Rıfat OKÇABOL : 6 Kasım
6 Kasım sıradan bir gün değil. Çeyrek yüzyıldır yalnız yükseköğretim sistemimize değil, tüm yaşamımıza damgasını vuran, yükseköğretim sistemini YÖK ile taçlandıran (!) bir gün. Kolay değil, 1973 tarihli ve 1750 sayılı yükseköğretim yasasıyla kurulup Anayasa Mahkemesi’nin 27 Mayıs Anayasası’na dayanılarak 1970’lerde iptal ettiği YÖK, 12 Eylül dayatmasıyla, 6 Kasım 1981’de kabul edilen 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile yeniden kurularak işlevsel hale getirildi.
Yükseköğretim mensuplarının büyük çoğunluğu, 2547 sayılı yasaya ve YÖK’ün kuruluşuna karşıydı, bugün de karşılar. Yükseköğretim mensuplarının genelde sessiz durduklarına bakmayın, herkesin yakındığı bir şeyler var. 6 Kasımların çağrıştırdığı 2547 sayılı yasanın belki de en vahim yanı, bilimsel ve demokratik bir yasa olmayıp YÖK ile rektörlere dayanılmaz yetkiler vermesi. Demokratik söylemleriyle bilimsel ve toplumsal düşünceleriyle tanınan kişiler içinde rektör ya da YÖK üyesi olduktan sonra değişim gösterenler az değil. Yükseköğretimde yetkili konuma gelenlerin önemli bir bölümünde gözlemlenen olumsuz tutum ve davranışlarda, 2547 sayılı yasanın verdiği yetkilerin ortalama insanı çileden çıkaracak derecede etkili olduğu yadsınabilir mi? Yasanın verdiği yetkilere sahip olanların olumlu özelliklerini koruyabilmeleri herhalde her babayiğidin harcı değil.
Yetkiler bu denli güçlü olmasa, rektörlerin ya da YÖK’ün düşündüklerini, söylediklerini, yazdıklarını ya da yaptıklarını beğenmedikleri insanlara, öğrencilere ve de öğretim elemanlarına, yaşamı dar etmeleri, YÖK’lü üniversite tarihinin böylesine anlamsız ve haksız olaylarla dolu olması bu kadar kolay ve yaygın olur muydu? Üstelik bu tür cezalar (sayıca az olsa da) her üniversitede görülen ve yaşanan durumlar.
2547 sayılı yasa pek çok kez (50 dolayında) değişikliğe uğradı. Göstermelik bir-iki değişiklik dışında anlamlı bir yenilik gerçekleştirilemedi. Üniversitelerin YÖK’e bağımlılığı giderek arttı. Üniversiteler, YÖK’süz bir şey yapamaz oldular; ortaöğretime dönüştüler. Toplumsal olaylarda tepki koymak için YÖK’ün işaretini beklemeye ve YÖK’ün istemediği konularda tepki vermemeye başladılar.
Hadi canım sen de böylesine sıkılık, katılık ve demokratik olamama bizim ruhumuzda var, bu durum o kadar da abartılacak bir durum değil diyemiyoruz. Çünkü yasanın verdiği sınırsız yetkiler, sorumluların olmayacak yanlışlar yapmasını da kolaylaştırdı, üniversitelerin toplumdan kopuşunu da. YÖK sayesinde, 1982-1992 yılları arasında özellikle tutucu olanlar rektör ve dekan oldu. Pek çok öğretim elemanı 1402 sayılı sıkıyönetim yasası ile üniversiteden (sorgusuz ve sualsiz bir biçimde ve tüm kazanılmış haklarını kaybederek) atıldı. Türk-İslam sentezi desteklendi. YÖK başkanı kendi vakfına bir alternatif üniversite (Bilkent) açtırdı. Yükseköğretimde türbana izin verildi ve türbanın serbestleşmesi için olur-olmaz yasa değişiklikleri desteklendi. Bir ara, rektör ve dekan yapılacaklarda dini eğilimler öne arandı. Üniversitelerde öğrenciden harç alınmasına ve genel bütçeden vakıf üniversitelerine kaynak aktarılmasına başlandı. YÖK ikinci bir 6 Kasım’ı (1997 yılında), Dünya Bankası’nın kredisi, uzmanlığı ve önerisiyle geliştirilen öğretmen yetiştirme sistemini eğitim fakültelerin dayatarak yaşattı. YÖK bununla yetinmedi, 1998 yılında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenini yetiştirme yetkisini ilahiyat fakültelerine verdi, bu öğretmenleri ilköğretimde Türkçe ve sosyal bilgiler dersi öğretmeni olarak kullanmaya kalktı. Bu uygulamayı düzelteyim derken bir başka yanlışlığı gerçekleştirdi: İlahiyat fakültelerinden Sünni Hanefi inanca uygun dersler alacak Hanefi kültürü ve ahlakı ile eğitilmiş kişileri, eğitim fakültelerinde (nasıl olacaksa) Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak yetiştirmeye başladı. Eğitim bilimleri neredeyse yok edildi. Komşu ülkelerde binlerce lisans öğrencisinin okuduğu eğitim bilimleri alanlarındaki lisans programları kapatıldı. Öğretmen yetiştirmede sayısal gelişmelere önem verilirken, içerik ve eğitim bilimci yetiştirme işi göz ardı edildi. Tüm yurttaşları ilgilendiren eğitim konularında YÖK’ün tutumu YÖK üyesi olan en fazla 1-2 eğitimcinin görüşüne göre belirlenmeye başlandı. Vakıf üniversiteleri, kamusal arazilerin vakıf üniversitelerine peşkeş çekilmesi, üniversite harçları, üniversitelerin paralı olması, yoksul öğrenciyi eğitim sistemi dışında tutacak “girişimci üniversite” tüm YÖK başkanları tarafından desteklendi. YÖK başkanları, neredeyse vakıf üniversitesi açma yarışına girdi. Çeyrek yüzyılda ne gerekli öğretim elemanı yetiştirildi ne de gereksinimi olan öğrencilere yurt olanakları sağlandı. Akademik yükseltmelerde, yabancı dergilerde yayımlanan yazılar öne çıkarılarak Türkiye’nin sorunlarının ikinci plana itilmesinin yolu açıldı.
Evet, haklısınız, olumsuzlukları sıralamaktan ben de sıkıldım, daha fazla uzatmanın alemi de yok, gelecek önemli. Şimdi siz, ilk YÖK başkanı Doğramacı’ya TBMM ödülü veren ikinci YÖK başkanının da Kahramanmaraş’tan milletvekili yapan AKP olsanız, YÖK başkanları ile YÖK üyelerinin çoğunu belirleme ve rektörleri atama yetkisi tam da elinize geçmişken anayasadaki YÖK maddesini ve/ya da 2547 sayılı yükseköğretim yasasını değiştirir misiniz? Yasaları değiştirecek olsanız, YÖK’e karşı olup kamusal bilimsel ve demokratik üniversiteyi savunanların hangi beklentilerini karşılarsınız? Anlaşılan daha nice YÖK’lü yıllarımız olacak. Kamusal üniversiteden yana olanlara kolay gelsin.
Rıfat OKÇABOL
2 Kasım 2007 - GÜNLÜK SİYASİ GAZETE SOL
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy28318 = 'okcabolr' + '@';
addy28318 = addy28318 + 'gmail' + '.' + 'com';
var addy_text28318 = 'okcabolr' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';
( '' );
28318 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->