Öğretmen Kutsal Değil Artık

Öğretmen Kutsal Değil ArtıkFehmi SALIKBir kez ürün verir ekersen tohumBir kez ağaç dikersen on kez ürün verirYüz kat olur...

Öğretmen Kutsal Değil Artık

Fehmi SALIK

Bir kez ürün verir ekersen tohum
Bir kez ağaç dikersen on kez ürün verir
Yüz kat olur bu ürün eğitirsen halkı
Öğretirsen balık tutmasını, her zaman doyar karnı...
                                                   -Kuan Tzu-

Yukarıdaki başlık, 12 Eylül 1980 Darbesi'nin tam da yapıldığı gün, Cumhuriyet Gazetesi'nin arka sayfasında yazdığım bir yazının başlığıdır.

Bugün de aynı kanıdayım.

Teknolojinin bu akıl ermez gelişimi karşısında, eğitim alanında, ülke genelinde değişen pek de bir şey yok.

Kenan Evren adlı cellatın, dayatmasıyla  "24 Kasım Öğretmenler Günü" olarak kutlanmaya başlandı. Böyle bir günü, sözüm ona, öğretmenlere armağan olarak sunan bu faşist zihniyet, en verimli çağlarında ilerici, devrimci, yurtsever nice sayısız öğretmeni, hazanda dökülen dut yaprağı gibi yerden yere savurdu, sürdü, kırdı...

Konu değişse de, burada aklıma şu geliyor hemen:

12 Eylül referandumu öncesi,  "12 Eylül'den hesap soracağız"  diye hançeresini yırtıp bağıranların, seçimden sonra sesleri/solukları çıkmaz oldu nedense...

Biz konumuza dönelim yine:

Çinli ozanın, yukarıdaki dört dizesi çok anlamlı.

Biz yıllardır balık tutmasını, öğretmenlerimizden öğrenemedik bir türlü; öğretmen olarak da balık tutmasını bilmediğimiz için öğrencilerimize de öğretemedik. Verdiğimiz uğraş, balığı sadece yemek için oldu.

Ezbere dayalı fos bir eğitim izlencesi, çocuklarımızı ta o yaşta bir başkasının diliyle konuşmaya, bir başkasının belleğiyle düşünmeye mecbur kıldı. Pişirmesini bilmeden, iyi bir yiyici olduk. Düşünmek ağır geldi; papağanlaştık. Etken değil, edilgenleştik. Üretken değil, hazırcı olduk. Egemen gücün istediği de buydu zaten. Düşünmeyi, üretmeyi hazmedemezdi o; işine gelmezdi böylesi bir gelişim. Böylesi bir oluşum, onun gücünü azaltır, ekmeğinin yağını keserdi. O, yavan ekmek yiyemezdi bizim gibi. Ozanın dediği gibi onların yemekleri  ballı/börekli  olacaktı hep. Onlar, daima üstte olacaklardı; buyurgan olacaklardı. Ezilen de, horlanan da biz olacaktık sürekli. Gerçek olan o ki süreç, öyle de işledi. Derileri yüzülenler, boyunlarına urgan geçirilenler, köy meydanlarında kurbanlık hayvan gibi dolaştırılanlar, boğazlarına ustura atılanlar, ağızlarının içine kurşun sıkılanlar hep bizler olduk. Hep bizlerin öğrencileri zindanlarda, açlık oruçlarında kendi bedenlerini yiye yiye bu yaşama veda etti. Adımız öylesine yamandı ki egemen gücün dudakları arasından  zehir/zıkkım  olarak dökülürdük. " Komünist'tik, Kürt'tük, Kızılbaş'tık".  Biz, egemen güç için onulması zor bir hastalıktık. Veba, kolera bu hastalığın yanında sıfır kalırdı. Öyleyse egemen gücün, bizden uzak kalması gerekirdi. Bize yaklaştılar mı, hastalığın onlara da bulaşacağından korkuyorlardı. Bunun için de bizleri sürmeleri, güçsüz kılmaları, ezmeleri, yakmaları, yok etmeleri baş koşuldu. Düşündüklerini rahatlıkla eyleme geçirdiler. Suyumuzu kestiler; derimizi yüzdüler; fidan gibi bedenleri darağaçlarında sallandırdılar; Neron'un yangınını aratmayacak biçimde toplumsal olarak yaktılar bizi. Yeni yeni  Kerbela'lar  yarattılar. Egemen güç, yukarıda sözünü ettiğim o üç sözcüğün ortak olan ilk harflerini yan yana getirip bir mühür gibi  3 K  olarak alnımıza yapıştırdı. Birinci evrede " Komünist " sözcüğüne öncülük verdi. Hesabına gelmeyenler için bağırıyordu hemen:  Moskova'ya, Moskova'ya!  Sovyetler Birliği dağılınca rahat bir nefes aldılar. Komünizmden kurtulmuşlardı artık. Ama bu da onların pek iyiliğine olmamıştı. Saltanatlarının sürmesi için onlara yeni bir düşman gerekliydi. Tez elden yarattılar onu da. Kadim bir halkın adı olan " Kürt " sözcüğünü literatürlerine  bölücü  olarak geçirdiler: ama Kürt Halkı'nın kesintisiz çabası sonucu, bu  inkâr  anlayışı terk etmek zorunda kalıp böylesi bir halkın varlığı önünde boyun eğmekten başka da yol bulamadılar.  Peki, şimdi ne olacaktı? Egemen güç, düşmansız edemezdi. Ortada  ile başlayan bir sözcük daha vardı; o da "Kızılbaş" tı. Kızılbaşlara da yapılanları hep birlikte görüyoruz işte.

Bütün bu olumsuzluklar, uygulanmakta olan bu çarpık,  bu çağa yakışmayan eğitimin sonucudur. Bizim bugünkü eğitimimizin ardı yoksula, önü varsıla dönüktür. Eşitlikten, adaletten söz etmek akıl dışıdır. Eğitim, öğretmenin işidir. İşi, erbabı yapmazsa, o işin sonu hüsrandır.

Çok yazıldı; çok söylendi. Öyle yüzeysel olarak eğilemeyiz sorunlarımıza. Her öğrenciye bir bilgisayar dağıtmakla bu iş çözülemez. Yara oldukça derin; hekim, yetersizdir. Neşter paslıdır. Önümüzdeki aynadan yansıyan görünüm, sanıldığı gibi öyle iç açıcı değil. Ellerde tespih; başlarda yeşil kadifeden birer takke; sahnede bir gericilik oyunu; gönüllerde bir hilafet özlemi. Bu sav, bütün kurum ve kuruluşlar için geçerli. Ancak, eğitim alanındaki sancı daha büyük; daha bir acılı oturuyor adamın yüreğine. Ortada bir dert var; öyle uzakta değil bu dert; yakınımızda, içimizde. O dert, tümümüzün derdidir; ulusun derdidir. Söylemesek olmaz; yazmasak olmaz. Çocuklarımızın, torunlarımızın elleri yakamızda olur sonra.

Yeri geldiğinde mangalda kül koymaz, bol keseden atarız hep:

Bu bir İrfan ordusudur; Tanrı mesleğidir. Gökten Tanrı inseydi; meslekler içinde öğretmenliği seçerdi...

Aslında gerçek olan, budur. Ama bunu, erki ellerinde tutanlar,  ikiyüzlülük  içinde kullandılar hep. Yalan söylediler. Sözleriyle eylemleri birbiriyle örtüşmedi hiçbir zaman.

Eğitimin hamuru çocuklarımız ve gençlerimizdir. Geleceğimiz, bunlarla biçimlenecek ve kurulacaktır. Bunun da tek mimarı, sadece gerçek öğretmendir. Her meslekten kişiyi öğretmen yaparsanız, kurmak istediğiniz o yapı, en küçük ölçekli bir depremde bile yerle bir olur. Gençlerimizin ne denli bir sorumluluk altında bulunduğunu ulusça kavramamız gerekir. Gençlik, ulusal kültürümüzün oluşumunu hazırlayacak bilim erlerinin bütünleştirdiği bir ordudur. Bu ordu hurafelerden uzak, akılcı ve mantığa uygun, laik bir eğitim anlayışı içinde demokrat, ilerici/devrimci ve dinamik bir toplum olmalıdır; barıştan, bağımsızlıktan, insanlıktan yana tavır koymalıdır.

Bugün biz, bu kuşağı, yukarıdaki tanıma uygun olarak yetiştirebiliyor muyuz? Gençliğin tüm beklentilerini aile, okul, devlet olarak gerektiği biçimde karşılayabiliyor muyuz? Eğitim payını, herkese eşit olarak dağıtabiliyor muyuz?  Hangi babayiğit, bu sorulara  "evet"  diye yanıt verebilir?

Şimdi dert böylesine görünürde ve böylesine büyükken; gericinin tutuşturduğu yangın, ülke topraklarının tümünü küle dönüştürürken; üniversitelerimiz medreselere benzetilmeye çalışılırken; ilköğrenimdeki çocuklarımız bir  Arap/ Osmanlı  karışımı buncasına ağır sözcüklerin hamallığına soyunurken; gerçek öğretmen toplumunun üzerine avuç avuç ölü toprağı serpilmişken; ülkede kitaptan, işçiden, gençlikten, aydından korkulurken; salt düşünceleri yüzünden yüzlerce gazeteci, bilimadamı, belediye başkanı sorgusuz sualsiz hapishanelerde yatarken; çocuklarımızı emanet ettiğimiz öğretmenlerimiz pazarcılık, dolmuşçuluk, boyacılık yaparken; eğitim kurumlarımızın ilki, ortası, yükseği siyaset cambazlarının gösteri aracı olarak kullanılırken söyleyin Allah aşkına, öğretmenin saygınlığı'ndan, ya da kutsallığı'ndan söz edilebilinir mi?

Bu nedenledir ki işte "Öğretmen, artık kutsal değil" diyorum...

Fehmi SALIK

<!--

var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';

var path = 'hr' + 'ef' + '=';

var addy72425 = 'fehmisalik' + '@';

addy72425 = addy72425 + 'gmail' + '.' + 'com';

var addy_text72425 = 'fehmisalik' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';

( '' );

72425 );

( '' );

//-->n

<!--

( '' );

//-->

<!--

( '' );

//-->


KAYNAK : Alevihaber.com - 24 Kasım 2010

Makale Haberleri

Ölümsüz bir analiz olarak: Büfeci İslamı - Ufuk Güldemir
Ali mi Aleviliği, Alevilik mi Ali'yi yarattı?
Şebnem Korur FİNCANCI yazdı: Aralık 78
Alevi düşmanlığı yapan Rabia Mine'ye PSAKD yöneticisinden cevap
Din ortaklığının kitle kontrol silahı : Korku