Hasan Harmancı
(...) Abant Platformu’nda Alevilere düşen “gölge”, şiddetin yeni boyutunun ne üzerine kurulacağıdır. Görülüyor ki, Aleviler çeşitli medya kirletmeleri ile asimilasyoncu Diyanet çizgisi arasında bir oyun topuna çevrilmeye çalışılmaktadır. Teoloji kendi çocuğunu cin, öbür dünya, cennet, cehennem, bu dünyada para, pul, cihadî iktidar, karşılıksız şehit olma savunusuyla trajıkomik biçimde savunurken Alevi’ye düşen “adalet”li pay, yeni yüzyılda katliam, asimilasyon ve migrasyondur...
Yaşadığımız büyük kuramsal aldatmacalardan birini metafizik dünyanın baskısı oluşturuyor. Bilimin ve insanlığın hoşgörüsü katlanılamaz bir boyutla karşı karşıya. Bu Tanrı’nın kulu ve hizmetkarları “suya sabuna” dokunmadan, Tanrı gibi düşünüyor, Tanrı gibi gören konumuna taşınıyorlar. Ancak Tanrı vahiylerini tartışmaya gelince, farklı düşünebilmeyi, tanrıdan köle olarak kaçınmak, Tanrı’ya “şirk koşmak” sayıp, korkaklıklarını insanlığa hizmet, öbür dünya sembolistliği ve özgürlüğü sayılan karmaşık bir teolojiye dönüştürmekteler. Bu teolojiyi onlardan daha güçlü biçimde -sosyal bilim, siyasal bilgi, felsefi düşünce, etnoarkeoloji, psikodrama ve mitoloji gibi alanları bilenler olarak- gülünç ama inananlara saygılı ve determinist bir kalıpla dışımızda tutuyoruz.
Neden mi? Çünkü bu metafizik aldatmacaya teoloji diyoruz ve bunları her tür sosyal, siyasal, ekonomik, felsefi, mitolojik, antropolojik ve arkeolojik katmanın içinde insan düşüncesinin gelişim süreci olarak algılıyoruz. Bizim bu kadar incelikli bir yol göstermemize karşın gerçekte bu bir metafizik aldatmacadır. Bunu böyle düşünmeyen bilimsel, sosyal ve siyasal gelişim boyutu ile bakmıyordur. Bu bakıştan kaçıp, yeni doğmalar üretenlerin bakış açısını basit, kolaycı, anlaşılmaz, inanan, ancak bilim adına aldatıcı buluyoruz. Bu aldatmacanın sınıfta kaldığını gösterir önemli yüzlerce örnekten biri, matematik perspektifinden hareketle yerkürenin “aslında” güneş etrafında döndüğü yolundaki savlar ileri sürmesi üzerine kilisenin kovuşturmasına uğrayan ve gönülsüzce bu görüşünü geri alan Kopernik’in başından geçenlerdir.
Bu aldatıcılık karşısına neyle çıkılabilir? Çıkabilmek mümkün mü? İnsan, inanma/inandırma dışında tutulduğunda bilimsel gerçek ve ilke bazında hareket eder. Bu ateizmi de, dini de bir kamu meselesi haline getirir. Kişi zihninin patolojisi adına, ötekiler için dünya bu doğrultuda düzenlendiği zaman bilimsel düşünce aktifleşir. Bu, dinin, felsefenin içine bile sokulamayacak kadar kötümser bir algılama biçimi yardakçılığında kalanlara iyi bir yanıttır.
Dini Saltanat mı Salgın mı
İnanan ile tanrı adına düşünen kimliği ayırmak durumundayız. İnanmayı, teolojik sınırlar içinde gören birini sorgularken, yargılarken teolojik ilkeler dikkate alarak tartışılmalıdır. İşte bu nedenle, toplum ile inanma ve inandırma “nüfuzunu elinde bulunduranlara” verilecek çözümleyici yanıt, onların zihinsel bir “salgın” hastalık doğmasına yol açtıklarını görmek ve göstermektir. Akıl düzenine göre yol aldırılması, gerçek bir eleştirel iradenin hayata geçirilmesi, zekanın genel anlamda seferber edilmesi, bu koşullarda 18. Yüzyıl Hıristiyan dünyasının savaşçı, sınanmış yüzünü yaşamaktır. Bu savaşın muhakkak ki gerçek yüzü, dini menfaatler üzerinde oluşan tekelin sürdürülmesi, dini pazarda kutsal fikirlerin alışverişindeki radikal değişimler ve oluşan sonuçlarıdır. Dinle yaşayan ve dinciliği sunanlar işi bazı koşullarda o kadar abartmışlardır ki, gelen vahiylere rağmen yukarıdan gelecek bir ekstra müdahalenin kurtarıcılığını elzem görüyorlar.
Dinin bu aldatamayan yüzü karşısında bilim, dinin eleştirel sınırını genişletmek için ateizmin deneyci, doğacı felsefi yanıdır. 18. Yüzyıldan başlayarak bilim adına yola çıkılırken cinlerin, iyi ya da kötü olsun meleklerin, cennet veya cehennem meleklerinin bizim kafamızı doldurarak ruhlarımızı bir tanrı veya karşı tanrılar pozisyonunda psişik bir dengeleyici ve dünya yaşamı karşısında insanlığı doğadışı, tanrısal materyal, tanrısal ruh taşıyıcı olma mekanizmasının içine çekebiliyordu.
Bilim, insanlığın doğa ve sosyal gelişimini sorgulamayı yükselterek ilke ve deneylerin süzgecinden geçirmeyi başardı. Bunu yaparken en çok sanat, edebiyat, mitoloji, fizik, matematik ve genetiğe bağlı alanların getirileri ile hareket etti. Ne yazık ki daha önce bu alanlar teolojik düşüncenin kalıplarında sürükleniyordu ve çoğunlukla bu alana hizmet etmekle meşguldü. Şimdi bilimin bu “korku” ve niteliğini yeni bir dinin “düşünce” tanrısının kalıbı karşısındaki başarısına döndürmek gerek.
Bunun gerekçesi inanmakla bilimi karıştıran, teolojinin ilkelerini, doğanın, insanlığın ilkeleri ile örtüştüren, bilim karşısında tamamen soyut kalan kutsal kitapların ve “en” kutsal metinlerin soy kütüklerindeki sorunları, birbirine geçişleri, taşınanları, tekrarları, zıtlıkları ve her şeyden önce yıkıcı yanını görmek, göstermek koşulundayız. Teoloji, inanmaların köken değişimlerini bilmek ve bu çerçevede de irade geliştirmeyi tamamlamayı gerektirir.
Bilimin gücünü kullanmaya kalktığınızda tanrıya inanan sizi öyle bir noktaya çekiyor ki, bu da köleleşmenizi getiriyor. Burada köleleşmek susmak ve sessiz kalmaktır. Yani sizi ateizmin sınırlarında inanmaya, dinsel felsefeye saldırı ile suçlayabiliyor. Doğru mu? Evet. 18. Yüzyılda Avrupa’da kaleleri yıkılan din, kan almadan sakinleşmek veya yerine çekilmek gibi bir sorumluluk içinde bulunmadı. Bu yüzyılda da bu dinsel kalkışmasını İslam ve Hıristiyan “düşünüş” biçimiyle gerçekleştirmeye çalışıyor. Kaybolan erkini sağlamlaştırma şansını yakalayabileceği umudunda. Sağlamlaşmak için güç aldığı alan ise doğrudan belirleyici olmaya çalıştığı iktidar siyasetidir.
Eğer erkini sağlamlaştırıp güç aldığı tanrı dışında başka bir tanrıya inanan veya inanmayan bireyi/topluluğu politik anlamda saf dışı bırakmış, eleştirme kanalları elindeyse, sınırını genişletmek için silahın ve bağnazlığın her türlüsüne açılacak gücü de eline geçirir. Ara ara denediği bu “afyonlaşma” hallerinden kurtulmaya çalıştığında ise dinin hoşgörü olduğu, tanrının katletme yetkisi vermediği, ancak “kader”i herkese sunduğu savunusuyla yerine çekilir gibi yapar. İnsanlığa geçirdiği pençelerinin oluşturduğu korku ve yaslandığı cennetinden cehennemine kadar insanlığa “ip” salar. Çünkü görünmez ve ulaşılmaz, dolayısıyla da o söylemiş gibi gösterilebilecek veya ona mal edilebilecek “herşey” konusunda suskun olan tanrı, iyi ve kötü günde kendisi tarafından onun adına konuşma, ilan etme ve hareket etme yetkisi verildiğini iddia edenlere karşı asla başkaldırmıyor.
Ateci Yaşamın Gereği
Gerçekte bir teoloğun veya inananın öncelikli hedefi ateizmi bilmek, onun sorgularına inanmak ve inanma sorununu atenin koşullarına göre düzenlemektir. Bunu yapmayanlar, toplumun inanmak anlamında hastalık taşıyıcılarıdırlar. İnanmak istedikleri tanrının köle kimlikleridir. Onlar tanrı adına kendilerini yetkilendirmiş, emek-sermaye ilişkisi içinde taşeron kimliklerdir. Tanrı’nın suskunluğu, onu temsil ettiğini söyleyenlerin fazlaca konuşabilmesine olanak sağlıyor. Bu nedenle bu kültürel sürdürüşün yenilenmiş kişileri olan azizlerin hayatı oluşturulurken, sadece bir eylem hayatı olarak ele alınmaz, ayrıca yetkilendirilmiş eylem hayatına dönüştürülür.
Bu temsilciler “ate” sıfatını işlerine geldiği gibi kullanıyor ve de kötüye kullanıyorlar: Kendi tanrılarına inanmayanı, yani kendilerine inanmayanı hemen ate, zındık, sapık, sapkın ve Kızılbaş olarak nitelendiriyorlar: Yani insanların en kötüsü, ahlaksızı, nefret edilesi, kötülüğün vücut bulduğu kişi. Bu insanların derhal hapsedilmesi veya işkence ile tövbe ettirilmesi gerekir. Yetmezse ölüme mahkum edilmeli, kurtarılmış alanlar ve coğrafyalarda yaşamaya çalışıyorlarsa yakılmaları, kesilmeleri gerekir.
Şimdi cümleyi bir de inananın emek-sermaye ilişkisi içinde kullandığı sıfatlarına layık bir geri dönüş yapalım. Bu cümleleri, bu teologların yüzlerine haykıralım. Haykırmak bizi rahatlatmayacaktır. Ancak onları insanlık adına törpüleyecektir. Çünkü onların kendilerine birincil görev olarak sundukları Tanrı hasbıhalliği görev değil, mahkum kimliktir. Bu mahkumiyeti onlara insani bir sermaye olarak verilmiş kabul edemeyiz. Tanrı rehberlerini devletle veya iktidar kimliğiyle eşitlediğimizde karşımıza bir ucubeye dönerler. Onlar her koşulda -bildikleri halde- toplumları kandıran, zorla inandırma “satan” bir sosyalleşme ve sınıflaşma gücüdür. Bu kullanma biçimi ise toplumları öbür dünyalar mantığı çerçevesinde mahkum etmekten başka bir şey düşünmeyen bir otoritenin aşağılayıcı bakış açısıdır. Şimdi bilim adına bunu söyleyen safsata düşünürler nereye varabilirler? Aslında eğer ateizmi, zındıklığı, Kızılbaşlığı bir felsefe ya da din karşıtlığı olarak ele alıyorsak, en büyük ateistler, zındıklar Tanrı adına taşeronluk yapan bu tanrıcıklardır.
Yeni Dünya’nın bilimi 18. Yüzyılda nasıl ki batıda kurtuluşa giden “hikmetleri” insanlığa armağan etmişse, şimdi bunu bir karşıt düşünme olarak ele almaya gerek kalmadan, bu yeni “peygamberli” sosyal bilimci, ancak bilim karşıtı insan tipine de sunmak zorundadır. Eklemek gereken iyi bir şey var ki, bu da, klasik İslam’ın siyasal kurumları ile getirisidir. Bu “vergi” göstergeli dinin kurumları, cihadın hazineye katkısına göre sürekli gelişim gösterdi ve bir aşamadan sonra oluşan bürokrasi, adamına, düşüncesine ve düzenine göre hareket etme külfetine dönüştü. Dünyanın siyasal ve ekonomik yenilenmesine katkısı yerine çekincesiz acı ve hüsrana bıraktı. Müslüman coğrafyanın din soyluları, “yüce” İslam Devlet hegemonyasını sürdüren fetvacı kadılıkları başarısız ve katliamcı, yok sayıcı egemenlikleri yüzünden yıkılmış ve yara almıştı din adına yürütülen herşey. Şeyhülislamî dünyanın adı değişmiş, ancak kimlikleri eğitim, algılama, inanma, ötekini yargılama, dinsizlik ve bunlarla savaş biçimi değişmemiştir. Evrensel bir kurtuluşun yükünün ellerinde ve sırtlarında olduğunu düşünmeye devam ediyorlar. Bu nedenle geliştirdikleri öğrenme süreci onlara körleşme, yok etme, yoksayma ve tanrı adına acıma ve yargılama hakkı sunuyor. Bu nedenle teoloji, sosyoloji adı altında dincilik üreten fakat “öteki”ni ate; daha çok zındık (mecreant), imansız (in-croyant), dinsiz (ir-religieux), tanrısız (im-pie) görenlerin ne algılayışları ne de bakış açıları değişmemiştir.
Özellikle iktidar ilişkisi içinde insanlıkla yüzgöz olma, konuşma, medyatik kurgular üretme süreçlerinde –kötümser olmamakla beraber- hep aynı kalmıştır. Bu haliyle örneğin Aleviliğin –gnostik, senkretik ve batınî özellikleri nedeniyle- bu politik süreçte hak ettiği yer otomatik olarak sapkınlıktır. Öte yandan Madımak Katliamı’nın teneffüs edildiği kentte herkesin gelenekselleştirdiği ate karşıtlığını biriktiren ve yayan inanmanın en yüksek değere ve kendini koruması –daha çok saldırma ve sahip olma güveni- önemli bir göstergeyi yeniden borsavari bir tavana çekmiştir. Bunu başaran kimdir. İslam inanmasını her şeyin üzerinde gören ve dini olgunlaştıran teolojik egemenliktir.
Alevi Örneklemi
Bu değer kazanış prim yaparak dinsel rantın hiciv tanımaz boyutu ile asimilasyon hareketine dönüşmüştür. Tatlı dilli “teo” dansları ile yapılan medyatik toplantılar, Alevilere karşıt müslüman propagandasına dönüşmüştür. Bu nice kez tekrarlanmış olan kan alıcı fetvacı dilin “sempatik” söylemiyle gün yüzüne çıkmış ve ateci dar alana sıkıştırılan Aleviler, süreçte karşı -kandaş sevgisi ile dönüştürülmeye çalışılıyor. Tabii İslamî propaganda diline alışık ve duyarsızlaşmış Alevinin “hali” bu noktada birden bire su yüzüne çıkıyor. Alevi insancıllığına sunulan bu kandırmacanın basit eski bir yöntem olduğu hemen anlaşılıyor. Üstelik tanrıcıların “gaza” ve ganimet olarak değerlendirdikleri tekrarlanmış katliamların silinmesi veya temize çıkarılması çabası ise kan içicilikten normal bir din kuralına dönüştürülmeye çalışılıyor. Tarihsel ve antropolojik bir süreç olarak ele alındığında Madımak Katliamı’nın yaşandığı otelin dönüştürülme hali, bu nedenle siyaset ve sosyoloji vakasına dönüşmüş durumda.
Türkiye Batı’nın “büyülü” 18. Yüzyıl öncesine daha girmemiştir. Bunun en büyük nedeni insanı ne insan olarak görmesi ne de kendi fetvasının dışında okunabileceğine inanmasıdır. Ate dediğimizde, herkesin veya büyük çoğunluğun inandığı yerel tanrıyı reddeden “öteki” insanı niteliyoruz. Bu insan –Alevi- tabi ki ate olduğu düşüncesinde değildir, ancak büyük vebalin sahibi olan tanrıcı, zorunlu teologlar insanlığa ilkesel anlamda cihadın mürveti için yeni yöntemlerle kültürel ve felsefi bir katliamı zorunlu hale sokma telaşındadırlar: Ve görüldüğü gibi inanmazın inanmama hali yamandır, çünkü din burada devlettir.
Türkiye’de büyük ve kıyamsal yargılama, teolojik değerlendirme ve sonunda fetvanın getirdiği çürütücü ve öç alıcı belirleyicilik. Teolojik çalışmaların ödül olarak yeni yüzyılda inanmayana getirdiği şey, dinin oluşturduğu silahlı milisler (İran örneği), varoluşçu polisler (Fethullahçı Türkiye) ve ontolojik askerlerden (Amerikan düşün endüstrisinin oluşturduğu enstitüler ve beslenenlerinden) destek sağlamaktadır. Peki, ortak dilin adı nedir: Hoşgörü, politik beslenme ve para… Gerçek sonucu özetlemek gerekirse: Bir düzen çöktüğünde ve eski hafızanın bastırılmış kalıntıları birden yüzeye çıkıp toplumsal muhayyilenin bütün fantazmlarına vücut verdiğinde, çarpıklıklar patlayabilir ve sayıklamalı bir söylemle birleşerek bütün kamu alanını işgal eder.
Şimdi bu düşün kuruluşlarını dikkate aldığımızda karşımıza trajikomik dünyanın sosyal ve siyasal egemenliği çıkıyor. Bu egemenlik kendi safsatasını teolojik yargılardan faş ediyor. Bu, aslında kötü “bin yıl”ın hesabı olarak görülmeli. Bu hesap kimine göre anaerkil-ataerkil, kimine göre mülkiyet-mülksüzlük veya mülkiyet hırsızlığı olarak değerlendirilir. Kimine göre ne olduğu önemli değil, nasıl bir dünyada hayat bulduğudur.
Kopyalanmış Kimlik
Sonuçta, onları olası kılan metafiziğin bakışında bir tek ve aynı “fantasmatik” gerçekliktir. Hepimiz bilim adına buna farklı isimler veriyoruz. Oysa hiçbiri bir diğerinden daha fazla gerçek değil. Bunların kimisi Hıristiyan’dır, ancak Zeusçu’dur ; İsa’yı sever, Meryem’e küfreder. Kimi Yahudi’dir; tek ırk kahramanlığına inanır ama paranın sofrasında Süleyman’ın şehvet verici hikayesindeki hazinedarıdır. Kimisi, Eski Ahit’in sınıfsal çelişkisindeki toprak, tarım ve hayvancı kurbancıların şövalyeliğinde hapsedilmiş yalnızlıktır. Kimi Hatti üslubunda işlenmiş mühürde yer alan tanrıçanın çevresindeki kuşların, ceylanların, aslanların, fırtına kuşunun, göklerin boğası Kusarikku gibi melez yaratıkların ve tanrıların büyüsel yaşayışıdır. Kimi, İsmail’in büyük düşünü gerçekleştirmiş olan Muhammed’in Mekke’sinden Orta Doğu’nun kan akmasını seven Dicle ve Fırat arasındaki büyük ama sulanabilir toprakların mücadelesi sayar. Kimi ise Hacı Bektaş, Dede Garkın, Baba Mansur gibi kişiliklere yüklenen prestij mitosları ile Hindu Budist kahramanların başından geçen ve aynı paralellikte yürüyen algılar olarak görür.
Bu noktaları sevecenlikle ve tarihe saygı olarak ele aldığımızda: Tanrı’nın savunucularına özel bir bilim dalı da mevcuttur. Bu bilim dalı tamamen tanrının isimlerini, yaptıklarını ve hareketlerini, anılmaya değer sözlerini, düşüncelerini, söylediklerini -çünkü tanrı konuşur!- ve davranışlarını, güvenilir ve aylıklı düşünürlerini, profesyonellerini, tanrı kanunlarının dalkavukçularını, savunucularını, kiralık katillerini, hatiplerini, filozoflarını, kabadayılarını -evet doğru duydunuz-, yöneltici kurumlarını, hizmetkarlarını, dünya üzerindeki temsilcilerinin bir bir görürsünüz. Bir şenlik ve inanma havasında kadın-erkek düşünmeden tüm insanlığı sürüklemek istedikleri köleci bir anlayış her yerde meşrudur. Ve adı teolojidir. Korkulan tanrıların toplamının yarattığı her şey bir bilme ve bilimsellik tabanı yarattı. İlahiyatçı teolog olmak ve dini savaştan sanat dönüştürmek ister.
Kopyalanmış kimlikler üzerinden yüzyıllardır yeni versiyonlar, arayışlar, semboller ve din-iman-inanç ölçerlik misyonu taşıyanlar “evren”imizde korkusuzca hala cirit atıyor. Üstelik bunu, “platform” adı altında savaş yumuşatıcısı kimlikleriyle öncü teolog “masrafsızlığıyla” yapıyorlar. Ancak, aldıkları ödül ve onlara biçilen değer yüzlerinin ortaya çıkması ile son buluyor. Bu yüzlerden birinin söylemi ve pratiği ile bazı şeyler bakın nasıl da ortaya çıkmış durumda.
"Alevilik, Türkiye'de bir sorun olarak algılanıyor. Osmanlı'dan beri devletin dikkate aldığı, hesaba katılmadığı bir gerçektir bu. Aleviler kendi aralarındaki bağı gevşek tuttukça devlet onlara daha yakınlaşıyor. Toplumun her kesiminde ayrımcılık var. Alevi olduğunuzu ifade ederseniz daha farklı bir ayrımcılık görülüyor. Din derslerine ilişkin çekince ve kimi zaman radikal istekleri de var. Kendi ifadeleriyle söylersek din derslerinin Alevileri asimile etmek amacıyla kullanıldığı belirtiliyor. Eşit yurttaşlık haklarının kullanılmadığı dile getiriliyor” diyen tekrarcı ve ısrarcı bir yeniden inşacı teolog kimlikli kişinin “ağlayışı”.
Bu aslında basit bir Türkiye uygulamasıdır. Siyasetin sunduğu oyunda yeni boyut sosyologlardan, antropologlardan, matematikçilerden, fizikçilerden vs. alınarak, teologların güçlü dünyasına verilmiş olan t/iradi bir haktır. Bu “hak” İran örneğinde olduğu gibi F. Gülen ve Amerikancı enstitülerin geldiği noktayı gösterir.
Rantabıl Toplumsal Düş
Sonuçta, tek bir nokta bu kadar teolojik inanma, düşünme, pazar payında satın alma gücünün nereye geldiğini yeterince göstermektedir. Tüm bu ilkeler ve ekonomiler fantazyasında “değerlenen” Alevilere düşen ise kimliklerini yadsıyacak kadar susmaya zorlanmaktır. Bu, Cumhuriyet boyunca beklenen hesaplı ve sevindirici bir rolün teolojik ve parapsikolojik ayrıntı dökümüdür. Cumhuriyet’in çok “sevici” teologları Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet’te de aldıkları paranın uhrevi tadıyla yaşamlarına devam ederken, inanmaya ve ötekilerini hayat boyu kirli ve sadakatli tutmaya devam etmekteler. Farkı, bunun yeni bir siyasal ve toplumsal düş çerçevesinde istenmesidir.
Aslında “vesayet ve demokrasi” adı altında Abant Platformu’nda Alevilere düşen “gölge”, şiddetin yeni boyutunun ne üzerine kurulacağıdır. Görülüyor ki, Aleviler çeşitli medya kirletmeleri ile asimilasyoncu Diyanet çizgisi arasında bir oyun topuna çevrilmeye çalışılmaktadır. Teoloji kendi çocuğunu cin, öbür dünya, cennet, cehennem, bu dünyada para, pul, cihadî iktidar, karşılıksız şehit olma savunusuyla trajıkomik biçimde savunurken Alevi’ye düşen “adalet”li pay, yeni yüzyılda katliam, asimilasyon ve migrasyondur.
Şimdi bu oyun, yeni raporlarla tanıtma-tanıtılma adı altında parçalanıp yutulma stratejileri ile uygulanıyor. Aslında bütün bunlar, bilimin laik anti-laik yüzyılında “ate” ile teolojik dünyanın savaşında kazanan ile kaybedenin -gelinen yıkım noktasında- birbirine “gül” atışıdır. Tabii yeni süreç bir taş bir gül, bir taş bir gül biçiminde yapılanıyor. Bunun adı dinler savaşı içinde “negatif teoloji”nin iktidar oyununda kaybetmesidir. Çünkü kandırmacaya oynuyor. Doğrudan oynamaktan ve taraf olmaktan çekiniyor.
Alevilerin pozisyonu ise bu noktada ateci ve “Atacı” korkularla yeni yüzyılın korkak ve “naif” insanî kimliğini taşımaktır. Politik kurban veya asimile olmaya gönüllüler. Görünen taşıdıkları kültürel mirasın buna engel olacak kadar güçlü temel ve evrenselliğe sahip olduğudur. Bilim onlardan yana. Sanat, edebiyat, sosyoloji, antropoloji vs. onlardan yana. Bir tarih onlardan yana değil, o da “Dördüncü Dünya”nın egemenlik sürecinde yazıldığında yeniden yapılanacaktır. Dünyanın etnikliği ve renkliliği sadece çiçeklerin varlığı için mücadele edilen ekosistem alanında gerçekleşmiyor. İnsanın da bu ekosisteme dahil olduğu görülebiliyor.
Teolojik tanrı hikayeleri, çocuk mitolojileri ile Alevi felsefesinin gnostik -senkretik yanları birbirine karıştırılmaya çalışılıyor. Aleviliğin hiçbir tektanrıya katılmaması bu teologları şaşırtmaktadır. Bu nedenle Aleviliğin aklını karıştırıp bunalıma sokmak gibi özel bir sorunları vardır. Devlet aygıt olarak, anayasasına, evrensel sözleşmelerine rağmen bu negatif yüzlere hizmet etmekten gurur ve şevk duymaktadır.
Ele Geçme Olasılığı
Bu tutum Aleviliğe yönelik bir küfre dönüşmüştür. Bu toplumsal denklemleri kurma ve yeniden adlandırma adına ve ya tespitçilik amacıyla yapılandırılıyor. Yüce ve zavallı zevatçı ideologlarımız devlet katında rical durumlar oluşturdukça, tespitlerindeki karanlığı da o oranda raporlaştırıyorlar. Bu tutumlarının bilim dışı olması yetmiyor. Aynı zamanda ahlak dışı bir yol tutturmuş durumdalar. İdeolojik olarak yanlış yerde duran devlet “düşüncesi”nin hem savunucusu hem de yeniden kurucusu konumundadırlar. Bütün bu tutumlar, taklit bilgelikler, yuvarlama yalanlar, düzmece sosyalist veya ate söylemi Aleviliği soğuk savaşın dişlileri arasına çekmek için kurulmaya çalışılan yöntemin parçalarıdır. Bu yönetim algılayışı tanrının öç alıcı gücüne dönüşüyor. Açıktan belirlenmeye çalışılırsa bu güç ispatı, sindirme ve asimilasyonun işletilme kuralından başka birşey değildir.
Sessiz ve yavaş bir işleyişle kabuller oluşturmaya çalışan teologlar egemen politik modelin belirleyiciliği üzerinden Aleviliğe biçim geliştiriyorlar. Alevilik düşüncesi özellik olarak vahyi, dogmayı, itaati ve kulluğu zorunlu yasa saymaz. Bu koşulu kıramayan teologlar yeni hedef olarak Alevilerin sosyalist veya ateist olma düsturunu kullanım alanı olarak seçmeyi önemli buluyorlar. Burada öne çıkarılan kimlik daha çok kurallara uymayan, düşünce ve düşünme belirleyici –tarih bunun mümkün olmadığını göstermiştir- otoritenin ve toplumsal anlamda iktidarı ele geçirmişlerin ve sözcülerinin –kimi dalkavuk, kimi inanmış- azınlık psikolojisi adı altında aykırı bulduğu topluluğu tamamıyla yeniden tespit edip sıkıştırmak ve teslim olmaya zorlama stratejisidir. Bu tarz ideolojik sözcüklerin seçilmesinin altında daha anlaşılır bir bakış açısı bulunamaz. Kötü ki öğrenemeyecekleri bir şey var. O da koşul ne olursa olsun, egemen dini değerlerden uzaklaşan halkın arasında devrimci potansiyeller taşıyan fikirler –ezilen çoğunluğun yaşam koşullarının neden olduğu tepkiyle- hızla yaygınlaşabilir. Bu hal alevi dağarcığında güçlü bir imge ve bilinçaltı yapılanmadır. Yoksa her Cem’e giren Alevi’nin darağacına çıkar gibi, Mansur’u, Fazl’ı, Nesimi’yi ve Hüseyin’i tekrarlamasının ne anlamı vardır.
Tanrı kültünün arkeolojik gelişim katları kazındıkça ötekini “ele geçirebilme” kazanında çalışanların ifadelerinin çok da değişmediği, “gelişme”, yenileşme adı altında, bu yeninin eskiyi nasıl tamamladığı görülüyor. Şu teologların bu dünyada ne derdi bitiyor, ne de uyduğu ve uydurduğu inanma. Horos’un gözleri onlarda olsa da dünyaya bir çeki düzen verseler de cennete gecikmeseler.
Alevi’nin “ateci”liği, “her ne ki ararsan mutlaka insanda vardır. Ancak, örtülüdür. Örtünün kaldırılmasından sonra doğruluk yolcuları için yol açılır… Nebilere, velilere, mürşitlere bel bağlanmaması gerekir.” diyerek monoteizmden de politeizmden de çoktan kendisini kurtarmıştır. Bu insanlık için bir evrim sürecidir, yoksa ateizmin veya sosyalizmin aşamaları vs. değildir. Bu nedenle etik karşısında estetiği meydana sürüp, etiği sonsuza dek insan yaşamından ve adaletinden çıkarmaya çalışanların geldiği nokta bir ambalajla pazarlama tekniğinin ötesine geçemeyecektir. Bu tür şeyler ise Alevi’yi ve Alevi gibi düşüneni bırakın kandırmayı, ancak “negatif bir teolojik” birikim konusunda sürekli uyaran durumunda tutar.
Alevihaber.com - 2 Aralık 2010