Nihat İLBEYOĞLU
Gittin sessizce. Her zamanki gibi, yaptığın şeylerin şiddetini bizlere bırakarak. Kaç yıl oldu? Saydın mı? Biz saymıyoruz, sayılmaz bu! “Ötmek istiyorum viran bağlarda, ayağıma cennet sıralansa da...” bu senin dizelerindi. Özetin senin.
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet sıralansa da…
Gittin sessizce. Her zamanki gibi, yaptığın şeylerin şiddetini bizlere bırakarak. Kaç yıl oldu? Saydın mı? Biz saymıyoruz, sayılmaz bu!
“Ötmek istiyorum viran bağlarda, ayağıma cennet sıralansa da...” bu senin dizelerindi. Özetin senin. Yoksulların virane dünyasında gezmek, o sahte(kar) cennetlere yüz vermemek. Bizlere bıraktığın pusuladır bu biliyorsun! Komünistlerin, devrimcilerin, hayatın, dünyanın değiştirilmesine ilişkin şiarın, halkçasıdır bu. Sen bu dizelerde aşikarsın, hayatı algılaman, ahlakın, devrimciliğin... Bu iki dizede şifreledin kendini, gözümüze, gönlümüze... Bu dizelerinle yüreğimizin en güzel camekanlarına koyduk seni... Paha biçilmez bir politik zenginliğin olduğu bu sözlerin, binlerce slogandan daha etkili değil midir? O dizelerde ifade ettiğin, ahlakın, vicdanın, insaniliğin erdemliliği... Servet ve sefalet aynı dünyanın iki yüzü olarak durduğu ve birilerinin payına viran bağlar düştüğü sürece... O viran bağlarda bizimle hep el ele yürümedin mi? Sen, bizim viranelerin ozanı olarak sürekli rehberimiz olacaksın.
Şimdi, senin bizlere bıraktığın o yüklü mirası es geçip “Amerika katil”e burun kıvırıyorlar. Malumun; bu ülkede burun kıvırma özendiriliyor, anlama, veya o dönemin, Anadolu müzikal konjonktürünü tahlil etme değil. Ve bu burun kıvıranlar unutmasınlar Türkiye Halk Edebiyatı’nın en güçlü kollarından birini halk şiiri, özellikle de Aşık Şiiri oluşturur. Ve halk edebiyatını bugüne taşıyanlar ise, bu gelenekten beslenen sen ve senin feyiz verdiğin sanatçılardır. Sen 20. yüzyılın en büyük halk ozanlarından biriydin. Sınıfsal çelişkileri, yaşadığın bölgenin coğrafyasını, halkın değer yargılarını, kederlerini, yoksulluklarını, varsıllıklarını damıtıp yüreğinden, estetize ederek anlatan halk bilimi insanıydın. Dünyanın ozanıydın sen, insanlıktan öte ne umurun?
Devletin ödülü...
Mahpusluğunun, gördüğün işkencelerin sayısını hatırlar mırsın? Tek suçun şerefindi oysa senin, tıpkı ismin gibi... 1971’de başladı değil mi ilk mahpusluğun? Nihat Erim hükümetinin Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına kıymasına dayanamayıp ‘Erim Erim Eriyesin’ türkünü patlatmandandı ilk tutsak edilişin. Seni tutsak edenler, kendilerini daha güçlü sanıyorlardı. Oysa ’Bir Ulusun Türkülerini Yapanlar…’ bırakıldın yine alındın, bırakıldın yine alındın, bırakıldın yine... 1972’de Gaziantep’de evin kundaklandı. Bütün ödüllerin ve arşivin yandı. Sahi o yanan arşivinden neler kaybettik biz, hangi kara alevler çaldı rızkımızı, kim bilir? Sonra 1973... Halkı suça teşvikten yine mahpus damları. Ankara sıkıyönetim mahkemesi. Sonra, sonra o sökülen tırnakların, o işkenceler. Yıllar sonra nasılda bir halk ozanı gibi dip not düştün bu insanlık dışılığa, sana yakışır şekilde; devlet sanatçılığı tartışmalarının revaçta olduğu bir dönemde kalkıp “Devlet benim ödülümü sıkıyönetim dönemlerinde tırnaklarımı sökerek, işkenceler yaparak verdi” dedin.
Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Enver Gökçe gibi, gerçeklerle uğraşan şairlerin bu coğrafyaya dair şiir geleneğini, Pir Sultan’la, Nesimiyle, Aşık Veysel’le harmanladığın o anlamlı, derin dizelerin... Alevi-Bektaşi kültürünün kaynağından beslendiğin ama bir yandan da dirsek temasında bulunduğun çağdaş dünya edebiyatıyla yazdığın o derin dizeler. Sana ne demeli şimdi? Halk ozanı mı? Dünya şairi mi? Seni sadece dinlemek yetmiyor, anlamak, anlatmak gerekiyor. İnce İnce Bir Kar Yağmaz mı üstümüze? Aha Memmed Emmi yok mu yanı başımızda? Domdom Kurşunu değmiyor mu her gün kaşlarımızın arasına? Amerika Katil değil mi? “Kirvem” çağırsam gelmez mi? Bizler seni, senin dediğin gibi kefenle değil, insanlıkla sardık.
‘39’da başlayan hayatına 450 adet 45’lik plak, 10 adet longplay; 65 kaset ve doğaçlama yaptığın eserlerle birlikte yaklaşık 20 bine yakın şiir sığdırdın. 1998’de dünyanın yaşayan en büyük üç ozanından biri seçildiğinde, senin o mütevazılığın unutulabilir mi?
“Bazı insan hayvan imiş
hayvan adem olmaz imiş”
17 Mayıs 2002’yi hatırlamıyoruz. Sen hatırlıyor musun? Biz saymıyoruz, sen sayıyor musun? En azından, gazetemizin emekçisi, 80’lik delikanlısı İbrahim Dede yasakladı bize o günü. O her sabah tavşan kanı çaylarını doldururken, “İşte gidiyorum çeşmi siyahım”la başlıyor, “Amerika katil”e kadar getiriyor.
17 Mayıs’tan, hatırımızda kalan tek şey ne biliyor musun? Seni, unutulmayacak evlatlarından biri sayan bu halk, bu emekçiler, binlerce insan nasılda haykırıyorlardı ‘Mahzuniler ölmez, türküler susmaz’ diye. Sonra nasıl da binlerce kişilik bir koro misali, tıpkı senin gibi ölümsüz eserlerini okumuşlardı.
Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde bulunan mezarın tahrip edildi sonra. Çilehane bölgesinde bulunan mezarının taşı, kimliksiz kişilerce tahrip edildi. Mezar taşında yazılı, sana ait sözcüklerin bir bölümü de silindi. Bu kadar mı korku salmışsın çakallara, kurtlara. Biliyorsun, “Bazı insan hayvan imiş, hayvan adem olmaz imiş.”
Şimdileri soruyorsan; hâlâ tırnaklar çekiliyor, bedenler işkence taşlarına yatırılıyor, yiğitler muhtaç oluyor kuru soğana ve oğullar, kızlar gömülüyor toprağa... Ve tıpkı senin gibi, canıyla dişiyle “yuuhhhh” diyor birileri. Ve tıpkı yine senin dediğin gibi, dünya tembellerin, haksızların değil, çalışanların, haklıların olmalısı için...
Nihat İLBEYOĞLU / EVRENSEL HAYAT - 25 Mayıs 2008