Alevilik bu ülkenin inkâr edilemez bir gerçeği, bir zenginliğidir; Ali’li de olsa Ali’siz de olsa... Ancak Türkiye’de Sünni-Alevi ilişkisinin ne çeşit politik yönlendirmelerle yürütüldüğünün de hesaba katılması gerekir.
Cemal Meray* / Star
Ergenekon savcıları kendisine yönelik olarak tasarlanan suikast hazırlıklarını belgelerini kendisine gösterdikten sonra Ali Balkız meselenin ciddiyetini anlamış ve kısa bir süre sonra da Zekeriya Öz’e -gerçekte ise sivil demokrasisinin güçlenmesine- yönelik destek açıklamalarında bulunmuştu. Bu süreç kanaatimce Türkiye’deki Sünni-Alevi ilişkilerinin en önemli dönüşüm noktalarından birisidir.
Uğur Mumcu’nun ise Zekeriya Öz gibi bir savcıya ve önüne konulacak belgelere ihtiyacı yoktu; her şeyin farkındaydı. Fakat onun talihsizliği, yaşadığı dönemde derin mihrakların örtülü operasyonları karşısında bilinçlenmemiş ve bilinçlenmediği için de demokrasiye taraf olma refleksi gösteremeyen bir toplumsal yapının varlığı idi. Türkiye’de Aleviler de “bu tip bir toplumu” inşa eden kesimler arasında hatırı sayılır öneme sahipti. Kendilerini Sünni olarak tanımlayan -ama Sünnilikle ne kadar sağlıklı düşünsel bağlar kurdukları şüpheli olan- diğer kitleler gibi.
Politik mezhepler
“Türkiyeliliğin Alevi Güncesi” yeni değildir; çok daha eski tarihi kökleri vardır. Mesele; Türklerin İslamlaşmaya başladığı 8. yüzyıla kadar iner. Bu süreçte bir kısım Türk toplulukları medrese ekseninde kitabi referanslar ile İslamiyet’i öğrenirken, Alevileşen Türkler gibi bir kısmı da; sözlü kültür üzerinden İslamiyet ile muhatap olmuşlardır. Yani bir çeşit “aracılık” söz konusudur. Gerçi, kitap da bir tür aracı olsa bile, zihnin “ana kaynakların yazılı metinleri” ile muhatap olmasındaki avantaj, sözün taşıyıcılığındaki “algılama ve nakletme sorunları” kadar risk içermez. Hele hele politize olmuş bir mezhep algısının -ki bu Şiiliktir- Sünni dünyaya karşı giriştiği siyasi egemenlik mücadelesinde, (kendisi gibi olan) Türk kitlelerini Alevilik üzerinden yanında tutmaya çalışması daha başlangıçta Ehl-i Beyt (Peygamberin Ailesi) sevgisi ile İslamiyet’e sempati duyma eğilimi gösteren Türkler için bir şansızlık idi.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de hala, Pir Sultan’ın şiirlerindeki “Şah” gerçekten “Hz. Ali” miydi, yoksa “Şah İsmail” mi? sorusunun cevabı önemlidir. Reha Çamuroğlu gibi Alevi entelektüellerin bu konuda söyleyeceği bir şeyler olmalıdır.
Emevi-İran gerginliğini, Fatimi Devleti’nin niyetlerini, Nizamiye Medreseleri’nin kuruluş gayelerini, Bâbailer isyanının arka planlarını, Şeyh Bedrettin İsyanı’nın organize biçimlerini, Safevilerin Balım Sultan üzerinden Bektâşilik Tarikatı’nın tepe noktalarına kadar çıkmalarındaki taktik stratejileri bilenler için Şii-Sünni karşıtlığı anlaşılması zor bir husus olmasa gerek.
Fakat bütün bunlar Türkiye’deki bir kısım Sünni’yi masum kılmamalıdır. “Mum söndü” söylentise bir an bile olsa inanmış olmak, gizli gizli fısıldamak, “sizi gidi sizi” imalarıyla bakışlar atmak, bu topraklarda Şiiliğin Alevi Türkleri politize etmesinden daha az tehlikeli değildi(r).
Selçuki ve Osmanlı dönemlerinde siyasal iktidarlar ile karşı karşıya gelmiş olan Alevilik, Cumhuriyet ile birlikte devlet ile uzlaşma içinde görülür. Bunun en temel sebebi; “Sünni Ortodoksi’nin siyasal iktidarına ket vuran Laikleşme süreci”dir. 1937’de her ne kadar Dersim gibi son derece ciddiye alınması gereken bir isyan söz konusu ise de, bu isyan; Alevi-Sünni karşıtlığından daha ziyade “Kürt asiliğine ve hassasiyetine” dokunulmayacak bir yerden dokunmanın ve tahrik etmenin sonucuydu.
Yandaş mı değil mi?
II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından adına soğuk savaş denilen enteresan bir süreç yaşanmaya başlanmıştır. Yalta ve Postdam Konferansları’nda Sovyetler Birliği ve ABD’nin dünyayı paylaşmak konusunda hem fikir olmaları söz konusu olsa bile, mücadele edilecek “açık alanlar” bırakılmıştı. Ve bu açık alanlar için ABD’nin verdiği karar; sınırlandırma (çevreleme) politikası olunca, SSCB’den oturup beklemesini istemek çok da mantıklı değildi. İşte bu yeni pozisyon almaya “soğuk savaş veya istihbaratçılar savaşı” denilecektir. Söz konusu bu savaşta en önemli atraksiyonlardan birisi; hedef alınan yapılar içinde “yandaş” bulmaktır. İşçiler, köylüler, farklı mezhepler (Alevilik), etnik yapılar (Kürtçülük) gibi.
“Başkası için yandaşlık” zihni bir evrilmeyi gerekli kılar. Veya yandaş toplamak için istediğiniz kişinin veya kişilerin size doğru “ikna edilmesi” çabasını göstermeniz gereklidir. Bu bir gayrettir. Gayretinizin başarılı olması için birincisi; ikna etme kabiliyetinizin (psikolojik harp ve zihin yönlendirme taktikleri) üst seviyede olması gerekirken, ikincisi; ikna etmek istediğinizin size doğru yaklaşmasını kolaylaştıracak her hangi bir “gerekçeye” ihtiyaç vardır.
Tam bu noktada “Türkiye Aleviliğinin komünizme kaymasının veya sempati duymasının nedenlerini” anlama çabasına giriştiğimizde; tarihi hafızamızda yerleşik Sünni Osmanlı iktidarları ile göçebe ve Alevi Türkmenler arasındaki gerilimin var olduğunu unutmamak gerekir. Bu gerilim mezhepsel olmaktan daha çok, iktisadi-politik bir “alan kazanma mücadelesi” idi. Kaybedenin sürekli göçebe Türkmenler olması, Alevileri II. Dünya Savaşı sonrasında “ezilmişlik ve ötelenmişlik inancı” üzerinden anti-kapitalist tezler içeren komünizme yaklaştırırken, diğer taraftan yine bu insanları “komünizm öcüsü” bahanesiyle örtülü operasyonlar yapan “Gladyocu mühendisliğin” araçlarından birisi haline getirmiştir. Deniz Geçmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan üzerinden inşa edilmiş ‘Darağacında Üç Fidan Efsanesi’nin hem ‘Kuvvay-ı Milliyecilik’ hem ‘Latin Amerikanvari militan solculuk’ hem de Alevilik üzerinden ‘Gazi Mahallesi Sosyolojisi’nde yaşamaya devam ediyor olması “Alevi muhalefetinin evreleri” açısından üzerinde düşünülmesi gereken ilginç bir hal ortaya çıkarmaktadır.
Sivil demokrasiye itiraz
Seksen sonrasına gelince; Uğur Mumcu’nun cenaze töreninde “Kahrolsun şeriat”, “Mollalar İran’a” diye bağırtılanların kaçı Alevi idi sizce? Bir dönemin CIA belgelerinde; Türkiye’de İslamcı bir iktidar tehlikesine karşı tetiklenecek darbe sürecinde Alevi kitleler hangi karşıtlıkta konumlandırılmak isteniyordu? Sivas’ta Madımak Oteli ne amaçla yakılıyor, hemen ardından Erzincan Başbağlar Köyü nasıl basılıyor veya PKK, ETÖ ve Batı Avrupalı bir devletin istihbarat örgütü aynı masanın etrafında neden Gazi Olayları’nı tasarlıyorlardı. 28 Şubat müdahalesi sürecinde Türkiye’de “Suriye Modeli” bir yönetimi kimler öngörüyordu? Ya da; çeşitli ortamlarda katıldığı konferanslar sırasında “Alevi değilim ama Alevileri çok seviyorum” diyen Tuncay Özkan’ın bas bas bağırdığı “sivil demokrasiye itiraz” niteliği taşıyan Cumhuriyet mitinglerinde kaç Alevi bir araya getiriliyordu?
Sonuç itibariyle; Alevilik bu ülkenin bir gerçeği ve inkâr edilemezidir. Kültürümüz için bir zenginliktir. “Ali’li de olsa Ali’siz de olsa” demokrasiye itirazı olmadıkça korunmalı ve saygı duyulmalıdır. Demokrasiye itirazı olanları ile bile oturulup konuşulmalıdır. Ama Aleviler asla birilerinin “tetikçisi ve taşeronu” olmamalı, “Eline, beline, diline sahip ol”un yüksek ahlak öğretisi üzerinden birlik ve beraberliğimize hizmet etmelidir.
Politik tarafgirliğe gelince; Demokrasi paradigması içinde “herkesin tercihi kendinedir”. Hiç kimsenin totaliteryen tek tipçilik istemeye hakkı yoktur. Ne Sünnilerin ne de Alevilerin.
*Yazar
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy40471 = 'cemalmeray' + '@';
addy40471 = addy40471 + 'hotmail' + '.' + 'com';
var addy_text40471 = 'cemalmeray' + '@' + 'hotmail' + '.' + 'com';
( '' );
40471 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
STAR AÇIK GÖRÜŞ - 7 Aralık 2009 Pazartesi