Alevilerde “Rızalık” kavramı son derece önemli bir kavram olup, bununla, bizlere dünyaya bakışlarının, toplumsal ilişkilere yaklaşımlarının temel ipuçlarını verirler. Rızalık, insanlar arasında bir gönül birliğini kurmayı amaçlar; karşılıklı razılık ve saygı çerçevesinde özgürce sürdürülen karşılıklı bir ilişkiyi ifade eder. Alevilerin yaşamında her şey rızalıkla sürdürülür. Bu yaşam biçimi “Rıza Kenti” söylencelerine de girmiştir; bu ütopya Alevilerin kurmak istedikleri dünyanın özlemlerini yansıtır. Buyruk’ta geçen bu söylence, dünyayı gezmeye çıkan bir sofunun yolu “Rıza Kenti”ne düşmesiyle başlatılır. Burada, sofunun temsil ettiği dünyaya egemen olan toplumsal düzen ile ‘Rıza Kenti’ sakinlerinin düzeninin kıyaslamasını görürüz. Bu kent dünyaya, dünyadaki ilişkilere benzemeyen devlet diye bir otoritenin olmadığı, herkesin ‘yeteneğine göre çalıştığı ve ihtiyacına göre aldığı’ her şeyin rızalıkla yürütüldüğü bir kenttir. Bu kente gelen sofuya buranın kuralları, burada nasıl yaşaması gerektiği öğretilirken şunlar söylenilir:
-Burada para pul geçmez. Burası Rıza Şehri’dir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın, yeter ki rızalık olsun, bunu unutma, diye tembih edilir. Söylence sonunda, dünyalı sofu, dünyadaki alışkanlıklarından bir türlü kurtulamadığından Rıza Şehrine uyamayacağına karar verilerek kentten çıkarılacaktır. Buradaki ütopya, yaşanılan feodal saltanat ve sömürü dünya ilişkilerine karşı alternatif olarak kurgulanmış ezen ve ezilenin, sömüren ve sömürenin olmadığı eşit ve özgür toplumsal ilişkilerin sürdürüldüğü Alevilerin dünyasını yansıtmaktadır. Henüz modern proletaryanın sosyalizm ütopyası ufukta görülmezken Anadolu’nun yoksulları bu ütopyayı çoktan kurmuşlardı. Engels ve Marx Doğu toplumlarındaki devrimci gelişmeleri hakkıyla irdeleyememişlerdir; çok yüzeysel değinirler. Eğer Anadolu’yu irdeleyebilmiş olsalardı Anadolu yoksullarının devrimci çıkışlarının, komünist bir dünya özlemlerinin hakkını teslim ederlerdi.
Aleviler kendi özlemlerini yansıtan toplum tasarımlarını yalnızca söylencelere, hikayelere, destanlara, fıkralara, şiirlere, deyişlere saza-söze dökerek ortaya koymamışlar; tasarladıkları kendi dünyalarını koşulların elverdiği oranda yaşama aktarmanın ya da kültürel yaşamları içinde sembolize ederek toplum belleğinde bu tasarımların günümüze kadar yer edinmesini sağlamaya çalışmışlardır. İşte, Alevilerin, bugüne kadar taşıdıkları bu geleneklerden biri de “Cem” etkinliğidir. ‘Cem’ Arapça bir sözcüktür ve toplanma anlamına gelir. Ancak bu deyimin, daha yakın zamana kadar, kırsal kesimlerde pek kullanıldığı görülmez. Kırsal kesimlerdeki genel kullanımı ‘Görgü’dür; görülmek sözcüğünden gelir Türkçe bir sözcüktür. ‘Cemevi’ne de ‘Babadamı’ denilmiştir (en azından yaşadığım Arguvan yöresinde böyle olduğunu biliyorum).
Alevi yoluna ikrar vermiş kişi yılda bir kez bugün Cem denilen Görgü’den geçer. Bu, toplu olarak yapılan bir etkinliktir. Bu etkinliğin olmazsa olmaz yönü ise ‘Rızalığa’ bağlı olmasıdır. Herkesin herkesten ve kişinin kendi kendinden rızalığı (kişinin kendi özeleştirisi) alınmadan görgü yapılmaz; diğer deyişle böyle bir etkinlik gönül birliğini gerektirir. Alevilerde gönül birliği olmadan ortak yaşam da olmaz; dolayısıyla, esasında, bu görgünün temel amacı da toplumda bir gönül birliğini oluşturmaktır.
‘Rıza Kenti’ söylencesinde toplumsal yaşamın tüm evresi rızalıkla olup biter. Görgü olayında da o etkinliğin içinde yer almanın koşulu rızalıktır. Gerek söylencede gerekse de görgü olayında, toplumsal düzen, şeri ve örfi tüm otorite yerine toplum otoritesinin (toplumun
yargısı ve yol kuralları) ikame edilmesiyle kurulur ve sürdürülür ve herkesin gücü oranında toplumsal yaşama katıldığı ve ihtiyaçların da eşitçe paylaşıldığı sosyoekonomik bir yaşam biçimi olarak ortaya konulur. Anlaşılacağı üzere Alevilerin ‘Cem’ olayı, Alevilerin ortaya koyduğu felsefi yaklaşımlarla, tüm söylenceleriyle örtüşmektedir. Bu gerçekliği “Kırklar Meclisi” söylencesinde de görürüz.
Kimilerinin elinde, kimi yerlerde Cem etkinliği inanç alanına kaydırılıp ağlama etkinliğine dönüştürülerek somut toplumsal ilişkilerden koparılmak istenilir. Bu etkinliğin 16. yy. başlarından itibaren kurumsal bir yapılaşmayla sistemleştirilerek yürütülmeye başlandığı ve Ali ve ehlibeyt kültü gibi bir inanç kabuğuna büründürüldüğünü biliyoruz. Toplumun maddi yaşam ilişkilerinden ve duygusundan ayrı düşünülemeyecek olan ve toplumsal sürece hizmet eden her toplumsal etkinlik gibi somut yaşam ilişkilerinden ve toplumun duygularından soyutlanamayacak cem etkinliği de toplumsal bir amaca hizmet eder. ‘Cem’deki inanç kabuğunu kaldırdığın zaman yaşanılan ya da arzulanan, özlenen toplumun sosyokültürel tüm yaşamını sembolize ettiğini, yansıttığını görürüz; dolayısıyla diyoruz ki, Alevilerde günümüz yaygın deyimiyle ‘cem’, ezilen ve sömürülen bir sınıf duygusuyla hümanist felsefi bir düşünce temelinde, gönül birliği içinde eşitlikçi, paylaşımcı, özgürlükçü bir toplumu yaşama ve yaratma çabasıdır. ‘Cem’de herkes herkesten rızalık aldıktan sonra gönül birliğine varılır, canı cana, malı mala katarak ‘bir ’olunur, gerçek anlamda toplumda birliğe ulaşılır. Bu etkinlik eşitliğin ve adaletin sağlanılmasıyla toplumun barış içinde, birlik içinde, huzur içinde yeniden yaşamı üretmesini sağlama çabasıdır.
Rızalık olmadan ‘cem’in olmayacağını Alevi görgü-yol kurallarından haberdar olan herkes bilir; ama bugün kentlerde ve kırsal yörelerde cem etkinlikleri rızalık alınmadan, canlar arasında ‘musahiplik’ aranmadan tertip edilebilmektedir. Esasında, ‘Görgü Cemi’ olarak adlandırılan bu ‘cem’in gerçek manada yapılabilmesinin günümüz koşulları içinde pek de olanağı yoktur; gerçek manada yapılamayan bir etkinliğin de eski işlevselliklerini ve amaçlarını da karşılayamayacağı açıktır. Bu gerçekliği akılda tutarak, elbette ki, bu kültürün yaşatılması, gelecek kuşaklara aktarılması adına cem geleneği uygun mekanlarda sürdürülmelidir. Ancak inanç kabuğu aralanarak bu geleneğin amacı, işlevi topluma açık edilmelidir. Rıza kenti ütopyasıyla oluşturulan bir teoremin gerçek yaşamda sembolikte olsa bir karşılığı olan ‘cem’in anlamı topluluğa kavratılmalıdır. Bu çaba içinde olan dedelerimiz var; ama birçok kurum için aynı şeyi söylemek zor; ya folklorik bir gösteriye, bir nostaljiye dönüşüyor ya da İslam’ın bir farzı gibi ehlibeyt matemine ve dini tapınmalara dönüştürülüyor.
Dini topluluklarda tüm etkinlikler, ibadetler, ritüeller Tanrı’ya adanmıştır; Tanrı için yapılır. Aleviler de ise insana, topluma adanmıştır; toplum için yapılır. İnsana, topluma, diğer deyişle somut görülen bir varlığa adanmış bir etkinlik de kaynağını yine toplumsal ilişkilerden alır. Burada kolaylıkla görüyoruz ki ‘Cem’ görünmeyen bir ilahi varlığa tapınma değildir. İllaki bir tapınma denecekse görülen bir varlığa, insana tapınma; özgür, eşit, sömürüsüz bir toplum için yapılan tapınma diyebiliriz. Cem Evleri’nin de bir tapınak olmadığını söyleyelim. Cemlere insana ve doğaya zarar verenler bunun hesabını toplum huzurunda vermeden alınmaz; bu anlayışta da görülüyor ki, cemler ‘kamil insan ve toplum yaratma’ gibi bir amaca da hizmet etmektedir. Günümüz Semavi dinleri, yoksullara bu dünyada şükretmeleri karşılığı öbür dünyada cenneti vaat ederken, cehennemi bu dünyadan defetme ve cenneti bu dünyada kurmak Alevi öğretisinin temel dürtüsüdür. Egemenleri asıl korkutan da işte budur. Cemlerin yasaklanması, kovuşturmalara sebep olması, suçlama ve karalamalarla bu toplantıların toplum gözünde gayriahlâkî bir olay haline sokulması bundandır. Cem Evleri’nin resmi statüsünü tanımaya yanaşmayan, dolayısıyla bu yasakçı zihniyetin günümüzde de sürdürülüyor olması manidardır.
Kazım Eroğlu