Müslüman Bir Ülkede Kadın Olmak - Sema Kaygusuz

Sema Kaygusuz'un bu yazısı Liberation gazetesinde yayımlanmıştır.

Benim için Müslümanlık, beklenmedik zamanlarda yüzüme vurulan, hazırlıksız yakalandığım bir kimliktir. Dinsiz biri olup kendi ülkemde dilediğimce yaşamama rağmen, Avrupa’da herhangi bir şehre, Paris’e, Berlin’e, Zürih’e adımımı atar atmaz Müslüman bir kadın olarak tanımlanırım. Bir restoranda şarap içmem daima hayret uyandırmıştır. Türkiye’den geldiğimi bilen insanlar bu sahneyi ne kadar yadırgadıklarını saklamayamazlar. Nüfusunun yüzde doksan dokuzunun kesinlikle Müslüman addedildiği ülkemde bile bir kez olsun şarap içtiğim için yadırganmamışken, Avrupa’da günahkar bir kadının huzursuzluğuyla kadehimi yudumlarım. Gündelik hayata serpiştirilen önyargıların, kültür katmanlarını nasıl da tek bir yüzeye indirgediğini şiddetle fark ettiğim anlardır bunlar. Ateist, Deist, Agnostik, Hıristiyan veya Musevi veya dinsiz olabileceğim ya da pek dindar olmadığım akla gelmediği gibi, Türkiye’deki yirmi milyon Alevi’den biri olabileceğim, ya da tasavvuf ehli şairlerden esinle bedensel aşkla ilahi aşkı aynı kadehe döküp her yudum şarapta Allah’a şükran duyuyor olabileceğim de akla gelmez.

Dinlerin kitle kültürüne dönüştürüldüğü, faşizmin ancak kitle kültüründe tomurcuklandığı böylesi acılı bir çağda, dini aidiyetleri kaskatı kimlikler haline getirme saplantısı hepimizin benliğini oyuyor. Bireyleri dinlerine göre tasniflemenin bedelini insanlık defalarca ödedi. Ne var ki hâlâ din ulusal kimliğe yapışık keskin bir kimlik olarak algılanıyor. Sözgelimi bir insan Türkiyeli ise dolayısıyla Müslümandır. Hatta Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tek tipleştirici modernleşme projesinin vaaz ettiği gibi her Türk, Sünni bir Müslümandır. Halbuki halklara canlı kültürün içinden baktığımızda, bugünkü dinsel inançların içeriğinde nice değişik dinsel katmanla karşılaşırız. Tarih boyunca on yedi devlet kuran Türkler eskiden Konfuçyünist ve Taoisttiler, yedinci yüzyıldan sonra Budist, Manist, ateşperest Mecusiydiler; semavi dinlerden hemen önce Şamanist, Panteist, dört yüz yıllık Hazar Devleti sırasında da Yahudiydiler, dokuzuncu yüzyıldan sonra Hıristiyanlığa geçen bazı topluluklar hâlâ Ortodoks Hıristiyan olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Kürtler ise Zerdüşilikten geliyorlar. Sayıları çok az da olsa halen Ermeniler, Süryaniler, Yezidiler, Batıda ise Rumlar yaşıyor.

Bu yüzden Türkiye gibi etnik çeşitliliği olan bir ülkeye dışarıdan bakıp Müslüman kadın diye bir tipoloji aramak nerdeyse imkânsızdır. Müslüman bir ülkede kadın olmak sorusu ise doğası gereği anti laik bir yaklaşımdır. Ama Türkiye’de Alevi olmak, Kürt olmak, Ermeni, Süryani olmak nasıl bir şey, ataerkil bir ülkede feminist bir kadın veya eşcinsel olmak, ya da laik bir ülkede başörtülü olmak nasıl bir şey diye sorarsanız, o vakit çok spesifik konulara gireriz. Çünkü artık konumuz zihniyetlerdir, ideolojiler, politikalardır. Radikal islamcı terörün ve katlanarak büyüyen İslamafobi’nin kökenlerini İslamiyet’te aramak yerine dünyayı dibine kadar sömüren silah tüccarlarının, petrol şirketlerinin, sömürgeci iktidarların etkinliklerine bakmak yeterlidir sanıyorum. Bugün ancak burkayla sokağa çıkabilen Afgan kadınların büyükanneleri bundan elli yıl önce üniversitelerde tıp eğitimi alabiliyorlardı. O zaman da Müslümandılar. Şimdi ise kadınları birer yan ürün gibi algılayan Afganistan hükümeti uluslararası toplum tarafından desteklenen bir hükümettir. Batılı güçlerin “özgürlük ve refah” vaat eden operasyonları ardından Afganistan ümit ettiği geleceği asla elde edemedi. Savaş ve uyuşturucu her zaman daha kârlıydı çünkü.

Batılılaşma macerasında Türkiye Cumhuriyeti, başörtüsünü kamusal alanda yasaklayarak tayyörlü, modern bir kadın hayal etti. 1926-1934 yılları süresince yasal eşitlikten seçme seçilme hakarına kadar bir dizi anayasal haklar inşa etti. Türkiye’de kadın haklarının Fransa, İtalya ve İsviçre’den yıllar önce tanınmış olması halen bir övünme vesilesidir. Ne var ki feminist hareketle uyumlu bir modernleşme değildir bu, tam tersine erkeğin kadına bahşettiği medeni haklar olarak resmedilmiştir hep. Öte yandan son on beş yılda kırsal bölgelerdeki muhafazakar kesimin kentleşmesi ile yeni bir orta sınıf oluştu ve evlerde oturan kadınlar türbanla üniversiteye gitmek, milletvekili olmak, kamusal alanda çalışmak istedikleri vakit büyük bir dirençle karşılaştılar. Kimsenin hazırlıklı olmadığı bir söylem gelişti, kadının başörtüsü birdenbire özgürlük gibi bir kavramla yan yana geldi. “Başörtüsü özgürlüğü” hâlâ epey tartışmalı bir konudur ve muhafazakar AKP hükümetinin hayli uzun iktidarına rağmen resmen yasaktır. Türkiye’nin geniş bir kesimi İran gibi olmaktan öylesi ürker ki baş örtülü kadını tehdit olarak algılar. Bugün Avrupa’da da aşağı yukarı benzer bir ürküntü var. Niyeyse kimse başörtüsünün bir kadının evden çıkma aracı olduğunu akla getirmez. Halbuki muhafazakar ailelerden gelen birçok genç kadın baş örtüleri sayesinde evden çıkabilmiş üniversitelere gidebilmişlerdir.

Şimdi her şey değişmeye başladı. Gittikçe otoriterleşen liberal-muhafazakar bir dile maruz kalıyoruz. Kürtaj yasağı gibi toplumda karşılığı olmayan tartışmaların boğuntusunda liberal sermaye ile muhafazakar sermaye birbiriyle flört etmeye başladı bile. Laikler ve İslamcılar arasındaki çatışma medyada süredursun büyük bir hızla sınıfsal bir yarılma gerçekleşiyor. Eskiden İslam bir teslimiyet ve tevazu diniyken, bugün türbanlı zengin kadınların yaşam biçimlerinin sosyeteden hiçbir farkı kalmadı. Onların da Moldovyalı hizmetçileri, özel şoförleri, çok yakından takip ettikleri moda defileleri, otellerde kutlamaya dönüşen iftar sofraları, deniz banyosu yaptıkları özel sahilleri, otelleri var. Yani pek de öyle göründüğü gibi Türkiye dindarlaşmıyor, tam tersine yeni liberal muhafazakarlık kisvesi altında hızla maneviyatını yitiriyor. Sadece biçimsel bir töre haline gelen İslam, ibadet değil bir şölen artık. Taptıkları tanrı sadece para kazanmayı öğütlüyor. Yoksullar, dışlananlar mümin ya da dinsiz bütün ezilenler her zamanki gibi aynı saflarda sömürülüyorlar. Dünyanın her yerinde olduğu gibi yoksullar yoksullara, arsızlar arsızlara benziyor.

Sema Kaygusuz'un bu yazısı Liberation gazetesinde yayımlanmıştır.

İlgili Haberler

Makale Haberleri

Ölümsüz bir analiz olarak: Büfeci İslamı - Ufuk Güldemir
Ali mi Aleviliği, Alevilik mi Ali'yi yarattı?
Şebnem Korur FİNCANCI yazdı: Aralık 78
Alevi düşmanlığı yapan Rabia Mine'ye PSAKD yöneticisinden cevap
Din ortaklığının kitle kontrol silahı : Korku