Strasburg Fransa'nın güzel şehirlerinden biri. Avrupa Birliği'nden dolayı artık yalnızca bir Fransız şehri olarak da anılmıyor, Strasburg Avrupa Birliği başkenti muamelesi de görüyor. Görkemli tarihi binalarla, Avrupa Birliği'nin modern binaları yanyana, uyumlu da. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin binası da burada. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu şehri ve bu binayı iyi biliyor. Bu bilgi yalnızca eski Disişleri Bakanı olmasından kaynaklanmıyor. Burası Gül'ün eşinin "türbanın özgürlestirilmesi" mücadelesinde Türkiye'yi şikâyet ettiği yer!
Bu tarihi ve modern şehirde Gül bu kez Cumhurbaşkanı olarak bulundu. En görkemli salonlardan II-iade Kültür Merkezi'nde Fransa'daki Türkiye kökenli dernek ve federasyon başkanlarıyla bir araya geldi. Her şey gayet iyiyidi. İyi bir salon, yoğun ilgi, davul ve zurnanın da kullanıldığı coşku havası, yalakalık ve dalkavukluk! Yani devletin düzenlediği klasik resmi törenler için her şey mevcuttu! Konuşmalar süslü mü süslü. Sempatik ve sürekli güleryüzlü Abdullah Gül, yine gülücükler saçarak konuşuyor: Gül, önce Türkiye'de farklı etnik ve dini kökenden topluluklar olduğuna dikkat çekiyor, arkasından da "birlikte yaşamanın temellerini güçlendirmemiz lazım. Ayrılıklarımızı değil, ortak yönlerimizi ön plana çıkaralım" diyor. Gerçekten ne kadar doğru, ne hoş. Siyasal İslam'ın önemli isimlerinden biri olduğunu bilmeseniz, gözlerinizi kapatıp dinleseniz "işte bu" dersiniz. Kucaklayıcı, farklılıkları kabul eden, birleştirici, üstelik yüzünde devletin bildik asık yüzü de yok: Güleryüzlü ve sempatik!
Her şey gayet iyi gidiyordu. Salonu dolduran ve çok önemli bir bölümü İslamcı ve Türk-İslamcı dernek yöneticilerinden oluşan 500'ü aşkın davetlinin önemli bir bölümü "huşu" içindeydi. "Kendi adamları" artık Cumhurbaşkanıydı ve karşılarında oturuyordu. Soru cevap bölümünde Gül'e adanan övgü dolu şiirlerin yanı sıra, Avrupa'daki Türklerin sorunları ve bu sorunların çözümünde devletin aktif ve sa-hiplenici olması da istendi. Zaten hep böyle olurdu: "Devlet büyüğü" gelir, konuşur, gönülleri okşar, bilinen soruları dinler, "çözeceğiz" der ve giderdi! İşte ne olduysa tam bu sırada oldu. Her şey planlıydı, ezberlenmişti ama Fransa Alevi Birlikleri Federasyonu Genel Başkanı Durak Arslan bu ezberi bozdu. Arslan üstelik Cumhurbaşkanı'nın az önceki konuşmasında vurguladığı Avrupa'da istediği "Türk tipi"ne de çok uyuyordu. Fransızcayı iyi biliyor ama Türkçe'yi de düzgün konuşuyordu, Belediye Meclisi üyesiydi, önemli bir işyerinde yöneticiydi, kılığı kıyafeti yerinde, kendisi gibi kibardı da!
Durak Arslan kendisini tanıtıp Alevilerin de sorunlarının olduğunu anlatmaya başlayınca, güleryüzlü Gül, konuşmayı dinlemiyormuş gibi yapmaya, salonda bulunanlar da homurdanmaya başladı. Oysa her şey ne iyi gidiyordu, bu adam da nereden çıkmıştı, "bu adama mikrofunu kim vermişti?" Salonu dolduran kravatlı, takım elbiseli beyler, başörtülü, başörtüsüz hanımefendiler "tahrik" olmaya birbirlerine bakmaya başladılar. Üstelik Durak Arslan konuşmaya devam ediyor, koskoca Cumhurbaşkanı önünde, mübarek Ramazan gününde "cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması", "zorunlu din derslerinin kaldırılması" ve "Anayasa hazırlık çalışmalarında Alevilerin de görüşlerinin alınması" gerektiğini söylüyordu. Bunlarla kalsa da iyiydi. Devam ediyor ve "kapanmış" bir yarayı yeniden kaşıyor, "haddini aşarak" Cumhurbaşkanı'na hem de yüzüne karşı "Sivas'ta kalleşçe yakılan canlarımızın yakıldığı otel et lokantası olarak işletilmektedir. Bu konuda ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye soruveriyordu! Bu kadarı çok fazlaydı! Geleneksel olarak çok hızlı tahrik olmaya alışmış insanlar hemen "tahrik oldular" ve salon bir anda "yuh" sesleriyle inlemeye başladı. Protokolda oturan Tuğrul Türkeş gibi bazı "sayın milletvekilleri" de dahil salonu dolduran şık giyimli, güzel traşlı beyefendiler bir anda geleneksel kimlikleriyle buluştular, yüzleri asıldı ve yuh sesleri arasında "şerefsizler", "atın bunları dışarı", "alın mikrofonu elinden" diye bağırmaya başladılar. Okuyanlar abartı olarak düşünebilirler ama bir adım sonrası tekme tokat ayaklar altına kalmak olabilirdi. Hatta, belki de linç ve ölüm! Çok "şükür" olmadı! Konuşmayı dinlemiyormuş gibi gözüken ve biran tereddüt geçiren Gül, salonun "Avrupa'nın başkentinde" olduğunu ve Cumhurbaşkanı olarak toplantıyı kendisinin düzenlediğini hatırlamış olacak ki, kendisini koruyan güvenlik güçleri dünyanın en hızlı tahrik olan "dini bütün" insanlara müdahale ederken, kendisi de mikrofona uzandı: "Birbirimizin farklılıklarına tahammül edelim, saygı gösterelim" derken, Arslan'a dönerek, "bu tür konuşmaların yeri burası değil, heyetler arası toplantılardır" biçiminde uyardı! Lafa gelince demokrasi, inanç ve düşünce özgürlüğü konularında mangalda kül bırakmayanlar, konuşanın, talep edenin, kendileri gibi düşünmediğini, özellikle kendileri gibi inanmadığını bildikleri anda bir anda saldırganlaşabiliyorlar. "Farklılıklarımız zenginliğimizdir" diyen Cumhurbaşkanı her ne hikmetse işine gelmeyen her konuda tahrik olan, yakan, yıkan bu kitlenin önünde Madımak vahşetini kınayamıyor, bırakınız taleplerle ilgili söz vermeyi Alevi kelimesini bile ağzına alamıyor? İlginç değil mi? Yuhalamalar sırasasında salonda bulunan Dursun Coşar ve Haydar Karaoğlan "Sivas'ta olduğu gibi Cumhurbaşkanı önünde de bizi linç ederler mi diye endişe ettik ve salondan toplu olarak çıkmaya özen gösterdik" derken Latife Erin'de "çıkışta kişisel saldırıya uğrarız diye korktum " diyordu. Yıl 2007, yer Strasburg'du! Bir kez daha düşünmeye değmez mi?
Necdet Saraç
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy53204 = 'necdetsarac' + '@';
addy53204 = addy53204 + 'birgun' + '.' + 'net';
var addy_text53204 = 'necdetsarac' + '@' + 'birgun' + '.' + 'net';
( '' );
53204 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
05/10/2007 - BİRGÜN