ALİ BALKIZ
Ülkemiz ve dünyaya dair bir söz söylemek, yetinmeyip bir şeyler yapmak... İşçiler, işsizler, köylüler, Aleviler, Kürtlerle birlikte olmak. Tüm ezilenleri anlamak, onları duymak, duyumsamak, el vermek, omuz vermek, gönül vermek... Onlardan biri olmak.
Bu arada kendini unutmak.
Baharın geldiğinin bile ayırdına varamamak...
Kabaran otları çiğnemek, saksıda çiçeği sulamak, dalda çağalayı ısırmak bir yana, bir sayfa şiiri, kısa bir öyküyü, iki perdelik bir oyunu, konseri, sinemayı kendimize çok görmek.
Zamanım yok ki; gerekçesine sığınmak... Üstelik sadece kendimizi değil, en yakınımızdaki, yakınlarımızı bile buna inandırmak.
İnanmamış olmalı ki; iki gün önce, gün boyu süren bir hayli heyecanlı, hararetli, tartışmalı toplantıların sonunda, akşamın o son saatlerinde, sanki bir mektepli çocukmuşum gibi, eşim elimden tutup beni zorla sinemaya götürdü.
Filmin adı: Usta.
Yönetmeni: Bahadır Karataş.
Ankara, Büyülü Fener, 80 kişilik salon, seyirci sayısı, biz ikimiz.
Hafta içi, geç saat... “Bak canım, sinema salonunu bizim için kapattım” dese de, öyle olmadığını ikimiz de biliyoruz.
Kişi, kişiler, ortam, sisler içinde bir gecekondu; önünde sundurma, sedir, sarmaşık, saklılar, içinde uçak iskeleti olan hangar, tepesinde yanıp sönen ışıkları olan televizyon vericileri ve karşıda, aşağıda ışıldayan bir şehir.
Henüz küçücük bir çocukken yumuşak telleri eğe-büke uçak yapmaya çalışan bir çırak... Çırak artık usta, ama çocukları var.
O çırakları çok iyi tanıyorum. Kendimden değil, hareketten.
İşçi gençliği örgütlemek diye bir görev koymuştuk önümüze.
Fındık, çay üreticileri, hamsi, mezgit, kalkan yakalayıcıları yanında, işçi gençliği örgütleyecektik. Kentimizde sanayi diye bir şey yoktu. Bir kenara sıkışmış yedi-sekiz araba tamircisi vardı. Bizim sanayi orasıydı. Çünkü 15-20 çırak vardı orada.
Her birinin düşünde vapur yapmak vardı.
Kalfalarının gönlünde bir Fadime, ustalarının evinde ise Fadime’nin ablası...
Tutku, takıntı, düş ile ev, evde aşka, eş arasında gidip gelen bir dünya.
Vapurun yerine uşak koyarsak, usta filmi oluyor.
Sinema; denilir ya; bütün sanatların bileşkesidir diye. Usta böyle bir film: şiir, öykü, renk, armoni, melodi, müzik, ışık, gölge, ses, yankı, yanılsama...
Senaryo sararsa eğer sizi; içine girip yaşarsanız, bir sonraki sözü sezersiniz. Mırıldanırken siz, perdedeki söyler.
Usta bir aşk filmi.
Sahi nedir aşk?...
Yaşadıklarımız, yaşayabildiklerimiz mi, yoksa henüz (hâlâ) yaşayamadıklarımız, düşlediklerimiz mi?... İşin püf noktası burada; ya bir gün düşlerimiz gerçek olursa... Peşinden koşacağımız bir şey kalmazsa?... Yeni bir aşk bulamazsak?... Hayat burada biterse?...
Pırpın uçağı uçururken duyduğumuz mutluluk bize yeterse...
Usta, bize bir sonraki sayfayı, kareyi işaret etmezse...
Usta’da, çıraklar usta oluyor.
Çıraklar ustaya ustalık öğretiyor.
Usta, ilmik ilmik, renk renk, koku koku hayat diyor ve bütün devrimcileri, taraftarları, sempatizanları, sendikacıları, öğretmenleri, hemşireleri, balıkçıları, pazarcıları sinemaya çağırıyor.
Bir yandan da kabadayı: 80 kişilik bir salonda varsın iki kişi olsun. Yeter de artar bile...
Akşamın o geç saatinde mektepli çocuk gibi götürüldüğüm o sinema salonundan çıktığımızda; eşime, Bahadır Karataş’a Yetkin Dikinciler, F. Sevin Atasoy, Şevket Çoruh, Hasibe Eren ve Ayfer Tunç’a ne kadar teşekkür etsem azdır.
Of be; sinema varmış.
Sinema hayatmış.
Sinema çoğaltanmış. Düş olmaktan öte gerçekmiş.
Şu kesin: Yarın toplantılarım daha üretken geçecek.
Ucunda da sinema olacak. Usta işi...
EVRENSEL - 15 Mayıs 2009