Fehmi SALIK
Hiçbir şey, insan kadar yükselemez ve alçalamaz.
-Hölderlin-
Maraş ta 32 yıl önce yitirdiğimiz “can”ları anmak için Maraş yürüyüşüne katılan Diyarbakır Büşak-Der kurucusu ve Pir Sultan Abdal Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. İrfan AÇIKGÖZ, dönüş sonrası bilgilendirme yazısında, “Kara Maraş, bir kez daha karardı” diyor; anma için Maraş’a gidenlerin sayısının azlığından yakınıyor. Yerden göğe dek haklıdır Dr. İrfan. Hani bizde bir söz vardı: “Adamın karnına vurmuşlar, ay arkam” demiş. Vuran sormuş: “Yahu ben senin karnına vurdum; bu arkam da ne oluyor?” Tekmeyi yiyen, “Eğer arkam olsaydı, sen bu denli rahat karnıma vuramazdın” demiş.
Eğer Maraş sokakları anmak için gidenlerle dolup taşsaydı, o çapulcular, cesaret edip o denli hırlayamazlardı.
Biz atarız hep. Boş keseden bol bol atarız. Okey oynarken atarız; kâğıt oynarken atarız. Sıcak odalarımızda, TV karşısında gerinip konuşuruz. İş eyleme geldi mi devekuşuna döneriz. Adam, ta Avrupa’lardan, İstanbul’dan, İzmir’den, Diyarbakır’dan sökün edip Maraş’a geliyor; bir sigara içimi uzaklıkta bulunan Elbistanlı Alevi, o belli nedenle Maraş’a gelemiyor; gelemediği bir yana, bir de eylem kırıcı açıklamalarda bulunuyor.
19.12.2010 günü, “iki tür insan” izledik Maraş’ta.
Bunlardan bir kesim, bundan 32 yıl önce hunharca katledilen o suçsuz/günahsız insanların anıları önünde saygıyla eğilmek için Maraş’a gelenlerdi; diğeriyse, yine 32 yıl önce "yaşlı/genç, kadın/erkek, çocuk/bebek" demeden yüzü aşkın o günahsız insanların canlarına kıyan o günkü kurtların, bugünkü çapulcu yavrularıydı.
Bana göre bu iki insan türünden ilki, yukarıdaki yabancının sözünü ettiği tanımın “yükselen” bölümü içine girer; ikincisiyse, “alçalan”.
Aslında bu ikincilere “insan” demek de zor.
“Kurt” bunlar, azılı birer kurt.
Bunların elleri birer kurt başı; gözleri kanlı birer kurt gözü; dilleri birer kurt yavrusu ulumaları…
Yeri geldiğinde söylemeden edemiyorum: Kan dökücü, kan içici bunlar.
Kurtlar, karlı havalarda daha çok görülür; sürü halinde dolaşırlar hep.
Bu mevsim, Maraş’ın genellikle karlı olduğu bir mevsimdir.
Ben 32 yıl öncesinin görüntülerini bugün bile izleyemiyorum. O Yezit bile doğrulabilseydi yattığı o cehennemden; Siz beni “arattınız” diye sitem ederdi ardıllarına.
En çok zoruma giden de bu TV ekranlarının sergilediği görünüm. Olayları verişleri değil; olaylar üzerinde ahkâm kesmeleri. O günü gündeme taşıyan sunucular, o güne tanıklık ettiğini söyleyen kimileri, olayları anlatırken kahkahayla gülebiliyorlar. Alevilere özgü kimi TV kanalları da 19 Aralık günü akşamı, Maraş katliamında yitirdiğimiz “can”ları anmak için Maraş’a gidenleri değil de, orda yaşananları değil de, Abdüllatif Şener’i konuk edip saatlerce bu kişinin hezeyanlarını, yüzleri kızarmadan izleyicilere sunabiliyor. Üstelik bu kanalın sahibi, zaman zaman Aleviler adına söz sahibi olduğunu, sergilemekten de geri kalmıyor.
Bunlar çok üzüyor beni. Bunlar, kendi çobanlıklarının devamı için Alevileri birer körpe kuzu biçimine sokup azılı kurtlara teslim eden çobanlara benziyor. Üstelik bunlar Alevi, üstelik bunlar “dede”.
Sevgili dost ve yoldaş Melih Pekdemir’in o söylemi geliyor dilimin ucuna:
“Şimdi devgenç yaşımda olmak vardı anasını satayım…”
O yaşta olmadığıma göre boş mu durayım şimdi? Teslim mi olayım şu kendini bilmezlere? 60 küsur yıldır elimden düşürmediğim şu ucu sivri kalemimin mürekkebi kurumadı henüz. Emeğimin ürünü olan, yarısını kitapsızların telef ettiği bir oda dolusu şu kitaplarım ne güne duruyor ya? Öyleyse bir yanıtım olmalı bu güruha. Tanımlamalıyım onları bir güzelce. Bu tanımın ışığında gerçek gençlik de tanımalı bu soysuzları. Kalem, tüfeğin/topun yapamadığını, daha etkili bir biçimde yapıyor çoğu zaman. Yeri geldiğinde sözün yanında kılıç kör kalıyor. Siyasetçi de zaman zaman şairin kapısını çalıyor; şiirin o görkemliliğine sığınıyor; düşünürlerden, güzel sözlerden yararlanmaya bakıyor.
CHP’nin, olağanüstü o kurultayında görmediniz mi Hasan Hüseyin’in üç dizesi, bulunanları nasıl da ayağa kaldırdı:
“ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz”
Acıyı Bal Eyledik’ten damlayan dizelerdir bunlar.
Şiir, “güç kaynağı”dır; edebiyat, “güç kaynağı”dır.
Yüzyıllar boyunca yazarlar/ozanlar, düşünürler, bilgeler, değişik yöntemler izleyerek, kendini bilmez bu soysuzlara karşı yeterince yanıt vermişlerdir. Ben de şimdi az önce sözünü ettiğim bu üzüntüden, çektiğim bu kıvrandırıcı acıdan, bu ustaların yazdıklarını okumakla kurtulabileceğime inanıyorum. Bir benim kurtulmamla iş bitmiyor. Bu okuduklarımı, gençlerin sofrasına da dökmem gerekiyor. O zaman işte görevini tam olarak yapmışların mutluluğunu paylaşabilirim.
İşte Peter Üstinov adlı bir ustanın tuttuğu aynada, günümüz dünyasının yansıması:
“Bir başbakan, sahneye çıkıp soytarılık yapsa, yarım dakika beceremez, foyası ortaya çıkar. Ama bir soytarı, kimseye hissettirmeden yıllarca başbakan koltuğunda oturabilir.”
Bir “fabl” örneğiyle yazıyı sürdürelim.
Beydaba’nın “Kelile ve Dinme” adlı ölümsüz bir yapıtı vardır. Ünlü Fransız fabl yazarı “Lafontaine” bile bu yapıtın etkisinde kalmıştır.
“Kelile ve Dinme” her ne denli iki “çakal” adıysa da, biz bir “deve” fıkrasıyla bu işi kotarmaya çalışalım.
Develer söz birliği edip kadıya şikâyete giderler. İçlerinden biri konuşur:
- Sahibimiz çok insafsız. Kaldıramayacağımız yükü vuruyor sırtımıza. Canımız çıkıyor. Suyumuzu, yemimizi zamanında ve yeterince vermiyor. Bütün bunlar bir yana da en çok ağrımıza giden, bizleri katarlayıp bir eşeğin ardına bağlıyor…
Kadı’nın hükmü, kendisine kalsın. Biz elimizi çenemize verip düşünelim şimdi:
Ne zamana dek bu “kuzu” luğumuz, bu kurtlara yem oluşumuz sürecek? Ne zamana dek bu “katarlanış” tan kurtulup dikelebileceğiz? Ne zamana dek o sözcü devenin rahatsızlığı bizleri de rahatsız edebilecek?
Üstelik biz “insan”ız...
Fehmi SALIK
n
Alevi Haber - 22 Aralık 2010