Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü’nü alan Adalet eski Bakanı Seyfi Oktay, konuşma yaparken, Gül’ün korumaları tarafından kürsüden indirildi. Oktay, konuşmasını bitirseydi Gül, ağır suçlamalara muhatap olacaktı. İşte o konuşmanın tam metni:
Hacıbektaş’ta kürsüden indirilen Seyfi Oktay’ın konuşmasının tam metni
Sayın Cumhurbaşkanım
Sevgili dostlar;
Pir Hacıbektaş Veli’nin manevi huzurlarında onun evrenselliğe taşıdığı, sevgi, barış ve dostluk ortamında, herkesi sevgilerle selamlıyorum.
Dostlar;
Büyük ozan Abdulhak Hamit Tahran şiiri tanımlarken “En büyük şiir bir gerçek karşısında hiçbir şey ifade edememektir” demektedir. Şimdi yaşadığım büyük bir mutluluk karşısında bir şey ifade edebilmenin zorluğunu duyumsuyorum.
İnsanlık aydınlanmasının mimarları yolunda bir zerre olabilmek, bir faninin ulaşabileceği en büyük erişkinliktir.
Pir Hacıbektaş Veli Barış ve Dostluk ödülünün bu yıl bana verilmesini, bu yolda bir zerre oluşumdan değil, zerre olma yolundaki çabalarımın ödüllendirilmesi olarak değerlendiriyorum. Beni bu ödüle layık görenlere, bu karara gönülleriyle katılanlara şükranlarımı sunuyorum.
Değerli Dostlar;
Alevilik, Bektaşilik ve Mevlevilik Tanrı, insan ve evren bağlantısını kavrayan ve her şeyi bu üçgen üzerine bina eden bir inanç sistemidir.
Sayın Cumhurbaşkanım
Değerli dostlar;
Bu inançta tüm evrenin, yaratanın etrafında döndüğüne, yaratanla bütünleşme, ona ulaşma ihtiyacıyla döndüğüne inanılır. Bu özlemi, bu ihtiyacı semah dönmekle simgeleştirir ve adeta somutlaştırır. Bilinir ki, tasavvuf felsefesine göre, insan yaratandan, tanrıdan bir zerredir. Bu nedenle insan da evrenin mihrakında olan bir yüce varlıktır. Başka deyişle bu felsefe insanı tanrı katına yüceltir. Bu nedenle insanın evrendeki varlıklardan farklı ve anlamlı bir konumda olduğuna inanılır. İnsan düşünce üretebilen, karar verebilen, onu uygulayabilen benzersiz yetenek ve niteliklere sahip olan bir varlık.
Buna göre, her şeyin insan için, insanın yaratıcılığı, insan aklının belirleyiciliği, insanın özgürlüğü, onuru için olduğuna inanılır.
O nedenledir ki, insanlar arasında ayrım yapmanın ilkellik olduğuna inanılır. O nedenledir ki, 72 millete aynı nazarla bakılır, ırk, dil, din, cinsiyet, renk ve inanç nedeniyle ayrım yapmayı reddeder.
Hacıbektaşi Veli, “düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız” diyor. “Her insan okunması gereken bir kitaptır, incinsen de incitme” diyor.
Büyük gönül eri Ahmet Yesevi, “Sünnet imiş, kafir olsa incitme Hüda bizardır katı yürekli gönül incitenden” diyor. Yunus, “iki cihan bedbahtı, kim gönül yıkarsa” demektedir.
Bakınız, Mustafa Kemal Atatürk, “uygarlık demek bağışlama ve hoşgörü demektir. Bağışlama nedir, hoşgörü nedir bilmeyen, uygarlık değil zorbalıktır ki, çöker” diyor.
Bu inançta kadın-erkek ayrımına yer yoktur. Hacı Bektaş Veli, bu konuda şu dörtlüğü dile getiriyor.
“Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde
Hakkın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok
Noksanlıkla eksiklik senin görüşlerinde”
Atatürk ise;
“İnsanlığın yarısını yerlere çivileyerek, diğer yarısını yüceltmek mümkün değildir” demektedir.
Bu kültürde zulme karşı başkaldırı vardır. Bu inanç zulmü, insanlık suçu olarak görür.Pir Sultan’da olduğu gibi birçok ozanımızda yaşamı pahasına zulme başkaldırı vardır.
İnsanlığın yüz akı, Kerbela şehidi Hazreti Hüseyin, “Zalime hizmet etmekten elde edeceğim mutluluktansa ölümü tercih ederim” diyerek bir avuç ailesi ve yandaşı ile sonucun ölüm olacağını bile bile, zalimin 70 bin kişilik ordusuna karşı çıkarak insanlığa bir kararlılık ve erdemlik örneği sunmuştur. Bu kültürde belirleyici olan akıl ve bilimdir. İnsanı diğer yaratıklardan üstün kılan akıl sahibi oluşudur.
Aklı doğmalarla sınırlandırarak devre dışı tutmaya çalışmak insanlığa yapılabilecek en büyük zulümdür.
İşte bu bağlamda Hacı Bektaşi Veli “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu” demektedir.
Mustafa Kemal Atatürk;
“Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” diyor.
Evreni kucaklayan bir kültür ve inanç yapısını tüm derinliğiyle sunmak kapsamlı bilimsel çalışmalarla olasıdır.
Ancak bu kültürün ve inanç yapısının bildiğimiz ana öğelerini yan yana koyunca görülmektedir ki, çağdaş, demokratik, laik, özgürlükçü bir hukuk devletinin, özünü değerlerini, olmazsa olmazlarını içermektedir.
Ne yazık ki, bu büyük insanlık birikiminin Ön Asya’da, Anadolu’da oluşturacağı uygarlık, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Arap Kültür emperyalizmine kurban edilmiştir. Ülkemiz o tarihten beri Emevi- Vahabi kültürünün tasallutundan kurtulamamıştır. Anadolu kültürü dediğimiz bu kültürün tüm kaynakları, o dönemde yok edilmeye çalışılmış, kütüphanelerde kitaplar yakılmış, adeta kültür soykırımı gerçekleştirilmiş, kitlesel katliamlar yapılmıştır.
Bütün bunlarla birlikte hilafet devlete taşınmıştır. Böylesine bir dönemden sonra çağının en büyük devlet adamı, en büyük önderi Mustafa Kemal Atatürk gelmiştir. Tüm mazlum milletlere de önder olan Atatürk, tarihte benzeri bulunmayan emperyalizmin dev güçlerine karşı verilen bağımsızlık savaşıyla birlikte bir büyük devrimi gerçekleştirmiştir.
Bu devrimle teokratik bir sistem demokratik bir sisteme dönüştürülmüştür.
Doğmatizmden akılcılığa geçilmiştir.
Akıl ve bilim tutsaklıktan kurtarılmıştır.
Ümmet toplumundan ulusal topluma geçilmiştir.
Egemenlik gökten alınarak halka verilmiş ve haklaştırılmıştır.
Dostlarım;
Devrimin bu karakterini, devrimin temeli olan laik ilke biçimlendirmektedir. Devrimin kaynağı ve temel direği olan laiklik ilkesi toplumun akıl ve bilim dışı düşüncelerle yargılardan uzak kalmasını amaçlar.
İşte bu nedenledir ki, bu devrimle sanatta, kültürde, siyasette, yönetimde, toplumu düzenleyen kurallar demokratik, laik bir temele oturtulmuştur.
Birtakım doğmatik, şeri bilgilerle aklı dışlayan, eğitim ve öğretim yerine, demokratik, laik eğitim programları uygulamaya konulmuştur.
Tarihte görülmemiş kapsamlı bir hukuk devrimi gerçekleştirilmiştir.
Uygun görülürse hukuk devletine ilişkin olarak bir temel noktaya açıklık getirmek istiyorum.
İfade ettiğim gibi devrim, egemenliği halklaştırmıştır. Hükmetmek, egemenligi kullanmak halka bırakılmıştır.
Ancak, devrim bununla yetinmemiş, halk egemenliğini demokratik, laik hukuk devletiyle taçlandırmıştır. Çünkü, demokratik, özgürlükçü hukuk devletinde, azınlığın da çoğunluğun da keyfi yönetimine diktasına yer yoktur. Hukuk devletinde herkes hukuka bağlı ve bağımlıdır. Hangi koşulda olursa olsun, hiç kimseye, zümreye, sınıfa ve partiye ayrıcalık tanınamaz.
Hukuk üstünlüğünü sağlayan kurallarla, kendisini bağlı saymayan anlayış, hukuk devleti nezdinde meşru sayılmaz. Eğer hukuk devleti yaşayacaksa, hukuk devletinden kurtulmak gibi bir amaç yoksa, yüzde 90 oyla iktidar dahi olsanız, hukuka, özellikle onun olmazsa olmaz ilkelerine uymak zorundasınız.
Hiç kuşku yok ki, parmak çoğunluğu demokratik işleyişi sağlayan, hukuk devletine işlerlik kazandıran olgudur. Ama bu durum hukuksal ve demokratik çerçevede kaldığı sürece böyledir. Onun dışına çıkan parmak çoğunluğu, demokratik niteliğini kaybeder. Demokratik hukuk devletinde parmak çoğunlukları, sistemin totaliter yapılara dönüştürülmesinin aracı olamaz, keyfi yönetimin, despotizmin, hukuk dışılığın, çağdışılığın aracı olamaz ve ona demokratik meşruiyet kazandıramaz. Ünlü bilgin Spinoza, “parmak çoğunluğu insanı hikmet sahibi yapmaz” diyor.
Evet dostlarım;
Atatürk’ümüzün önderliğinde, yaklaşık 15-18 yıl gibi kısa bir sürede böylesine köktenci ve anlamlı bir devrim gerçekleştirilmiştir.
Elbette atılan bu temel üzerinde hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi, özgürlükleri geliştirmek ve pekiştirmek, siyasetin siyaset kurumlarının görevi idi.
Ne yazık ki, çok partili siyaset dönemine geçildikten sonra, siyaset kurumları bu işlevlerini gerçekleştirmede yetersiz kalmışlar, devrimlerin toplumda içselleştirilmesine gereğince hizmet edememişlerdir. Tersine, siyasal güç kazanmayı, din istismarında aramışlar ve böylece kendi varlık nedenlerine ters düşmüşlerdir.
Bu siyaset tarzının kendilerine de bir yarar sağlamadığını zaman içerisinde görmüşlerdir.
Ne yazık ki, bu siyaset tarzının gerçekte öngörmedikleri bir yönetim biçimine altyapı oluşturduğunu çok geç fark etmişlerdir.
Fark etmişler midir acaba?
Dilerim fark etmişlerdir.
Toplumda köklü değişim ve dönüşüme karşın var olan siyaset kurumlarımız giderek daha da statükocu olmuşlardır. Parti içi demokrasi dışladıkları için güç kaybetmişler, üretkenliklerini yitirmişlerdir. Bu nedenle eskimeyi önleyememişler, sistemi gereksinimler doğrultusunda yenilemekte yetersiz kalmışlardır.
Bugün Cumhuriyet’in çoğu temel kurumları, kuruluş amaçlarına ters işler hale gelmişler, demokratik, laik niteliklerini çok önemli ölçüde yitirmişlerdir.
Örneğin demokratik, laik sistemle din arasında herhangi bir egemenlik çatışmasına meydan vermeyerek dinin kendi işlevinde, devletin kendi işlevinde kalmasına katkı yapmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Ne yazık ki, Diyanet İşleri Başkanlığı yıllardan beri 1982 Anayasasa’nın öngördüğü ilkeler doğrultusuna bile çekilememiş, Anayasamızın çok gerisinde kalmıştır.
Bakınız, Anayasamız Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
- Laiklik ilkesi doğrultusunda çalışacığını,
- Siyaset dışında kalacağını
- Milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek hizmet edeceğini öngörmektedir.
Bugün Diyanet İşleri Başkanı Aleviliği farklı bir inanç olarak kabul edersek Aczmendileri aynı şekilde kabul etmemiz gerekir diyebiliyor.
Bu düşüncenin, tarihsel, inançsal gerçekler karşısında, bilimsel veriler karşısında, yaşamın gerçekleri karşısında bir geçerliliği olabilir mi?
Bu düşüncenin demokratik, laik sistem ve anlayışla bağdaşır tarafı var mı?
Bu düşüncenin Anayasa’nın öngördüğü milletçe dayanışmayı gerçekleştirecek bir yanı var mı?
Asırların ötesinden, zulümleri, baskıları acıları aşarak bu günlere gelmiş bir inancın inkar edilmesiyle Anayasanın öngördüğü toplumsal dayanışma gerçekleşebilir mi?
Demokratik laik sistemde herhangi bir din kurumu siyasete böylesine fetva üretebilir mi?
Sayın Cumhurbaşkanım
Sevgili dostlarım
Demokrasi, farklılıkların birbirini yok etmesine müsaade etmeyen, tersine farklılıkların korunmasında ve birlikte yaşamasında hikmet arayan bir sistemdir.
İşte bu nedenle demokrasiyi anlamlandıran ve güçlendiren çoğulculuktur. Farklı inançların birlikteliğine, başka bir ifadeyle inanç çoğulculuğuna imkan verilmesi tüm toplum kesimlerinin mutluluğunu, güçlü bir dayanışmayı ve güçlü bir ulusal beraberliği getirecektir.
Bu bakış açısıyla diyorum ki;
Din ve devlet ilişkilerinin yeniden demokratik ve laik bir esasa oturtulması, demokrasimizin geleceği açısından yaşamsal bir konuma gelmiştir. Bu konunun ortak akılla belli esaslara oturtulması gerekir.
Şimdi burada çağdaş demokrasinin, çoğulcu yapının ana unsuru sivil toplum örgütlerine sesleniyorum.
Bu konuda ortak akıl yakalamak ve sağlıklı bir çözüme ulaşabilmek için konuyu kamuoyunda tartışmaya açmanızı diliyorum.
Sayın Cumhurbaşkanım, değerli konuklar, bu alanı dolduran ve ekranları başından bizi izleyen gönül dostları, sunuşumun Hacı Bektaşi Veli hoşgörüsüyle değerlendirilmesini diliyorum.
Mutluluk ve esenlik dileklerimle sizleri saygıyla selamlıyorum
Seyfi Oktay
Adalet eski Bakanı
www.habercek.com - 17 Ağustos 2008