Hüseyin DEMİRTAŞ
Yeryüzünde Türkiye gibi sömürge mantığıyla yönetilen bir başka ülke var mıdır bilinmez… Hâlbuki Türkiye mirasçısı olduğu Osmanlı İmparatorluğu dönemi de dâhil hiçbir zaman tam sömürge olmadı. Aynen İran ve Afganistan gibi halkının çoğunluğu Müslüman olupta, kolonileştirilememiş birkaç istisna ülke içinde yer alıyor. Alıyor da ne yapıyor? Hiç… Niye hiç? Çünkü bir başka emperyal gücün tamamen etkisine girmemiş bir devlet olsa da, itiraf etmek gerekirse, ülkemizin yöneticileri bir türlü halkına bakışta sömürge mantığını terk edemedi. Nedir bu mantık? Şudur: Yönettiği halka tepeden bakmaktır. Onun dilsel, dinsel ve kültürel değerlerine yabancılaşmak ve bunları sökülüp atılacak, modası geçmiş çağdışı şeyler olarak algılamaktır.
Günümüzün yönetici seçkinlerindeki mantıkta pek değişmeden devam etmektedir. Nasıl ki, Osmanlı merkezi yönetimi yani padişah halkı tebaa (sürü) olarak görüyorduysa, ona serbest bırakıldığında ya davulcuya ya da zurnacıya kaçacak kız muamelesi yapıyorduysa, aynı yönetim mantığı pek değişmeden günümüzde de varlığını sürdürüyor.
Bugünü anlamak için sık sık tarihe geri dönüşler yapmak çok yararlıdır. Malum çevremizdeki başka ülkelerin tarihinde olduğu gibi, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında büyük bir kopuş yaşanmadı. Osmanlı’nın yönetim zihniyeti zaten Jön Türkler ve İttihat Terakki iktidarları döneminde temelli katılaşmıştı. Bu miras kişiler değişse de pek dokunulmadan devralındı. Osmanlı’da nasıl ki, devlet herkes ve her şeyin önünde ve üstündeydi ise aynı mantık Cumhuriyetin yönetici seçkinlerince de sürdürüldü. Halktan çok, insandan çok devlet hep ön planda geldi bu topraklarda. Devlet daha doğrusu tepede oturan yönetici seçkinlerin çıkarları için hemen her dönemde kendi vatandaşının bir bölümünün dışlandığı, ötekileştirildiği hatta düşman ilan edildiği görüldü. Bu vatandaş kümesi hem de sürekli nüfus olarak azımsanmayacak bir yekûn teşkil etti.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ AYRIMCILIKTA OSMANLI’DAN DAHA İLERİ
Nasıl ki, Osmanlı 600 yılı aşkın yaşamında genel olarak halkını Müslüman olanlar ve olmayanlar diye ikiye bölmüşse Türkiye Cumhuriyeti de aynısını yaptı. Şimdiki ulus devletimiz de yönetim mantığı açısından hep halkı Türk olanlar ve olmayanlar ayrımına tabi tuttu. Bu tekçi mantık tüm şiddetiyle varlığını sürdürüyor. Hatta Türkiye devleti bu ayrımcılıkta ana mirasını devraldığı Osmanlı’dan da çok ileri gitti. Osmanlı hiç olmazsa, Hıristiyan ve Yahudi tebaasından ülkenin kalkınması ve gelişmesi yolunda yararlanmasını biliyordu. Bu anlayışla da, söz konusu azınlıkların içinden çıkan kabiliyetli kimseler, özellikle son dönem Osmanlısında dinlerini değiştirmeden devletin en yüksek makamlarına bile gelebiliyorlardı. Osmanlı en azından halkı arasında dini ve milli bir ayrım gözetmeden öne çıkan kişileri üst yönetime getirmede tereddüt etmiyordu. Bu anlayış 1908’de İttihat Terakki Partisi’nin iktidarı bir darbeyle ele geçirmesinden sonra yara almaya başladı. I. Dünya Savaşı sırasındaysa, Müslüman olmayan azınlıkların bir bölümünün Osmanlı’ya düşman ülkeler safında hareket etmesi nedeniyle, yönetici elit nezdinde bu kitlelere büyük bir güvensizlik baş gösterdi. Bu ve başka nedenlerin de eklenmesiyle, Müslüman olmayana karşı büyük bir güvensizlik dalgası patladı ve Cumhuriyet kurulana kadar iktidara hâkim olan İttihat Terakki kadrosu eliyle Hıristiyanlar gerek tehcir (zorunlu sürgün) gerekse katliamlar yoluyla ülke dışına çıkarıldı. Cumhuriyette İttihatçı zihniyetin bir tür devamı olmasından dolayı 1923-24’te kalan Rumları da mübadele (zorunlu nüfus değiş tokuşu) yoluyla Yunanistan’a gönderince, 1914 yılında toplam nüfus içinde yüzde 40’ları bulan Müslüman olmayanların oranı yüzde 5’lere indirildi. Fakat bu oran da çoktu yönetici sınıfın gözünde. İstanbul ağırlıklı Müslüman olmayan vatandaşlarımız 1936 Trakya Olayları, 1942 Varlık Vergisi, 1955 6–7 Eylül Yağma Olayları, 1964 Yunan uyruklu Türkiye Rumlarının sınır dışı edilmesi ve nihayet 1974 Kıbrıs Çıkarması neticesinde ülkemizde yaşayan Türk ve Müslüman olmayan vatandaş oranı yüzde birlerin de altına düşmüş bulunmakta.
Büyük Türk hoşgörüsünün (!) ülkemizi getirdiği yer burası. Kesintisiz süren İttihatçı zihniyet sayesinde Türkiye’yi kâğıt üzerinde halkı yüzde 99 Müslüman bir ülke haline getirdiler. Aynen 1914’te yüzlerce Ermeni önde gelenini katleden ve Doğu Anadolu’da çeşitli çetecilik faaliyetlerinde bulunduktan sonra tasfiye edilen bugünün Ergenekoncu paşalarına benzeyen çeteci Çerkez Ahmet’in yazar Falih Rıfkı ve Ahmet Refik’in kitaplarında da açıkça beyan ettiği gibi, ülkemiz Kâbe toprağına döndü. Herhalde İslam dünyasında Hıristiyan ve Yahudi nüfus bulunmayan tertemiz (!) iki büyük toprak parçası varsa, bunların birisi Suudi Arabistan’daki Mekke ve Medine kentlerinin bulunduğu Harem-i Şerif diğeri de Türkiye topraklarıdır… Yöneticilerimiz bu marifetleriyle ne kadar övünseler azdır!
İTTİHATÇI MANTIK TAM GAZ YOLA DEVAM…
Gelgelelim, ülkemizin İttihatçı zihniyetli yöneticileri yine de rahat değil. Bu sefer de ta 1930’larda başlattıkları bir planla halkı yüzde yüz Türk yapmaya uğraşıyorlar… Unutulmasın bu ülkede daha İttihatçılar dışında kimse iktidara gelemedi. Kaldı ki, Türkiye’deki siyasi partiler A’dan Z’ye İttihatçı mantığı bir şekilde sürdürürler. Halkın içinden çıktığı sanrısı yaratan şimdiki iktidar partisi AKP de bu zihniyetin dışında değildir. Zaten böyle partiler İttihatçı değilse bile şöyle ya da böyle bu çizgiye çekilirler. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet dedik. Bunu beğenmeyen beğendiği yere gitsin” deyip, bu anlayışa karşı gelenleri adeta “Ya sev ya terk et!” ile tehdit etmesi de zaten bu tezin doğruluğunu kanıtlamıştır. Yine bu hükümetin Savunma Bakanı Vecdi Gönül de, Brüksel’de katıldığı bir toplantıda, “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?” sözleriyle devlete hâkim olan mantığı çok açık şekilde ortaya sermiştir. Yani en halk içinden çıkmış gibi görünen AKP de kadim devlet zihniyetiyle ittifakını sağlamlaştırmıştır. Zaten bu ülkenin kaderidir. İçimizden birileri diye halk Süleyman Demirel’i veya Tayyip Erdoğan’ı seçerler ama onlar iktidarın tadına varınca, hemen Hızır Paşalaşırlar ve “devletlûlar” sınıfına geçerler. Bu halde de tabii ki halkın değil devletin menfaatleri öne geçer.
Aslına bakılırsa Türkiye’de hep dünyada ne oluyorsa onun tersi gerçekleşir. Örneğin başka ülkelerin ulus devlet kurması, önce ulusun yaratılması ve arkasından devletin ortaya çıkmasıyla olmuştur. Buna karşılık bizde önce 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, arkasından bu devlete, devletin işine yarayacak bir ulus donu biçilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından 1930’lara kadar 1924 Anayasası'nın 88. maddesinde geçtiği şekliyle, "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur (denir)" yazılarak, Türklük etnik mahiyetiyle pek öne çıkarılmamıştır ama sonraki yıllarda Türk’e yapılan köken vurgusu giderek artmıştır. Çünkü artık rejim teklik üzerinde ilerlemeye koyulmuştur. Zira mübadele, tehcir, katliam ve kaçırtma yoluyla Müslüman olmayan nüfus zararsız dereceye indirilmiş, kalanlara da azınlık statüsü verildiğinden bunların Türk etnik kimliği içinde eritilemeyeceği kabul edilmişti. Ancak aynı şey Türk etnisitesinden gelmeyen ama Müslüman olan Kürt, Çerkez, Arnavut, Laz, Gürcü ve Araplar için düşünülemezdi. Bunların Türklük içinde eritilmesi gerekiyordu. Söz konusu halk grupları bir şekilde asimile edilip, nasıl ki halkın yüzde 99’u Müslümanlık çatısı altında toplandıysa, aynı şey Türklük adına da gerçekleşmeli ve ülke halkının yüzde 99 oranında Türkleştirilmesi gerekliydi. Kısaca Kürde, Çerkez’e ve Arnavut’a vs. “müstakbel (gelecekteki) Türkler” olarak bakılıyordu. Öte yandan etnik olarak Türk veya Türkmen olupta, dinsel ve mezhepsel yönden bir aynılık teşkil etmeyen Aleviler de tek millet (Türk-Müslüman-Sünni) tanımına uymadıkları için “makbul vatandaş” sayılmadılar. Bir de üstelik onlardan “müstakbel Sünni” olmaları istendi ve beklendi.
Tabii ki, bu tekleştirme anlayışı Türk ve Müslüman-Sünni olmayanlarla sınırlı kalmadı. Aynı yoğunlukta olmasa bile hem Türk hem Müslüman olanlar da tekleştirme politikalarından ziyadesiyle nasibini aldı. Bunlara da, “Yok öyle Müslümanlıkta aşırı gitmek; şeyhlere, üfürükçülere ve hurafelere inanmak! Din Allah ile kul arasındadır; siyasete, kamusal hayata ve devlet işlerine karışamaz. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bu yönde bir din yorumu geliştirme görevi verdim. Dini ve dindarları kontrol edeceğim. Onların çizdiğim Sünni Müslümanlık sınırlarının dışına çıkmasına izin vermeyeceğim. Benim gözümde laikliği ve bu sınırları kabul edenler makbul Müslüman’dır. Bu çizginin dışında hareket eden Sünni’ye de göz açtırmayacağım” dedi. Görüldüğü gibi karşımızda yönetimi altında tuttuğu halkı olduğu gibi kabul eden değil, ona yeni bir elbise ve yön biçen bir devlet aygıtı vardı.
TEKÇİ ANLAYIŞIN FATURASI AĞIR
Elbette tornadan çıkmış gibi tek tip bir millet yaratmak tam anlamıyla mümkün olamadığı gibi bunun bedeli de ağır oldu. Genç Cumhuriyet önce ilk darbeyi Müslüman halka göre oldukça ileri, eğitimli ve kendi girişimci sınıflarını yaratmış olan Rum ve Ermenilerin gitmesiyle büyük bir darbe yedi. Bırakalım insani ve kültürel kayıpları, söz konusu toplumların bu topraklardaki maddi varlıklarının silinmesiyle Türkiye’nin gelişmesi ve kalkınması, çok önceden başlattığı kapitalistleşme süreci en az bir 50 yıl gecikti. Türkiye bu kayıpların yaralarını ancak 1950’lerden itibaren sarabildi. Lakin yine de Müslüman olmayanların gidişinin yarattığı boşluktan ders alınmadı ve teklik politikalarında ısrar sürdürüldüyse de, bu istikamette ilk taviz 1950’ye doğru çok partili siyasal hayata geçiş sürecinde verilmeye başlandı. Daha CHP’nin tek başına iktidarda bulunduğu Milli Şef İnönü döneminde (1940’lı yılların sonu) devletin dayattığı katı laiklik uygulamalarının gevşetilmesi yolunda adımlar atıldı. Türkiye’nin katılmadığı ama tüm sıkıntılarını derinden hissettiği II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllar boyunca, “halksız” devletin ve rejimin yürümeyeceği bir ölçüde anlaşıldı. Buradan hareketle de, Sünni-Müslüman Türkleri laikleştirmek ve modernleştirmekten vazgeçme sinyalleri verildi. Bu politika değişikliğinin neticesi olarak da, okullarda Atatürk döneminde kaldırılan din dersleri seçmeli de olsa eğitim kurumlarına geri döndü. İlk kez imam-hatip kursları açıldı. Türkçe okunan ezanın kaldırılması ve tekrar Arapçaya dönülmesi yolundaki girişimlere hız verildi. Bu dönemde Kuran kursları yasaktı, birçok tarikat ve cemaat gizli Kuran kursları düzenliyordu. Bu yasakta yavaş yavaş gevşetilmeye başlandı. Ancak girişimler asıl meyvesini 1950’de Demokrat Parti’nin (DP) iktidara gelmesiyle meyvesini verdi. İşte bu dönemden itibaren giderek, o güne kadar çevrede duran Sünni-Müslüman Türk çoğunluk o tutucu yapısına pek dokunulmaksızın siyasilerin oy kaygısının yarattığı baskı da eklenince adım adım merkeze taşındı ve sisteme entegre edildi.
Hâlbuki Osmanlı’da millet-i hâkime (egemen millet) olmanın keyfine ve imtiyazlarına alışmış bu kitleye sonuçta CHP gibi kendisi de bir sistem partisi olan, İttihatçı çizgiden gelen Celal Bayar ve Adnan Menderes’in kurduğu DP de yetmiyordu. DP’nin bu toprakların hâkim dini anlayışı olan Sünni Müslümanlığa verdiği tavizler yeterli görülmüyordu ve devletten din adına hep daha çok taviz koparılmak isteniyordu. Nitekim söz konusu tavizler DP’den sonra kurulan AP döneminde de tüm hızıyla devam etmesine rağmen, şeriat özlemleri dur durak bilmedi. En sonunda sistem görece uzağında duran Sünni-Müslüman Türk kitleyi kendine bağlamanın yolunu bularak, MNP-MSP-Refah-Fazilet ve AKP çizgisini yarattı. Arada başa gelen ANAP ve DYP iktidarlarınca devletin görece de olsa laik vasfından verilen tavizler de işe yaramamıştı. Nihayet sistemin sahipleri hem kendi gelenekselleşmiş iktidarlarını sürdürecek hem de Sünni Müslüman çoğunluğun bu sonu gelmez taviz ve isteklerinin önünü tıkayacak formülü bulmuş oldu. İşte buradan hareketle aynı egemenler, AKP’nin tek başına iki dönem iktidarına ve eşi türbanlı olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı makamına oturmasına ses çıkarmayarak, bu kesimdeki halka “Bakın devlet artık sizin devletiniz” mesajını isteksizce de olsa vermek zorunda kaldılar.
İKTİDAR İÇİN HER YOL MUBAH
Öyle görünüyor ki, sivil-asker bürokrasiden oluşan asıl iktidar kanadı, ülkenin Diyanetli, zorunlu din dersli, binlerce Kuran kurslu, imam-hatipli ve ilahiyat fakülteli yarı laik yapısına kendi devasa iktidar ve imtiyazlarını koruma adına göz yumma kararı almış bulunuyor. Bu kanat, kanımca “Sünni-Müslüman Türk çoğunluğu sisteme AKP sayesinde entegre ettik ve bağladık. AKP bu kitleyi yönetmek için artık bizim iktidar alanlarımıza ve imtiyazlarımıza ses çıkaramaz. Çünkü biz kazan-kazan stratejisine oynadık. Onlara koca bir sivil alanda iktidar olma imkânı verdik. Her ne kadar da, AKP’nin zihniyetine tamamen evet demedikse de, ülkeyi bir dönem daha böyle idare etmeyi sürdürür ve mevcut yapıyı korumuş oluruz” diye düşünmektedir.
Gerçi sivil-asker bürokrasinin bu bakışı ülkenin geleceği adına sakat bir bakıştır ama olsun… Bunları ülkenin geleceğinden çok kendi sınıfsal ve zümre çıkarları ilgilendirir. Ne de olsa, mirasçısı oldukları İttihatçılar gibi İstanbul’daki iktidarı korumak için Edirne’nin düşman eline geçmesini bile içlerine sindirmekte üstlerine yoktur. Sonra bir de kalkarlar, zamanında iktidar oyunlarına kurban verdikleri aynı Edirne’yi tekrar alarak, sanki orayı kaybetmek kendi kabahatleri değilmiş gibi kendi kendilerine Edirne Fatihi ünvanı verirler. (Bu kişi Enver Paşa’ydı.)
Evet, Osmanlı’da hile ve oyun tükenmez… İşin gerçeği Türkiye’nin egemenleri çeşitli halk kesimlerini kendi sistemlerine entegre etme konusunda oldukça mahirdirler. Nitekim CKMP ve MHP çizgisi ile Sünni Türkmen ve Yörükler, MNP-MSP-Refah ve AKP çizgisiyle de günlük hayatında dini öne çıkaran, milli duyarlılıkları sınırlı Sünni-Müslüman halk yığınları bunların kurduğu tekçi ve inkârcı sisteme başarıyla kazanılmıştır. Yakından bakıldığında görüleceği üzere, bugün yukarda adı geçen halk yığınlarının mevcut sisteme türban, imam-hatiplilere üniversiteye girişte katsayı uygulaması gibisinden birkaç küçük ayrıntı dışında bir itirazları yoktur. Zaten Türk etnisitesinden gelmeyen Çerkezler, Gürcüler, Arnavutlar, kısmen Araplar ile Balkan kökenli Pomak ve Boşnaklar da zaman içinde Türk-Müslüman kimliği içinde kolaylıkla eritilmiştir. Artık sayılan bu halk kesimlerinden sistemin tekçiliğine kayda değer bir itiraz yükselmemektedir. Yönetici seçkinlerin elleri bu konuda çok rahattır.
TÜRKİYE’NİN YUMUŞAK KARNI: KÜRTLER VE ALEVİLER
Öte yandan yine de ortalık süt liman değildir. Türkiye’de başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere önemli bir kitle de sistemin yumuşak karnı olmaya devam etmektedir. Malum Kürtler diğer halk yığınlarından farklı olarak, gerek nüfus oranı bakımından büyüklükleri, gerekse belli bir bölgede yoğunlaşmaları ve de Anadolu-Mezopotamya’nın yerli kavimlerinden olmaları nedeniyle bir türlü bu tekçi yapıya entegre edilemediler. Her ne kadar sistem AKP üzerinden Müslümanlık ortak paydasını kullanarak yeni bir hamleyle özellikle Sünni Kürtleri kendine kazanma denemelerini sürdürüyorsa da, bugün artık tekçi yapıdan taviz vermedikçe Kürtlerin çoğunluk topluma tam entegrasyonu neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Aynı şey Aleviler için de geçerlidir. Aslında bir dönem Aleviler de CHP üzerinden sisteme belli ölçüde kazanılmıştı. Fakat Aleviler, Alevi kimliğini kapının dışında bırakarak sisteme dâhil olmak zorunda bırakıldıklarından, 1990 sonrasından itibaren bu ittifak çatırdamaya başlamıştı. Aleviler halen ağırlıklı olarak CHP yönünde tercihini koyuyor ama bu durum artık gönüllülükten çok bir zorunluluğun ve seçeneksizliğin eseridir.
Oysa diğer toplum kesimleri sisteme hep kendi kimlik ve kurumlarına önemli tavizler kopararak dâhil oldular. Örneğin MHP temsil ettiği Sünni Türkmen ve Yörükleri, bazı bakanlık ve bürokrasi kademelerinde kadrolaşma yanında Türk-İslam Sentezi’nin resmi ideolojiye eklemlenmesi karşılığı sisteme taşıdı. DP-AP-ANAP ve DYP ile MNP-MSP-Refah ve AKP ise yine benzer kadrolaşmaya ek olarak, Diyanet’e daha fazla bütçe, Diyanet Vakfı’nın yasadışı faaliyetlerine göz yumulması, daha fazla imam-hatip ve Kuran kursu açılması, ülke kaynaklarından yandaş kesimlere daha çok kaynak aktarılması yollu rüşvetler kopararak İslamcı ve kısmen şeriat eğilimli tabanını sisteme kattı.
Özetlersek, tek millet (Türk), tek dil (Türkçe), tek din (İslam) ve tek mezhep (Ilımlı Sünnilik) üzerine kurulu bu sistem bir yönden bakılınca, yukarda saydığımız kitleleri şöyle veya böyle kendine dâhil ettiği, kendini yeniden üretme sürecine soktuğu için oldukça başarılı sayılır. Sonuçta bunların toplamı halkın yüzde 60’ını buluyor. Demek ki, tekçi devletimiz ortalama bir düzeyi tutturmuş ve yolunda emin adımlarla ilerliyor… Acaba gerçekten öyle mi?
Hem “evet” hem “hayır!”
Evet; çünkü Türkiye bu haliyle de yoluna devam eder. Devlet olarak kolay kolay yıkılmaz ancak bu yaşamaya da “yaşama” denir mi bilmem… Zira kurbağa da yaşıyor ama taş altında! Türkiye aslında birinci lig oyuncusu ama kendi gücünün farkında olmadığından üçüncü ligde top koşturmayı marifet sayıyor.
TÜRKİYE TOPLUMU BİR MOZAİKTİR
Herkesin malumu Anadolu toprakları geçen yüzyılın başında çok zengin bir mozaikti. Veya biz kendi terminolojimiz ile söyleyelim; bir aşureydi. Aşure pişirirken içine 12 çeşit tahıl ve yemiş katılır. İçinde 12 ayrı çeşit bulunursa gerekli lezzet ve kıvama ulaşır. Ayrıca aşurede her tahıl ve yemişin bir kendi tadı bir de hepsinin ortak toplamından oluşan ayrı bir tat vardır. Bu tahıl ve yemişlerden bazılarını kazana atmadığınızda, o mükemmel lezzet azaldıkça azalır. Eksik bir katkı ile pişirdiğiniz her aşurede hem kazana atmaktan vazgeçtiğiniz diyelim ki nohudun tadı hem de nohudun ortak tada kattığı çeşni kaybolur. İşte Türkiye’deki mevcut sistem tekçilik adına 85 yıldır aşureyi her yıl bir veya birkaç eksik tahıl ve yemişle pişirmeye çalışmaktadır. Böyle olunca da, varsayalım ki aşurenin bileşenlerinden Alevi’yi, Kürdü dışta bıraktığınızda, hem Alevi ve Kürtler içinde olmadığı için onların hem de aşureye katılan unsurların tümünün ağız tadı bozulmaktadır. Neticede herkes mutsuz ve ağzının tadını kaybetmiştir.
Bu şekilde, “birilerinin yediği diğerlerinin baktığı bir ortamda da, dıştan her şey sakin görünse de bir gün mutlaka kıyamet kopar…”
Hemen altını kalın çizgilerle çizerek belirtelim, gerek Aleviler gerekse de Kürtler her gün yeniden pişirilen aşurenin (sistem) içine girmek istiyorlar ama örneğin buğdaysa buğday, cevizse ceviz olarak kazana girmekten yanalar. Oysa sistem özellikle bu iki büyük toplum kesimine bugüne kadar, “Ben sizleri buğday ve ceviz olarak kabul etmiyorum. Sizler kuru incir ve fasulyesiniz. Kendinizi kuru incir ve fasulye kabul ettiğiniz takdirde ben sizleri kazana atarım” diyordu. Halen de bu ısrarcılık ve dayatmadan vazgeçilmiş değil. Ama bu kervanın böyle yürümeyeceğini sistemin sahiplerinin bir an evvel görmesi gerekiyor. Yoksa bu gidiş iyiye işaret değil zira hem Kürtler hem de Aleviler uyanmış vaziyettedir. İşte bu yönüyle sistem çoğunluğu kendine katma başarısına rağmen başarısızdır. Üstelik özellikle Kürt sorunun bir de şiddet boyutu vardır ve bu durum ülkeyi her geçen gün ekonomik bir yıkıma doğru sürüklemektedir. Ayrıca her iki taraftaki ekonomik ve insani kayıplar, memleketi hızla bir Türk-Kürt etnik çatışmasına doğru götürme eğilimine sokmuştur. Bu gidişat derhal durdurulmalıdır. Ama nasıl?
ÇÖZÜM NEREDE?
Aslında çatışmaları durdurmanın formülü çok basittir. Lakin sistemin bu haliyle devamı ve kendi imtiyazlı, sorgusuz-sualsiz iktidarını sürdürmesi teklik politikalarına bağlı olduğundan; sistemin bekçileri çatışmaların varlığından beslenmektedir. Bu yüzden de Kürt sorununun çözümü yolunda barışçı adımlar atmamakta ısrar etmektedirler. Buna karşılık ülkemiz her şeye rağmen ağır ağır bu yükü taşıyamaz bir noktaya gelmiştir. Türkiye başta Kürtler, sonrasında da Alevilerin varlık ve kimliklerini inkâr etmeden, tekçi politikaları terk edip onlara yaklaşmadığı müddetçe düzlüğe çıkamayacaktır. Kısaca Türkiye kabaca halkının yüzde 60’ını kazanmıştır ama çoğunluğunu Kürt ve Alevilerin teşkil ettiği yüzde 40’lık bir büyük kitle de hala sistem dışıdır. Israrla vurguladığımız gibi, bu kitleyi kazanmadan da ülkemiz yürüse bile pek bir mesafe kat edemeyecektir artık. Görünen o ki, yüzde 60’lık çoğunluk kitlenin nefesi bu ülkeyi daha ileri götürmeye, refahını artırmaya, bölgesinde etkin bir güç olmasına yetmemektedir. Kürtler ve Alevilerin ise tüm insani, kültürel, sosyal ve bilimsel potansiyelleri sisteme dâhil edilmedikleri için atıl vaziyettedir. Bu özelliklerinin şimdilik kimseye bir faydası yoktur. Şu haliyle Türkiye 15–20 milyon Kürt, 10–15 milyon Alevi olmak üzere ortalama 30–35 milyonluk bir kitlenin potansiyelini ülke yararına harekete geçirememektedir. Zira her iki kitle de sisteme kimlik ve inançları kabul edilmek suretiyle katılmalarının yolu sürekli kapatıldığından, gittikçe devlete; onun kurum ve sembollerine yabancılaşmaktadırlar. Bu durum da var olan enerji, kabiliyet ve potansiyellerini sergilemelerinin önünde koca bir engeldir.
Sonuçta hem Kürtler hem de Aleviler Türkiye’nin en dinamik, istikbali parlak ve çoğunluk topluma sayısız artılar getirebilecek bir kapasiteye sahip iki önemli yapı taşıdır. Ayrıca her ikisinin de ezici bir çoğunluğunun tek bayrak, tek ülke gibisinden Türkiye’nin temel yapılarıyla ve kırmızı çizgileriyle bir sorunu yoktur; çoğunluk uzlaşmaya da açıktır.
O halde vazgeçin bu tek din-mezhep ve dil dayatmasından! Getirin vatandaşlık temelinde bir millet anlayışı! Çözün Kürt ve Alevilerin sorunlarını, yerine getirin Türkiye’nin siyasal birliği ve bütünlüğüne en ufak bir zarar vermeyecek taleplerini de artık herkes bir rahat etsin… Bakın o zaman Türkiye’yi kimse yerinde tutabiliyor mu? Alimallah uçar bu ülke uçar! İşte o vakit kuşkusuz herkesi tatmin edemezsiniz ama en azından yine de halkın yüzde 95’i sistemden memnun hale gelir. Haliyle yüzde 5 memnuniyetsizler taşınabilir bir rizikodur ama yüzde 40 taşınamıyor tecrübeyle sabit olduğu üzere… Hem atacağınız bu adımlar sonrası, şimdi zoraki vatandaş olan koca bir kitle gönüllü vatandaş konumuna yükselirken, bütün potansiyellerini de bu ülke ve toplumun hizmetine cömertçe sunarlar. Unutmayınız, tek ağaçla meyve bahçesi olmuyor. Türkiye’nin şimdi Türk-Müslüman-Sünni bir kanadı var ama diğer kanat Kürt ve Alevi olanı eksik. O nedenle uçamıyor. Kürdü ve Alevi’yi de sisteme diğer kanatla eş ve eşit bir konuma getirin ki, artık acılar bitsin ve özgüvenini kazanan Türkiye kuşu semalarda özgürce uçsun…
Başka çare ve çıkış yolu yok. Bugünkü çarpık, adaletsiz ve inkârcı sistemde ısrar edenler biliniz ki, sadece Kürtlere ve Alevilere değil; kendilerini temsil ettikleri yalanına inandırdıkları çoğunluk topluma da büyük bir kötülük ve ihanetin içindedirler. Dileriz bu gerçeği artık sadece sistemin dışındakiler değil, ondan beslenenler de bir an önce görür…
----------- o O o -------------
Butzbach, 19 Aralık 2008
— Bu Makale Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Aylık Yayın Organı Alevilerin Sesi Dergisi’nin 121. Sayısında Yayınlanmıştır —