Remzi İNANÇ
Önce bir tanım
Sözlüklerde şehit (şehîd), şehadet ve şühedânın karşısında hemen hemen benzer sözler yazılı. Örneğin Hayat Büyük Türk Sözlüğü’nde: “Din uğrunda canını feda eden, savaşta ölen Müslüman. ‘Müslüman olmayanlar için kullanılması kesin şekilde yanlıştır’diye de not düşülmüş (s.1102.)
Google’da açıklama biraz daha ayrıntılı. 1) “Şehit, İslâm dininde Allah yolunda vefat etmiş bir Müslümana verilen isim ve makam. Zamanla dini anlamından sıyrılıp vatanı uğrunda ölen kimseleri de kapsamış.” 2) “Şehîd, kendisine şahitlik yapılmış, Cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş anlamındadır. Şahit manası da vardır. Çünkü Allah katında, ölü değil, diridir.”
***
Ölüme tapınanlar… Yoksulluğun ve adaletsizliğin cenderesinde kıvranan pek çok Müslüman, kurtuluşu tez zamanda şehit olmakta arıyor. Bu bir anlamda ölüme aşkla tapınmaktır. Söz gelişi 11 Eylül’ün yaratıcıları bunlardan derlendi. Özellikle Afganistan, Pakistan, Irak ve Filistin’de (kaç yıldır ülkemizde de görülen) gözü kara intihar komandolarının günden güne artması pek rastlantı değildir. Çünkü onların kulağına fısıldanan, “Allah katında ölü değil, diri” sayılacaklarıdır.
***
Kore’deki Türk şehitleri…
Bundan elli küsur yıl önce, ilk gençliğimizde tanıştık topluca şehit haberleriyle. Tabii “Toprağı sıksam şüheda fışkıracak şüheda” mısralarına yabancı değildik. Ama şükürler olsun, pek ortalıkta şehit cenazeleri görülmüyordu. Ta ki Kore’de beş bine yakın civanımızı şehit verene kadar… Kore neredeydi? Ne işimiz vardı orada? O sıralar okul kitaplarında ve gazetelerde adını bile görmediğimiz, haritada yerini bulmakta zorlandığımız, yurdumuzdan kaç bin kilometre uzakta bir toprak parçası olduğunu sonra sonra öğrendik. ABD buraya, çekik gözlü, yoksul, ama Allah için, o kadar da yürekli Kore halkı ile barış ve demokrasi adına savaşmaya gelmişti. Biz de ona yardım etmek için kalkıp gitmiştik. Bunun karşılığında belki Nato’ya girecek ve yardım alacaktık. Dönemin Cumhurbaşkanı Bayar, Türkiye için kurduğu ünlü “Küçük Amerika” ütopyasını işte bu sıralarda kamuoyu ile paylaşmıştı.
(Tam yarım yüzyıl sonra büyük müttefikimiz ve strateji ortağımız (?!) Amerika, bu kez aynı gerekçelerle Irak’a saldırdı.)
***
Allah! Allah!
Bundan yirmi yıl kadar önce patlak veren, yaklaşık on yıl sürmüş İran-Irak savaşında iki taraftan da binlerce Müslüman yaşamını yitirdi. Şimdi sormaya dilimiz varmıyor ama yine de şeytan dürtüyor: Acaba iki taraftan hangisi şehadet mertebesine erdi. a) İranlılar, b)Iraklılar, c) Her ikisi de, d) Hiç biri…Siz ne dersiniz?
***
Şehit hacılar
On beş yılı geçti zahir. Turgut Özal sağdı. Bir Hac döneminde, oralarda bir kanaldan geçiş sırasında, tedbirsizlik ve cehalet yüzünden, büyük kısmı Türkiye’den giden pek çok insanımız havasızlıktan boğulup canından oldu. Suudi ilgililer, bu durumu öğrenmek için giden bizim bakan ve yüksek memurlarımıza gayet soğuk davranmış; “Takdiri ilahidir” diyerek kısa kesmişti. Ülkemizin Suudilere toz kondurmayan dini bütün Müslümanları ile seyahat acentalarının şeytani zekâlı kimi sahipleri hemen karşı propagandaya başlamıştı. “Oradaki kardeşlerimiz Allahın sevgili kullarıdır. Onlar doğrudan şehit sayılır. Allah herkese orada ölmeyi nasip etsin, vb.”
***
Yatılı Kız Kuran Kursu…
Üzerinden daha iki ay geçti geçmedi. Konya’nın Taşkent ilçesine bağlı Balcılar kasabasındaki kaçak (!?) ve yatılı Kız Kuran Kursu’nun ihmalkarlık ve cehalet nedeniyle çökmesi sonucu (yaşları on üç ile on altı olan) on sekiz yavrumuz hayatını yitirdi. Yakın cemaat bu çocukların Kuran kursunun verildiği binada ölmeleriyle bir bakıma şehitlik mertebesi aldıklarını usul usul seslendirdi. Böylece acılı ebeveynlerin ağzına bir parmak bal çalarak, işin mahkemelik yanını da kapatmışlardı.
***
Hamidiye Alaylarından köy koruculuğuna…
Kürdistan’ı kontrol altında tutmaya çalışan Sultan II. Abdülhamid, 19. yüzyılın sonlarında (1891), Kürd feodallerinden oluşan Hamidiye Alaylarını kurdurdu. Yaklaşık yüzyıl sonra da dönemin başbakanı Turgut Özel köy koruculuğunu keşfetti. O sıralar muhalefet lideri Bülent Ecevit bu oluşuma şiddetle karşı çıkarak özetle şöyle dedi Özal’a: “Ne yapıyorsunuz? Hangi devlet, savaştığı halkın bir bölümüyle erkini paylaşır?”
Sırtını devlete dayamış köy korucularından kimisinin işlediği adi suçlar medyada zaman zaman sergileniyor. İyi kötü bir maaşı, elinde silahı olan korucuların şu sıralar keyfi gıcır olmalı; Güneydoğu’daki çatışmada hayatlarını yitirince “şehit” olarak anılmaya başladılar artık.
***
Türkiye laiktir laik kalacaktır!
Evet, biz de öyle sanıp rahatlıyorduk doğrusu. İki hafta kadar önce Radikal’de çıkan genç bir akademisyenin “Her Şehitlik Söylemi Bir Laiklik İhlalidir” başlıklı yazısını okuyana dek…
Türkiye’de devletle dinin işlev ve ilişkilerini şehitlik bağlamında ayrıntılı olarak anlatıyor yazar. Zihin açıcı yazının “laiklik” ve “şehitlik”le ilgili bölümünü birlikte okuyalım istedim. Tümünü okumak isteyenler adı geçen gazetenin arşivine girebilir.
[(…)Devlet, laikliğin ihlali anlamında dini, dini hareketleri yalnızca kontrol altında tutmuyor, gerektiğinde teşvik ediyor. Şehitlik olgusu en fazla istismar edilen bir konudur. “Sözde değil, özde laiklik …” diyen, en küçük dini imajı laiklik ihlali sayan askeri bürokrasi halkın dine referansla vatanı için savaşmasını laikliğe aykırı bulmuyor(!). Oysa “şehitlik” konusu belki laikliğin en tipik ihlalidir. Laik bir uygulamada vatanı için ölmenin/savaşmanın referansı “görev gereği veya gerekirse onuru için ölmek”tir. Osmanlı’dan gelen Türk toplumsal kültürü vatanı, milleti ve devleti için ölmeyi ezan ve dine referansla şehitlik olarak tanımlıyor. Bu bağlamda, her bir şehit merasimi bir laiklik ihlali anlamına geliyor. Üstelik bu merasimlerin tümü laikliğin en tepeden savunucuların iştiraki ile kamusal alanda gerçekleşiyor. Aslında, laik öğretinin sınırlarını belirleyen askeri bürokrasiye sormak lazım; “siz, vatan, millet ve devlet için ölmeyi ne ile refere ediyorsunuz?”] *
(*) Her Şehitlik Söylemi Bir Laiklik İhlalidir, Yrd. Doç. Dr. İshak Torun, (Radikal, 13 eylül 2008)
Remzi İnanç
EVRENSEL HAYAT - 28 Eylül 2008