkün müdür?
Ya diğer siyasi ve sosyal aktörleri unutmamız mümkün müdür?
Yakanlara ateş desteği sağlayan ‘dost’ çevresinden sorumluluğu yakılanlarda bulan akademik unvanlı Alevi zatlar, vahşetin yapılacağını öncesinden bilip de 16 yıl saklayan Alevi araştırmacılar, Alevi oyları ile koltuklarında semirdikçe semiren Demirel patentli ‘sosyal demokratlar’ı unutacak mıyız? Bu zatların halen totaliter devletten aldıklar resmi ideolojik hormonla buldukları her fırsatta Alevilerin neye inanıp, inanmamaları hakkında ahkam kesmeyi ihmal etmedikleri de görülmektedir.
İNSANLIĞA KARŞI İŞLENMİŞ SUÇ VE YAS
Bu olup bitenler sonucunda Alevilerin kendilerini artık daha açık ve net konumlandırma cesaretine doğru yönelişleri ile demokratik özgürlükçü bir hukuk devletinde umut bağlayışları artık daha somut görünür haldedir. Bu vakitten sonra üzerlerinde en karanlık suikast ve katliam geleneklerini sürdürmeye ve onları sindirmeye niyetlilerin bugün için en büyük kaygısı ise pandoranın kutusunun artık kapanmamak üzere açılmış olmasıdır. Alevilerin en meşru asgari demokratik taleplerinin bu karanlık gücü tedirgin edişi boşuna değildir. En vahşi katliam geleneklerinden beslenerek oluşturdukları ideolojilerine, son zamanlarda ekledikleri jakoben sol jargonlar ile belki de son kartlarını oynuyorlardır. Ama artık bu jargonlarla Aleviler üzerinde bölme, parçalanma korkusu yaratarak onları ne sindirebilir ne de önleyebilirler. Aleviler cehennemden çıkış için yol aldıkları bu sürecin hak ve adalete erişmek için bir araf olduğunu çok iyi biliyorlar. Yine en az on iki bin yıllık Anadolu uygarlıklarından süzüp getirdikleri inançları ile Hz. Muhammed, Hz. Ali ve oğullarına duydukları sevgi ve saygının da sömürülmesine izin vermeyeceklerini, kendilerini İslam dışında gören de görmeyen de asimile edilmeye karşı duracaklarını artık daha çok ve daha net dillendiriyorlar. Bugüne değin at koşturdukları sahada bundan sonra dolgun resmi veya emekli maaşları ile bile bu zatların bu cüreti artık gösteremeyeceklerinin de farkındalar.
DEMOKRATİKLEŞME
Alevilerin taleplerinin Türkiye Cumhuriyeti'nin diğer yurttaşlarının da yaşamını demokratikleştiren en haklı somut talepler olduğu tartışmasızdır. Demokratik hukuk devleti ve özgürlükçü laik sistemde Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din derslerinin kaldırılması, her türlü inanç, düşünceye karşı yapılacak ayrımcılığa karşı etkin yaptırım ve önlemlerin alınması, aynı şekilde farklı inanç ve düşüncelerin barışçı örgütlenme hak ve özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, kamu hazinesinden hiçbir inanç grubuna pay aktarılmaması, hemen hemen her yurttaşın asgari talepleri olarak can yakıcılığını sürdürüyor. 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı’nın yaşandığı otelin bir utanç ve barış müzesi haline acilen dönüştürülmesi ise amaçlanan demokratik sistemin belleklerinden biri olma potansiyeli taşıması açısından önemlidir. İnsanlığa karşı işlenen bu katliamın sorumluların unutulmaması ve bir daha yaşanmaması açısından önemlidir.
Jakoben İslam devlet laikçiliğine bekçilik yaptırılan Aleviler, artık bekçi değil daha demokratik bir hukuk devleti nasıl olunurun aktörü olmak istiyor. Aynı zamanda eski devlet partisi CHP ve türevlerinin her seçim dönemindeki hamaset içerikli kardeşlik nutuklarına kanmayacaklarına ve üzerlerinde korku senaryoları üretmelerine izin vermeyeceklerini daha net ve daha somut deklere ediyorlar.
Son olarak da söyleyebileceğimiz sanırım şudur; Alevileri, MGK düzeyinde tehlike olarak gören ve haklarında raporlar hazırlatan mevcut devlet anlayışından kopup, evrensel demokratik bir hukuk devleti ve özgürlükçü laik sistem hedeflenmedikçe ne yaşam hakkı güvencede olabilecek ne de 2 Temmuz ve önceki katliamların yası tutulmuş olacak.
KAYNAK : BİRGÜN PAZAR - 5 Temmuz 2009