ESAT KORKMAZ - Felsefeci-Yazar
Geçmişte suçla çiftleşenler, aynaya baktığında kendilerini yargılayacak mahkemeyi görür. Sivas’ta onlarca canın yakılması ve bu olay karşısında devletin takındığı tavır, bu olaya neden olanları yargılayan mahkemenin resmi söylemden başka bir şey olmayan kararı; şeriatçı güçlere ödün, Alevilere-Bektaşilere ve devrimci-demokrat güçlere acı bir hatırlatma oldu; anladık ki mahkemenin kararı, gelecekte olacaklara kara bir göndermedir.
Bu noktaya dünden geldik; uzak geleceğe umutla bakmakla birlikte, yakın gelecek için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Niçin mi? Tanığız çünkü, artık suçlu özgürlüğün kendisi; sanık sandalyesine özgürlük, özgürlük taşıyıcıları Aziz Nesinler, Metin Altıoklar, Nesimi Çimenler, yani Aleviler-Bektaşiler ve sosyalistler oturtuluyor. Dinci gerici şiddet, korumada; ortalıkta özgürce dolaşıyor.
Bir karşıtlık içindeyiz: Ama karşıtlardan biri biz değiliz. Bir yanda, Aleviliğe-Bektaşiliğe yönelik öç güden içgüdü var; diğer yanda ise ikide birde kabından boşanan bu öç güden içgüdünün Alevilere-Bektaşilere yönelik kıyımı...
Bu iki karşıtlığın tam da karşı olduğu yerde, 750 yıllık toplumsal mücadeleler içinde kazanılmış, laiklik ve demokrasinin güvencesi Alevi-Bektaşi toplu refleksi var. Bu devrimci içgüdüyü zapt edebilmek için Aleviliği-Bektaşiliği kendini yaratan kaynaktan koparıp resmi alana taşıyarak terbiye etmek istiyorlar.
Aleviliği-Bektaşiliği yaratan insanların Müslümanlıkla kitlesel düzeyde tanıştıkları dönemlerde, Sünni Ortodoks ilkeler; toplumsal düzeyde uygarlığı çelmelemeye çalışan, aklın kılavuzluğunu hiçe sayan, düşünceyi ve bilimi ters dönüşümle dogmaların hizmetine sokan, halk çalışsın yönetenler yesin düzeninin sürdürülmesinden yana olan bir inanç ağırlığına, bir resmi dinsel ideolojiye dönüşmüştü.
Alevilik-Bektaşilik, bu inanç ağırlığı, bu resmi dinsel ideoloji altında ezilen, horlanan, yabancılaşan Anadolu insanının; özgürleşme, bağımsız düşünme, haksızlığa, sömürüye başkaldırma eylemleri eşliğinde geleceği aydınlatan bir ışık olarak belirdi. Tanrıyı, insan aracılığıyla konuşan, davranan bir eylemin içine soktu; insanı, şeriat varlığından, bir yorum, bir yetenek varlığına yükseltti ve onu, yaşama, yaşamdan kaynağını alan bir geleneğe bağladı. Ama hiçbir zaman değişmezliğe tutsak etmedi; doğru düşünme-doğru konuşma-doğru davranma üçlemesinin yönlendiriciliğinde inandığı gibi davranmasını, düşündüğü gibi yaşamasını sağladı.
Aleviler-Bektaşiler, kurtarıcı Batı’nın bilinçle donanmış gönül erlerinin kurmaylığında; bir yandan inanç susuzluğuna ve özlemlerine yanıt verecek bir sezgisel akıl dünyası yaratarak şeriata tavır alırken, diğer yandan doğanın ve toplumun gereklerine göre düzenlenecek bir yaşam, yaşama ortamı için egemene isyan ettiler. Kıyıma uğramalarına karşın kan akıtmadan gönül suyu sunarak, Anadolu’yu içten ele geçirdiler; Anadolu insanıyla içli-dışlı, senli-benli oldular.
Anadolu insanı bu yolda özlemini, sevgisini, gönül erleri biçiminde kişileştirdi ve onlara olağanüstü, insanüstü yetiler verdi. Onlar aracılığıyla ve geriye dönüşümle İslamlığı, daha açık bir anlatımla egemenle taraf olan örgütlü kutsallığı parçaladı; Ortodoks değerleri, kimlikleri ve kurumları değişime-dönüşüme uğrattı; inanç zenginliğini, insan sıcaklığını, eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya duyarlılığı kucaklayan kutsal bir kültür yarattı. Bu yolla Alevilik-Bektaşiliği, insanı insan yapan özgürlüğü, toplumu toplum yapan demokrasiyi ve direnmeyi olanaklı kılan dayanışmayı, üretmenin; bu dünya sorunlarını bu dünyada çözmenin, hesaplaşmayı burada yapmanın; güzelliği, erdemi, mutluluğu, doğruluğu, saygıyı, sevgiyi, düş ürünü bir dünyada değil, yaşanılan yerde aramanın bir aracı durumuna getirdi.
Bu gelişme, toplumda ezilen, sömürülen katmanlar, sınıflar temelinde çıkarları ve umutları bir olan, aynı geleceğe koşan Alevi-Sünni tüm insanları kucaklayan; genelde din kardeşliğini, özelde Alevi-Alevi/Sünni-Sünni kardeşliğini yapaylaştıran; özgür bireyin, özgür yurttaşın öne çıktığı gerçek Alevi-Sünni kardeşliğinin maddi ve düşünsel temellerini de yarattı.
Anadolu Alevi-Bektaşilerinin bu anahtar konumu, ekonomiyi ve politikayı güden egemen güçler için her zaman bir korku kaynağı oldu. 700 küsur yıldır yaptığı gibi Alevileri-Bektaşileri dinsiz olmamalarına karşın dinsizlikle suçladı ve yargıladı; düşünce yanını inanç yanıyla perdeleyerek, bu kültürü boğmaya yeltendi.
“Üçüncü Ölmem Bu Hain
Ben Musa’yım sen Firavun
İkrarsız şeytan-ı lâin
Üçüncü ölmem bu hain
Pir Sultan ölür dirilir...”
Alevi-Bektaşi düşüncesinde/inancında Pir Sultan; Alevi-Bektaşi geleneğini kucaklayan, o temelden beslenerek günümüze uzanan çağdaş bir tavrın, toplumsal ölçekte halk çıkarına/yararına dayalı bir kavganın taşıyıcısı olarak bilince çıkar. Bu nedenle Pir Sultan’ın kavgasına katılmak, özetle onu yaşamak; genelde insan görüntüsü altında ezilen/sömürülen bireye, özelde insanlık görüntüsü altında halka yönelik bir tapınmaya katılmak; neye sayarlarsa saysınlar, sonuçta insan olunduğuna inanmak demektir.
Pir Sultan’ı birey kimliğinden, yani somut yanından soyup arındırırken insan, kendisini de, yani kendi somut yaşamını da soyar, arındırır. Onu incelemek ya da anlamak için yola çıkan kişi, önce onun sırrı çevresinde döner, sonra da sırrına erer; artık onu savunmakla yetinmez, onu yaşar, onun kavgasına katılır.
“Anadolu halkının bağrında açmış bir kızıl güldür Pir Sultan. Kişiliği, özü, sözü halkla öyle içten içe kaynaşmış ki, nerede kendisinin, nerede halkın dile geldiğini kestiremezsiniz. Halk, öldürülen sevgilisini kendi soluğuyla diriltmiş; diline diller, sazına sazlar katıp yaşatmış; ölüsüne dirisinden daha güçlü, daha etkili bir varlık kazandırmış, sönmüş bir canı bin bir canla yeniden tutuşturmuş” diyor Sabahattin Eyuboğlu.
Susturulan ya da sesi kısılan halk, kendi toplu bilincini, Pir Sultan’ın kişiliğinde giydirip kuşattı; onun diliyle kendini anlattı, bir bakıma onun ağzından kendi söyledi, kendi eyledi. Bunu yaparken bilimsel bir kaygı gütmedi; gönül meşrebine uygun biçimde bilimin engellerine takılmadan, yapılamaz olanı yapılabilir kılarak özlemini, dileğini dışa vurdu.
Halk, belgelere dayalı olarak tanımlanan tüm Pir Sultanları, söylence zemininde bire indirdi; onları, Pir Sultan geleneği ile kuşattı, bu geleneğin kimliğiyle, söylemiyle donattı. Öyle ki, Pir Sultan’da neyin/nelerin somut Pir Sultan’a ilişkin, neyin/nelerin topluma ya da söylence dünyasında birlenmiş toplumsal bilincin temsilcisi soyut Pir Sultan’a ilişkin olduğunu bilmek/bulmak olası değildir: Pir Sultan’da olan halkta, halkta olan Pir Sultan’dadır.
Ete kemiğe bürünmüş Pir Sultan’la, halkın toplumsal bilincinin giydirip kuşattığı Pir Sultan; halkının emek ürününe el koyan, onun kanıyla beslenen, dinini/kültürünü yadsıyan Osmanlı Sarayı’na karşı başkaldırı kanalında birleşip birlendi. Dondan dona giren Pir Sultanlarla bu inanç ve kavga geleneği, bu kişilik, bu düşünce ve söylem, hiç ölmeyecek bir biçimde diriltildi.
Ortodoks Sünniliği ideoloji edinmiş Osmanlı egemen sınıfının temsilcisi Hızır Paşa, Pir Sultan’ı asmakla halkı cezalandırmak, sindirmek, kendisine yönelik başkaldırının önüne set çekmek ve sömürü düzenlerini sürdürmek; bu başkaldırıya düşünsel/inançsal yapı oluşturan Aleviliği-Bektaşiliği kökünden kazımak, Sabahattin Eyuboğlu’nun deyimiyle halkından daha az kültürlü olmak ayıbından kurtulmak istedi.
Peki, Pir Sultanlardan kurtulabildi mi? Pir Sultan geleneğini susturabildi mi?
Hayır!.. Bin kere hayır: Susturmaya çalıştıkça sayısı arttı, sesi gürleşti.
Kanıt mı?.. İşte Sivas! Sivas’ta boğulmak istenen, yakılmak istenen Pir Sultan düşüncesiydi, Pir Sultan geleneğiydi. Ama boğulmak şöyle dursun; diri diri yakılan onlarca canın canıyla sulanarak daha da boyutlandı.
Artık Aleviler-Bektaşiler, düşüncelerinden dolayı dinsiz olarak değil, toplum düzenini maddeci bir yaşama anlayışı üzerine oturtmak isteyen, inançlarını ise bu isteklerini tavra, eyleme, davranışa dönüştüren bir manevi güç olarak gören devrimciler, ilericiler, aydınlık insanlar olarak algılanmak, şayet yargılanmak gerekiyorsa böyle yargılanmak istiyorlar. Yazgılarına direnmekte kararlı gözüküyorlar. Ağzı mühürlenmiş volkan olmak, kuşatılmışlık karşısında sözlerine sürekli susturucu takmak zorunda kalmak döneminin kapandığını haykırıyorlar. ‘Acı içtik ama acı doğurmayacağız, içtiğimiz acıyla umudu çağıracağız’ diyorlar.
Madımak can kıyımının acısını öğretmenimiz yaptığımızda, artık şöyle demek zamanıdır: Tevella (Pir Sultan’ı, Pir Sultan bilincini-inancını taşıyanları sevme, onları sevenleri de sevme) ilkesini, insan severlik zemininden bireyin temel insan haklarına kavuşacağı, toplumun kendi kendini yöneteceği, herkesin üretime katılacağı ve üründen hakça pay alacağı bir toplum (kamil toplum) için mücadele aşamasına; teberra (Pir Sultan’a, onun bilincini-inancını taşıyanlara ve bunları sevenlere düşmanlık gösterenleri sevmeme, bunları sevenleri de sevmeyip onlardan uzak durma) ilkesi ise nefret zemininden insana yönelik baskıya, aşağılanmaya, sömürüye karşı verilen mücadele aşamasına taşınmalıdır.
EVRENSEL - 4 Temmuz 2009