TÜRKİYE'NİN "İKİLİ İKTİDAR" SANCISI:
“İttihatçılık ve İtilafçılık” ikileminin günümüzdeki tezahürleri, birincisinin ulus devlet savunuculuğu adına (Ergenekon çeteleri başta olmak üzere) her şeyi meşru görebilmesi ve ikincisinin de küreselleşmeye entegrasyon uğruna (siyasi İslam da dahil) yine her şeyi mubah bulması olarak karşımıza çıkmıyor mu? Mesela, her ikisi de sol kimlik taşıdığını savunan Cumhuriyet gazetesi ile Taraf gazetesi aynı madalyonun ters yüzleri değil mi? Üstelik Taraf gazetesinin Zaman ve Yeni Şafak gibi gazeteleri dahi fersah fersah geride bırakıp kendini öne atması, İtilafçı bir rövanş duygusunun izdüşümü şeklinde algılanmıyor mu?
Peki ya Ergenekon? Ergenekon şu sıralar herkesin bildiği bir sır, aleni bir muamma… Herkes adeta soluğunu tutmuş savcının tarifini bekliyor. Nitekim İsmet Berkan da şöyle yazmıştı: “Fakat ben yine de, savcının elinde 'Büyük Ergenekon'a ulaşmasını sağlayacak kadar bilgi olduğunu, şimdilik, sanmıyorum. Bu bilgiler ve belki de delillendirilebilecek bazı şeyler 'devlet'te birilerinde var ama herhalde bizim şimdi bilemediğimiz, göremediğimiz bazı sebeplerle veya bir büyük pazarlığın parçası olarak savcıya iletilmiyor, onun eli rahatlatılmıyor.”
“Büyük Ergenekon” her neyse odur, belli ki pandoranın kutusudur; ama “Ergenekon çetesi” denilen “şey” belli ki nispeten “basit” bir olay… Operasyonun iddianamesi henüz ortada yok. Tam olarak kimler suçlanıyor, niye suçlanıyor, bilinmiyor. Herkesin aklında farklı bir kurgu var. Derin devletin tamamı mı? Öyleyse, devleti sil baştan kurmaları gerekir! Yoksa derin devlet adına davranma iddiasında bir aparatçikler toplamı mı? Ya da Susurluk, Kontrgerilla, Gladyo, Amerika… Ve işin içinde Amerika varsa malum cemaatler de olmaz mı? Bu hükümet Şemdinli olayının da, Hrant Dink cinayetinin de hakikaten üstüne gidebilir mi? Bu soruların cevaplarını bilmiyoruz, ama şunu biliyoruz: Bundan böyle, AKP muhalifi herkesin potansiyel Ergenekon üyesi muamelesine tabi tutulabilmesi mümkündür!
Şunu da söyleyeyim: Sanırım şeriat ve darbe ya da İtilafçılık ve İttihatçılık konusunda duruşu en sağlam olanlar özgürlükçü solculardır, yani devrimcilerdir. Çünkü bu ülkenin özgürlükçü devrimcileri her türden toplum mühendisliğine karşıdır. Elbette “Siyasi İslam mühendisliğine” de karşıdır. Çünkü bunlar da bin bir tertip ile, Amerikan desteğiyle, laik toplum yerine İslam toplumu inşa etme peşindedir. Zaten Cemaatçilik denildiğinde ilk akla gelen Fethullah Gülen ekolü de tam bir toplum mühendisliği değil midir? Özgürlükçü devrimciler, Kemalist değildir; ama Cumhuriyetin ve laikliğin kazanılmış bir mevzi olduğunun da pekâlâ bilincindedir, elbette bunu aşmak gayretindedir ama bunun karşısında daha geri bir rejimi savunmak akıllarının ucundan bile geçmez. Ayrıca, kendisine Kemalist diyenlerin kapitalizm muhafızlığını ve muhafazakârlığını ise elbette “devrimcilik” olarak görmezler ve bu amaçla girişilen darbelerin karşısına her zaman dikilmişlerdir ve dikileceklerdir.
Burada, Türkiye’de siyasette askeriyenin rolü ve siyasi İslam gidişatı konusundaki görüşlerimin bilindiğini farz edip şöyle devam edeceğim: Önemli olan elbette ve son çözümlemede işin sınıfsal boyutudur. İşte bu boyutta AKP’ye bir “halk hareketi” misyonu yüklemek büyük sahtekârlıktır. AKP hâkim sınıflar ittifakından (özellikle 12 Mart döneminde) kapitalizme ayak uyduramadığı için tasfiye edilmiş olan kesimlerin, küreselleşme ve mütedeyyin seçmen imkânlarıyla bu ittifakı ele geçirme girişimi ve zihniyetidir. Bu uğurda siyasi İslam’ı yeri geldiğinde araç yeri geldiğinde amaç olarak kullanarak göze almayacağı hiçbir şey olmadığını kanıtlamaktadır.
1980 öncesinde devrimciler, “kontrgerilla, MHP kapatılsın!” diye slogan atarken demokrasi düşmanlığı yapmıyorlardı. Şimdi de demokrasiyi savunmak için “AKP kapatılmasın!” diye slogan atacak halleri yok… Bizim gözümüzde, olup bitenin “rot balans ayarı, rektifiye” kategorisine girmesinin de zaten onlar açısından hiçbir kıymeti yoktur. Ve zaten kendi demokrasi kuralları bakımından ele alındığında, bu sorun, burjuva hukuku içinde ve kendi içlerine sindirebildikleri bir çözüme götürülmek istenmektedir. Bu normlara göre Avusturya’da seçmenin tercih ettiği faşist eğilimli Jörg Heider’a da, haklı olarak, iktidar teslim edilmemiştir. Ama dediğim gibi bu çekişmenin ardında elbette İttihatçı- İtilafçı çekişmesi de vardır. Bu yüzden olup bitenler demokrasi kavgası değil düpedüz bir iktidar kavgasıdır, bizlere de BirGün manşetindeki gibi “Yiyin birbirinizi!” demek düşmektedir.
Kaldı ki İtilafçı bakış açısından AKP’nin encamı da demokrasi kurallarına değil ABD’nin inayetine kalmış görülüyor. ABD sayesinde bir iktidar muhafazasına şiddetle ihtiyaç duyuluyor. Ahmet Altan en son şöyle yazmıştı: “Avrupa Birliği müstakbel üyesinde demokrasi istediği için, Amerika da Kuzey Irak’ı güvenceye alabilmek için Ergenekon’a karşı tavır alıyorlar… Zaten bir zamanlar ‘Amerika’ya hayran’ olan emekli generallerin birden bire ‘ulusalcı’ kesilmeleri de bu büyük desteği kaybetmelerinden kaynaklanıyor… Amerika’nın desteklemediği, Avrupa Birliği’nin karşı çıktığı, toplumun yarısından fazlasının öfke duyduğu ‘darbeci’ bir çetenin varlığını sürdürmesi ise pek ihtimal dâhilinde gözükmüyor.”
Peki ama… Darbeyi “emekli generaller” mi yapacak? Hayır! 1971 yılında, Amerikancı olmayan 9 Mart yerine ya da 9 Martı önlemek ve önüne geçmek için Amerikancı bir 12 Mart darbesi yapılmadı mı? Evet! Peki ama…
ABD, İran, Kuzey Irak, Afganistan için AKP’den vazgeçmeyi tercih ederse? Demek ki bu durumda AKP’nin “varlığını sürdürmesi de pek ihtimal dâhilinde” gözükmeyecek.
İşe bakın ki Cheney tam da “bu işler için” geldi… Murat Yetkin birkaç gün önce şunları yazmıştı: “Cheney Ankara'ya boşuna gelmez. Dosyasında önemli bir konuyla, belki birden çok konuyla geliyordur. Irak mı, PKK ve Iraklı Kürtler mi? Iraklı Kürtleri ve Türkiye'yi bir uzlaşmaya razı ederek Irak gazının Türkiye üzerinden (Nabucco veya başka yolla) Avrupa'ya bağlanmasını sağlamak mı? Herkesin endişesi, İran mı? Türkiye'nin doğalgazına göbekten bağlı olduğu Rusya'ya karşı füze sistemleri yerleştirilmesi mi? Afganistan'a muharip birlik talebi mi? Bunların hangisi diğerinden önde? Gelişi hayra mı, yoksa neye alamet?”
Cheney, Bush’un yani Başkan’ın yardımcıdır, ABD Genelkurmay Başkanı değildir. Ama Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın sırf Cheney geliyor diye Kıbrıs seyahatini iptal etmesi anlamlıdır. Eskiden ‘dönüm noktalarında’ genelkurmay başkanları ABD’ye giderdi. Şimdi Amerika mı buraya geliyor? Hazır gelmişken… Pazarlık kiminle yapılacak? Ya da çatışma, yerini yeni bir uzlaşmaya (omerta’ya!) mı bırakacak? Kürt meselesi bir kez daha ‘ortak payda’ mı kılınacak? Açıkçası cevaplarını henüz bilmiyoruz, çünkü körebe oyununda gibiyiz. Sadece el yordamıyla ilerliyor ve sadece soru sorabiliyoruz. İtiraf etmeliyim ki, Ahmet Altan’ın “istihbarat imkânları” bizde yok.
Çünkü Ahmet Altan aynı yazısında son gözaltılar ile ilgili şunları yazabilmişti: “AKP’yi kapatma isteği bu sürecin ‘barış içinde’ normalleşerek geçmeyeceğini gösterince büyük temizlik harekâtının başlaması için işaret verildi.” Şimdi bu türden bir “değerlendirme” barış içinde olmayan şu anormal süreçte, “temizlik harekâtında” kurban olmamak uğruna AKP ardına dizilmek için bir dayatma, bir gözdağı olarak da okunamaz mı? Deniz Baykal da, Emniyet teşkilatı içindeki “din odaklı” gruplaşmaları ima ederek, AKP hükümetinin kendi derin devletini oluşturmaya başladığını söylemişti. Gündemde askeri darbeden önce bir polis darbesi mi vardı? (Bir arkadaşım şöyle dedi: “Ahmet Altan Fethullahçı cephenin Doğu Perinçek’i oldu… Baksana polisteki bütün gizli bilgiler şimdi ona akıyor. Demek ki liberal olunca demokrat olunmuyormuş!”)
Sonuç olarak… Türkiye’de şu anda “ikili iktidar” durumu yaşanıyor. Bir önceki dönemde AKP için “kendisi hükümette ama iktidarda değil” deniyordu. Şimdi kendisinin de artık iktidarda olduğunu ispata çalışıyor. Bu arada akla gelen her çözüm sorunun bir parçası haline geliyor ve buharlaşıyor… Çünkü paradoksal olarak İttihatçıların çözümü İtilafçıların elini güçlendiriyor, İtilafçıların çözümü de İttihatçıların… İkisi artık kesinlikle bir arada yaşayamıyor…
Mevcut koşullarda, yani burjuva demokrasisi ortamında “ideal çözüm”, seküler bir toplum ve buna göre şekillenen laik bir devlet… Çözümün önündeki engel ise, Müslüman bir toplumun kendiliğinden seküler olamaması; çünkü bu dinden taviz vermeden seküler olmak mümkün değil. Laiklik sınırlı İslamiyet’tir ve ancak böyle işlerlik kazanır… Ve her türden demokrasi de ancak İslamiyet kurallarının kamusal alanda sınırlandığı bir ortamda yeşerebilir… Tersini düşünüyorsanız, demokrasiden vazgeçin, meşveret yapın, şura kurun, hadislerin gereğini yerine getirin… Ha, bir de ılımlı İslam kavramının 1961 yılında bir Amerikalı tarafından icat edilmiş olduğunu hatırlayın… Ya da, darbe yapın! “Hatırla Sevgili” dizisinin devamına malzeme hazırlayın.
Örtülü bir iç savaş başlamak üzeredir. Ne kadar süreceği ve nasıl biteceği bilinmez. Küresel ekonominin kapıya dayanan krizi bu süreci oldukça vahim hale getirebilir. İttihatçılar da İtilafçılar da toplum olarak sesimizi kesmek istiyorlar. Bize düşen, seküler bir toplumu, demokratik bir Türkiye’yi kolaylaştıracak özgürlükçü bir Anayasa için, 14 Marttaki sesimizi daha da çoğaltmak…
Melih Pekdemir
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy14390 = 'melihpekdemir' + '@';
addy14390 = addy14390 + 'birgun' + '.' + 'net';
var addy_text14390 = 'melihpekdemir' + '@' + 'birgun' + '.' + 'net';
( '' );
14390 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
BİRGÜN - 25 Mart 2008