Mehmet Bayrak
Son yıllarda, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme yolunda belirli adımlar atması üzerine, bugüne kadar kimlikleri bastırılmış ve yoksanmış bazı gayrımüslim toplulukların ibadet yerlerini açma ve gerçek kimlikleriyle ortaya çıkmaları üzerine, kimi çevreler ve basın-yayın organları adeta bir kampanya başlatıyor ve bu unsurları açıkça hedef gösteriyorlardı.
Nitekim, resmi kolluk kuvvetlerinin de bu kişi ve çevrelere karşı harekete geçmesi üzerine; Hıristiyanlık propagandası ve örgütlemesi yaptığı iddia edilen insanlar, önce linç girişimlerine maruz kalıyor; ardından da Rahip Santaro, Hırant Dink ve en son Malatya’da üç kişinin vahşice katledilmesiyle noktalanan cinayetler işleniyordu.
Çoğunluğu küçük yaşta yoksul aile çocuklarınca işlenen bu cinayetlerin arkasında daha örgütlü güçlerin bulunduğu açıkken, gerçek suçluların ve örgütleyicilerin üstüne kesinlikle gidilmeyerek, birkaç tetikçinin tutuklanmasıyla yetiniliyordu. Oysa, adları geçmişte kimi Alevi katliamlarına da karışan, Devlet bağlantılı Türk- İslamcı faşizan çevrelerin bu olaylardaki izlerini görmek hiç de zor değildi. Ancak, olayların gerisindeki örgütlü (derin) güçlere gidilmeyerek, olay, birkaç figüranın tutuklanmasıyla kapatılmaya çalışılıyor.
Bilindiği gibi, şiddete ve zora başvurmamak kaydıyla, her siyasi akımın ve dinin, kendisini ifade etme ve propagandasını yapma hakkı vardır ve bu hak, ulusal ve uluslararası yasalarla da güvence altına alınmıştır.
Son yıllarda yaşadığımız olayların benzerlerine biz geçmiş yüzyıllarda da rastlıyor ve bu misyonerlik faaliyetlerinin esas olarak İslam’ı esas alan Selçuklu ve Osmanlı yönetimlerince Aleviler’e karşı yürütüldüğünü görüyoruz.
Türkler, Kürtler’in de desteği ve katkısıyla Malazgirt Savaşı’ndan sonra 11. yüzyılda Anadolu’ya yerleşip burayı yurt edindiğinde, Anadolu ve Mezopotamya’da çok sayıda halk, kültür ve din yaşıyordu. Aleviliğin önceli niteliğindeki Ehl-i Haklık, Kalenderilik, Şemsilik gibi çeşitli inançların yanısıra, Hıristiyanlık ve Pavlusiyenlik gibi çeşitli inançlar bu topraklarda yaygındı. Nitekim Mevlana, dört dilde şiir yazarken, bu bileşimin bir ürünü olarak ortaya çıkıyordu. Hatta, dönemin kaynakları bu inanç ve kültür mensuplarının birbirlerinin ibaret yerlerini ziyaret ettiklerine dair bilgiler verirler.
Ne zaman ki, Selçuklu yönetimi İslamiyeti resmi din ve ideoloji olarak seçip, diğer toplulukların üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanmaya başladı, o zaman bu topluluklar da Saray’a karşı harekete geçtiler. Nitekim 1238/39’da başgösteren Babailer hareketinin içinde, başta Türkmenler olmak üzere çok sayıda halktan ve inançtan insanlar vardı…Aleviler, Babai ve Bedreddin katliamları ve sürekli baskı altında tutulma yoluyla dize getirilemeyince, 15. yüzyılın sonlarında yeşil ışık yakılan Bektaşi tekkeleri yoluyla hizaya getirilmeye ve "ıslah" edilmeye çalışılıyordu…
16. Yüzyılda Yavuz Selim’in Halifeliği alması ve bu zırha bürünerek yoksul Kızılbaşlar’ın üzerine gitmesiyle çok sayıda ayaklanma ve katliam yaşanıyordu. Osmanlı yönetiminin bu yükseliş dönemi, Aleviler açısından aynı zamanda bir isyanlar ve katliamlar dönemiydi…
Yüzyılın başlarında onbinlerce kişilik Yavuz katliamlarına ve yüzyılın sonlarında onbinlerce kişilik Kuyucu Murad katliamlarına rağmen, Kızılbaşlar yine "ıslah" olmayınca; başka deyişle fiili katliamlarla Aleviler dize getirilemeyince, bu kez Aleviliğin Katliamı yoluna gidiliyordu.
17. Yüzyılın başlarında, sözü dinlenir Osmanlı ulemasından Şeyh Aziz Hüdai Efendi, dönemin Padişahına, Kızılbaş köylerine cami yapılması ve Sünni imam atanarak Sünnileştirilmesini, yola gelmeyenlerin cezalandırılmasını öneriyordu:
" Ve her köye bir Sünni imam nasboluna. Talim-i ilm-i sıbyan ve nisvan ve zikran eyleye. Ve ışık tekkeleri de yoklana ve teftiş oluna. Sebb ü ta’n- ı çiharyar ve na-makul vasıflarını ihtiyarlar ile terkedüb, sünnet ve şeriat üzerine olurlar ise febiha ve ilâ ref’oluna. Ve münasib ne ise görüle. Bu taifenin bazı ahvalin ve kabahiyin Hızır Paşa kulunuz bilür. Temam istifsar oluna. Bu iki taifenin kabahati diller ile şerh olunmaz…“ ( Ahmet Refik: Osmanlı Devrinde Rafızilik ve Bektaşilik/1558-1591, İst. 1932,s.12)
Görüldüğü gibi, bu Raporda; a- Alevi köylerine acilen camiler yapılması, b- buralara Şeriat konusunda yetkin imamlar atanması, c- bu köylere şeriatı öğretecek mektepler açılarak çocukların ve kadınların eğitimden geçirilmesi, ç- varolan Işık tekkelerinin denetim altında tutulması, d- sünniliği ve şeriatı seçenlerin serbest bırakılıp, diğerlerinin cezalandırılması, e- bu konuda Pir Sultan’ı astıran Hızır Paşa’nın da görüşlerine başvurulması isteniyordu.
19. Yüzyıl Dönemeci ve Abdülhamid’in Asimilasyon Çabaları
19. Yüzyılın başlarından itibaren yönünü Batı’ya çeviren Osmanlı yönetimi, bugün olduğu gibi kimi yenileşme çabalarına girişiyordu. Bu çerçevede, İslam dışındaki dinlerin Batı’daki merkezleri, Osmanlı memleketlerindeki dindaşlarının dini hizmetlerine ve toplumsal kalkınmalarına katkıda bulunmak üzere izinli olarak bu topraklarda faaliyete geçiyorlardı. Nitekim, Amerikan Protestan Kilisesi misyonerlerinin Anadolu’ya ilk gelişi 1815 yılına yani yaklaşık 200 yıl öncesine dayanıyordu. Ancak bu süre içinde, 1863’te Bitlis’teki bir yaralama olayı dışında ciddi hiç bir olumsuzluk yaşanmamıştı. (Bkz. Soner Yalçın: Misyonerler 200 Yıldır Anadolu’da, Hürriyet, 22 Nisan 2007)
Çalıştıkları bölgelerde birçok misyon merkezine, okula, yetimhaneye ve iş merkezine imza atan bu misyonerler; Ermeni ve Süryani gibi Hıristiyan unsurlar yanında, o güne kadar kendilerine el uzatılmamış ve dışlanmış Alevi topluluklarıyla da rahat diyalog kurabiliyorlardı.
Özellikle, Amerikalılar’ın Harput’taki misyonlerlek faaliyetlerini inceleyen Erdal Açıkses, şunları söylüyor:
" Özellikle Mamuretü’l- Aziz Vilayeti’ndeki Amerikalılar’ın yoğun faaliyetleri sonucunda bölgedeki ( Dersim yöresi MB) Alevi vatandaşlar üzerinde oldukça etkili olmuşlardır. (…) Mamuretü’l- Aziz vilayetine gönderilmiş olan 16 Ocak 1899 tarihli şifreli bir telgrafta; Dersim ve Akçadağ ve Erguvan nahiyesi ve Hasançelebi ve kısman Hekimhan’da bulunan Aleviler’in bazı şedidat (musibet MB) ve iğfalata (kandırma MB) kapulub Protestanlığa mütemâyil (eğilimli MB) bulunduğu haber alındığından, gerekli önlemlerin alınması istenmiştir…“ (E. Açıkses: Amerikalılar’ın Harput’taki Misyonerlik Faaliyetleri,TTK yay. Ank. 2003, s. 136. 278)
İşte bu durum, İslam birliğini önüne hedef olarak koyan II. Abdülhamid’ i rahatsız ediyordu. Nitekim Abdülhamid, Dersim yöresinden subay yetiştirilmek üzere kimi aşiret çocuklarını İstanbul’a getirtirken; sözde Hıristiyan misyonerlik etkilerini kırma iddiası ama gerçekte bu toplulukları sünnileştirmek amacıyla bölgeye "halkı irşad edecek“ Hanefi din adamları yolluyordu. Dersim yöresine Kur’an’ın girmesi süreci de böyle başlıyordu.
Aslında, Abdülhamid yönetiminin bu asimilasyon, başka bir deyişle misyonerlik uygulaması salt Dersim ve çevresiyle de sınırlı değildi. Sözgelimi Ankara Valisi Memduh Paşa’ nın , Padişah II. Abdülhamid’e verdiği 1893 tarihli aşağıdaki Sünnileştirme Raporu, bu uygulamanın çarpıcı örneklerinden biridir.
"Saadetlü Efendim Hazretleri,Evvelce de arzolunduğu üzere vilayetin bazı cihetlerinde ve bitahsis Yozgat ve Kırşehir sancakları dahilinde epeyce zamandan beri duçar oldukları zulmat (karanlık), cehil ve nadani (cahillik ve bilmezlik) ve girve-i dalalete (sapkınlığa) saparak envai akaid-i batıla ile (batıl inançlarla) İslamiyet’ten külliyen tecerrüd etmiş (ayrılmış, soyutlanmış) ve yalnız namlarından (adlarından) başka bunların unsur-u İslamdan (İslam toplumundan) olduklarına delalet edebilecek hiç bir eser kalmamış olan nüfus-u kesire (yoğun nüfus) ki, Anadolu’da Surh-ser –Kızılbaş namıyla yad edilenlerdir. Bu taifenin (topluluğun) tashih-i akaid-i muzırraları zımnında (sakıncalı inançlarının düzeltilmesi için) lâzım gelen tedabir (önlemler) 15 Şubat 1309 (M. 1891) tarihli ariza-i çakerdanemle pişgah-ı sami-i sadaretpenahiye (bir dilekçeyle Sadrazamlık makamına) arzolunmuş olduğu gibi, burada da o misillü karyelerde (onun gibi köylerde) birer cami-i şerif, birer mektep tesis ve inşası ve ehl-i sünnetten (sünni olan) imamlar tayini ile itikadat-ı muzirreden bihideyetilu teala kendilerinin istihlası zımnında bazı tedabire teşebbüs ibtidar olunmuş (bunların zararlı inançlarından kurtarılması doğrultusunda bazı önlemler alınmış), saye-i kader nevane-i Hazret-i Hilafet-penahilere kariben semerat-ı hasene husul bulmuştur (Halife- Padişahımız hazretlerinin arzularına uygun sonuçlar alınmıştır). Bunlar ahval ve harekatına (durum ve hareketlerine) ve itikadat-ı batılalarına (batıl inançlarına) dair bir hayli zaman tahkikat icrasıyla iştiğal etmiş (incelemeler yapmış) olan Yozgad’ın en kadim hanedanından Abdülmecidzade Osman Bey tarafından ita olunan layihanın sureti mahrece leffen takdim kılındı (konuyla ilgili rapor ayrıca ekte sunulmaktadır).
Şu fırka-i dalle (şu sapık topluluk) yalnız Ankara Vilayetinde olmayıp Sivas Vilayetinde yüz binden ziyade bulunduğu ve Sivas’tan ileri ta hudud-u İraniye’ye müntehi oluncaya kadar (İran sınırına kadar) müteselsilen birçok karyeler ahalisi bunların mezhep ve itikatları olduğu muhakkak idüğünden, Anadolu kıtasının vasatında (ortasında) batıl ve gafil ve cahil böyle nüfus-u kesirenin (yoğun nüfusun) kendi hallerine metruk olmaları (bırakılmaları) her zaman korkunç neticeler iras edecektir (doğuracaktır). Onlara İran’dan ahundlar (din görevlileri) gelmiş olsa, el’an Kızılbaş Aleviler onların yoluna meylan gösterir oldukları cihetle mezheb-i Şia yakın zamanda intişar ederek (yayılarak) milyonlarca nüfus-u İslamiye İranlılar’a temayül ile bilahare siyasi bir mesele ihdas edebileceğini ve binaenaleyh bu babda gayet esaslı bir tedbir-i acil ittihazı lüzumu (ivedi önlem alınması gereği) sadakat hasebiyle şimdiden cüret eyledim. Olbabda emir ve irade Hazret-i Mellehü’l-Emrindir. 10 Nisan 1310. Ankara Valisi Mehmed Memduh.“ (Ali Yıldırım: Osmanlı’dan Günümüze Aleviler’in Yazgısı, Deyiş der. Sayı:2-2000)
Görüldüğü gibi, 19. yüzyıl sonlarında Ankara Valisi Mumduh Paşa da, 17. yüzyıl başlarındaki Şeyh Aziz Hüdai Efendi gibi, Alevi köylerine birer cami ve okul yapılıp, ehl-i sünnetten imamlar atanmasını öneriyor. Peki, Askeri Cunta’nın 20. yüzyıl sonlarında yaptığı, bunun daha ileri bir boyutu ve uygulaması değil miydi?.. Şimdi, Türkiye’ye özgü alaturka laikliği bile geriletip, toplumu cami ile kışla arasında sıkıştıranların konuşmaya hakları var mı sizce?.. Yukardanberi anlatılanlar, geçmişten günümüze Aleviler’e ve Aleviliğe yönelik uygulamalar asimilasyon ve misyonerlik uygulaması değilse, nedir acaba?..
KAYNAK : DersimInfo - 4 Şubat 2010