Hayatta bamya kadar nefret ettiğim bir şey varsa o da askerlikti.
Oysa, artık bamya yiyorum, hattâ güzel yapıldığında, hadi itiraf edeyim, hoşuma bile gidiyor ama askerlikten hâlâ nefret ediyorum.
Emrinden de, komutasından da, uğurlamasından da, zapturaptından da, hâkiler içindeki üniformasından da…
İnsanın en kötü hâli, herhâlde o üniformalar içindeki hâli olsa gerek.
Arkadaşlarımı teker teker askere yolcu ettim, ama ne yalan söyleyeyim, hiçbirinin arkasından mutlu bir şey diyemedim, ziyaretlerine gitmedim ve hep üzülerek baktım fotoğraflarına.
Bir ömür kadar çabuk geçen altı aylık askerlikleri boyunca hiçbiri çatışma görmedi, hiçbiri silah sıkmak zorunda kalmadı ve ben bütün bencilliğimle buna sevindim.
Hattâ biri tankı yürümeyen bir bölüğün tankçı çavuşu oldu da, içine bir kez olsun binmediği numunelik bir tankı bir iki kere yıkamaktan başka bir şey yapmadı.
Ama İstanbul’dan kaçmak istediğim bir gün, alıp yanıma ortak arkadaşlarımızı, Uzunköprü’ye gittim asker ziyaretine.
Tıraşlanmış kafası ve iki metreye yaklaşan boyuyla, mahzun bir gorili andıran Aybars’a veda ettiğimiz sahne kaldı aklımda en çok.
Gün boyunca gözümüz saatte ve lanet yelkovan hiç durmadan ilerliyor, vakit sayılı, geri dönüş mecburi, onu bırakacağız; biz gideceğiz, o kalacak.
Öyle de oldu, biz gittik, o kaldı.
Nefret ederim vedaın her türlüsünden.
Ne dedim hatırlamıyorum şimdi, belki kuru bir “allahaısmarladık”, belki yalancı bir “görüşmek üzere”, belki de endişeli bir “dikkat et kendine”.
Sanıyorum bu sahneyi görmemek, bu ayrılığı yaşamamak için gitmemiştim diğerlerine.
Ölü bir yaprak kadar çaresiz hissediyorum kendimi böyle anlarda, düşeceğimi biliyorum ve elimden hiçbir şey gelmiyor.
Sahte sözlerle örülü vedaın ardından üç arkadaş yeniden doluştuk arabaya.
Aybars’ın yeri boş şimdi.
Ne o gürül gürül anlattığı askerlik maceraları ne bitmeyen şakaları, ona dair hiçbir şey yok arabada.
Yeni cenaze çıkartılan bir ölü evinin duvarlarına sinmiş o yalnızlık kaldı geriye.
Emre’ye dedim ki, “Sür arabayı”.
Nereye gideceğimizi bilmiyorum, o da bilmiyor, ama beraber birçok seyahate çıktığımız Hakan aklımdan geçenleri biliyor:
“Sen sür, yol bizi götürür nasıl olsa.”
Bazen böyle olur, şehir beni bunaltır ve kendimi bir yere giderken bulurum.
Bu kez de öyle olacak, üstümde veda edememişliğin ağırlaştırdığı zehirli tozlar var çünkü.
Meriç Nehri’ne doğru gittik bir süre, sonra biraz ev yapımı şarap içmeye karar verdik ve ilk sapaktan saptık bir bilinmeze doğru.
Yaşasın, yola inanıyorum, bizi mutlaka iyi bir yere çıkaracak.
Derken bir köye geldik, meydandaki kahvenin önünde üç adam oturmuş bir şeyler konuşuyorlar, arabadan inmeden seslendim.
“Ev yapımı şarap satan bir yer arıyoruz.”
Bizi biraz inceledikten sonra pek umursamadan cevap verdi:
“Bu yolu takip edin, ilk köyde değil ikincisinde sorun.”
Sonra ekledi:
“Ama yabancısınız, size vermezler.”
Yol bizi buraya kadar getirmişken gitmemek olmaz.
Gideceğiz gitmesine de, eli boş dönme ihtimalinden ürkütmüyor da değiliz.
Neredeyse metruk bomboş bir köy geçtik, sonra iki hergele oğlanın boş bir arsada top oynadığı ikinci köye geldik, camı aralayıp ev yapımı şarap aradığımızı söyledim, meğer dedesi yapıyormuş ama “kendisine kadar” yapıyormuş, verir miymiş, bilmezmiş.
Gene de götürdü bizi.
Bir köy evinin girişinde bıraktığımız çocuk koşarak içeri girdi, hemen sonra dedesiyle birlikte geldi.
Bu sene ürün pek iyi olmamışsa da dedesi köydeki herkes gibi biraz şarap yapmış, gerçi o köydeki en çok şarap üretenlerden biriymiş ya, ama bu köydeki her ev de kendi gücüyle orantılı biraz şarap yaparmış, üzümleri “cabernet”, bağ kendisininmiş…
Uzun uzun anlattı.
Zaten almaya gelmiştik, aldık da.
İki buçuk litrelik pet şişeye doldurulmuş, iyi olmadığını alırken bildiğimiz bir şarap.
“Yirmi lira verin tamam.”
Altı üstü biraz ayaküstü sohbet etmiştik ama bir “sıcaklık” oluşmuştu aramızda, sanıyorum ona dayanarak bize bir çeşit yerfıstığından bahsetti, sadece burada, bu mevsimde yetişirmiş…
Onu da alacağız ama kimde var bilmiyor, Serkan diye bir adamı aradı, meğer o “ava” gitmiş, biraz gülüştüler telefonda karşılıklı, “Tamam” dedi, “bizim oğlanla gönderiyorum arkadaşları sana”.
“Bizim oğlan” dediği, köyün girişinde arabaya aldığımız ve bizi buraya getiren çocuk.
Tekrar düşecekken yollara, “Kaynananız seviyormuş” dedi, “avdan boş dönmemişler bugün”.
Bir beş dakika sonra Serkanlara geldik.
Serkan ve “abi” diye hitap ettiği iki adam.
Ben ömrümde bu kadar komik, bu kadar esprili, bu kadar matrak iki adam görmedim.
Aybars’a veda edişimizin ardından büyük bir ortaoyununun ortasına düşmüştük sanki, geceyle gündüz gibi değişmişti haletiruhiyem, kahkahadan katıldığım bir sohbetin içinde bulmuştum kendimi.
Bu Serkan dedikleri arkadaşlarıyla ava çıkmış, üç tane de yabandomuzu vurmuşlar ama Meriç Nehri’nde kıstırdığı hayvanları Yunanlı ahbaplarıyla da paylaşınca kendi “rızkını” alıp köye gelmiş.
Bizim yerfıstığı alacağımız adam, oraya vardığımızda, postu serilmiş bir yabandomuzunun kemiğinden kalan etleri sıyırıyordu, elleri ve üstü başı kan içersindeydi, yarabbi o ne feci bir görüntü!
Bir kan gölünün ortasında az önce öldürülmüş “taze” bir yabandomuzu.
Meğer bu Serkan, heybetli vücudunun içinde bir çocuk ruhu taşırmış da vurduğu hayvana bıçağı değdiremezmiş, etleri ayırmak için “abilerinden” yardım istemiş.
“Yabandomuzu vurmuşsunuz” dedim, “bize söylendiğine göre burada ziyan edilmezmiş”.
“Terbiyesizlik yapamayın” dedi o her zamanki alaycılığıyla, “domuz değil bu, bildiğin ‘çalıdanası’”.
“Çalıdanası” lafını ben o gün o köyde öğrendim.
Akşam inerken soğuk da gitgide kendini belli ediyor ama hemen yanı başımızda bir ateş yandığından soğuk bize işlemiyordu, üstelik fıstık almaya gelmişken “Tanrı misafiri” olduğumuz için bir de akşam yemeğine buyur edildik, eh zaten gönlümüzde var, bekleyeceğiz biraz daha yemeğin pişmesini.
Yemeği beklerken bir yandan yerfıstıklarını yiyor, bir yandan da evden gelen şarapları içiyoruz, üşüyüp ateşe biraz daha odun attık, sonra o korun yanına iki parke taşı, taşların üstüne ise bir tel ızgara koyduk ve kuşbaşı doğranmış taze etlerin pişmesini bekledik.
Artık gece başlamıştı biz ellerimizle etleri yerken.
Ezilmiş bir pırlantanın küçük parçaları gibi parıldayan binlerce yıldız vardı simsiyah gökyüzünde.
Şehirde asla görülmeyen yıldızlara o köyde kavuşuyordum.
Şu sık sık sözü edilen “Anadolu’nun şirin köylerini” ilk kez Trakya’da bulmuştum.
Bizimle biraz bir şeyler yedikten sonra abilerden biri gitti, biz beş “arkadaş” biraz daha oturduk, Serkan her birimize poşetlerce fıstık hediye ediyor, evden beş litrelik yeni bir şarap daha “yolluk” olarak geliyordu.
Akıl almaz bir izzet-i ikram, ömrümde gördüğüm en komik ikili…
Muhteşem bir sınır köyündeydim.
Yol bizi buraya getirmiş, sanki bir şey “hadi oraya gidin” demişti.
Ve, sadece içimizdeki bir sesi dinleyip sürmüştük arabayı, başkaca hiçbir programımız yoktu, hiçbir plan yapmadan kendimizi yola atmıştık.
Yabandomuzuna “çalıdanası” diyecek kadar ince bir mizah anlayışları vardı, hangi dönem olursa olsun sınırın öte yakasındaki köylülerle birlikte ava çıkıyorlar, vurabildikleri bir şey olursa paylaşıyorlardı.
Bir ayrılık, beni yepyeni bir beraberliğe götürmüş, bambaşka dünyaların insanlarını aynı sofrada buluşturmuştu.
Aynı ateşin etrafında buluşmuş, aynı plastik şişelerdeki içkileri bölüşmüş, aynı hayvandan “rızkımıza” düşeni yemiştik.
Adana’da çıkarılan ile kendi yerfıstığının ne kadar farklı olduğunu anlatırken gözlerinin içi gülüyordu Serkan’ın, yaptığı işten gurur duymanın gökteki yıldızlar kadar parlak ışığını gördüm.
Eylülde çıkıyormuş bu fıstık, tamamen doğalmış ve de buraya özgüymüş.
“Gazeteci” diye sesleniyorlardı bana, “çıkınca sana gönderirim biraz fıstık”.
“Gönder” dedim, aradan kaç zaman geçti, neler konuştuğumuzu unutup aradım.
“N’aber gazeteci?” diye dostça açtı telefonu, sanki eski birer ahbapmışız gibi.
Eski değildi, hepi topu bir kez bir uzun bir akşam yemeği yemiştik ama “saf bir samimiyetin” güçlü halatlarıyla hiç konuşmasak da sürecek bir arkadaşlık kurulmuştu aramızda.
“Fıstığın var mı?”
“Eylülde çıkacak dedik ya sana.”
Doğru, eylülde çıkıyordu, “Bana biraz gönder” dedim.
“Elli kilo yeter mi?”
Meğer, yılda iki yüz elli kilo yermiş bizim Serkan; o cüsseyi başka türlü nasıl besleyecek?
Gecenin bir yarısı İstanbul’a dönerken hem ayrılığın çamurlu tortusu hem de muhteşem bir gecenin havaifişekli coşkusu aynı anda yaşanıyordu ruhumda.
Aybars’ın koltuğu hâlâ boştu ama şişelerce şarabımız ve fıstığımız vardı.
Gökyüzünün zifiri karanlığına parlaklığıyla meydan okuyan yıldızlar gibi hem siyah hem de ışıl ışıldı içim.
Ne yekpare bir hüzün var ne de tek başına mutluluk.
En olmaz dediğin anda yepyeni bir şey çıkıyor karşına, saptığın bir yol sana bambaşka şeyler öğretiyor.
Vedaın ve askerliğin her türlüsündense hâlâ nefret ediyorum.
ucakbill13@hotmail.comTwitter: @bilgehanucak