Laikliğin Alevilikle imtihanı

Laikliğin Alevilikle imtihanı Alevilerin yarıya yakını Diyanet içinde kendilerine de temsil hakkı verilmesini ve pastadan pay almayı savunuyorlar....

Laikliğin Alevilikle imtihanı

Alevilerin yarıya yakını Diyanet içinde kendilerine de temsil hakkı verilmesini ve pastadan pay almayı savunuyorlar. Bu laikliğe aykırı bir durumdur çünkü devlete vergi verenler sadece Sünni veya Aleviler değildir. Şayet Anayasa’nın laiklik maddesine sadık kalınacaksa biran evvel dini kontrol etmekten vazgeçilmeli ve halkın vergileri sadece laikliği bozmayacak alanlara harcanmalı.

TEYFUR ERDOĞDU*

GÜNDEMDE yine Alevilik var. Hükümet Alevi açılımı yapıyormuş. Bunlar konuşulurken hatırıma bundan tam iki yıl önce Aralık 2006’ta dünyaya bomba gibi düşen bir haber geldi: Fransa’nın Bretanya bölgesindeki Plormel kasabasına belediye tarafından dikilen Papa II. Jean-Paul’ün heykeli laiklikle ilgili büyük tartışmalara sebep olmuştu. 8,75 m. yüksekliğindeki devasa heykel, Gürcü Z. Tseretelli’nin eseri idi ve belediyeye tamı tamına 130 bin avroya mal olmuştu.

Tartışmalar heykelin Gürcü birine yaptırılmasıyla, yüksekliğiyle veya maliyetinin kabarık olmasıyla ilgili değildi. Sebep, Fransa’da laikliğin teminatı olan 9 Aralık 1905 tarihli meşhur ‘Devlet ile Kiliselerin Ayrılması’ kanununa muhalif iş yapılıyor olmasıydı. Nasıl olurdu da Fransa gibi laik bir ülkede bir belediye, sınırları içinde bulunan Protestanlar, Ortodokslar, Müslümanlar, Yahudiler, Ateistler ve Deistlerden de toplanan vergiler ile Katolik bir faaliyet için harcama yapabilirdi?

Belediyenin laikliğe aykırı bu davranışı üzerine önce bu bölge sonra bütün Fransa hop oturup hop kalktı. Çünkü Fransa laik bir devlettir ve 1905 Kanunu’na göre devlet veya belediyeler hiçbir inanç için para harcayamaz ve bütçelerinde dinle ilgili bir kalem bulunamaz (m. 2).

Aklıma bizim anayasamızda hem de 1937’den beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik olarak kaydedildiği geldi. Bunun üzerine laikliğin ne demek olduğuna çok önemli bir ilkeyi de gözden kaçırmadan bir kez daha bakmak istedim. Nedir o ilke?

Ruhani otorite mi?

Özellikle sosyal bilimlerde belli kavramlar belli sistemler ve belli zamanlar için kullanıldıklarında anlamlı sonuç verirler. Kavramların sistemleri ve zamanları dışında kullanıldıklarında açıklama kabiliyetlerini yitirdiklerini hatta ‘komikleştiklerini’ biliyoruz. Örneğin 4 bin yıl önceki Hititler dönemi için ‘mafya’dan veya Osmanlı’da ‘commendatio’dan bahsedilmesi hem anlamsızdır hem de komiktir.

Yoksa Hititlerde de kanun dışı uygulamalar ve Osmanlılarda da intisap ilişkileri vardır ama isimleri ile birlikte işlevleri ve konumları farklıdır. Bu itibarla birçok uygulama, ancak ortaya çıktıkları zaman ve ortam içinde kullanılabilirler.

Laiklik de bu tür uygulamalardan biridir. Dünyevi otorite ile ruhani otorite ayrımının yapılabildiği tarihin belli bir coğrafyasında ve anında, belli bir kültür içinde ortaya çıkmıştır ve yaşaması için gerekli şartlar sağlandığında varlığını koruyabilir. Bu yüzden Musevilik gibi ruhani otoritenin (ruhban sınıfın) olmadığı bir bütünde, laiklik uygulamasını ararsanız çıkmaza girersiniz. Çünkü orada otorite, ruhani ve dünyevi olarak iki parçaya bölünemez.

Museviliğin hákim olduğu bir coğrafyada muhakkak laikliği uygulayacağım derseniz, bu takdirde de laikliğin işlemesi için otoriteyi iki parçaya ayırmanız gerekir. Bunu yaptığınızda da artık ‘Musevilik’ten bahsedemezsiniz. Bu duruma getirilmiş Musevilik en hayati azaları kopartıldığı için mümkün olan en kısa sürede ya yok olacak ya da ucubeye dönmüş bir organizmaya benzeyecektir.

Batı nasıl çözmüş?

Bu kısa uyarıdan sonra laikliğin ne olduğunu hatırlamaya geçebiliriz. Biliyoruz ki Hıristiyanlıkta insanlar ikiye ayrılır: Birinci kısmına klerikos/clericatus denir. Bunlar din adamlarıdır ve ruhban sınıfını oluştururlar.

Bu sınıf kendi içinde tekrar regularis ve saecularis diye ikiye ayrılır. Regularis ruhban, manastırlara kapalı münzevi bir hayat süren zahitlerdir. Saecularis ruhban ise papaz, piskopos gibi halk içinde yaşayan ayin yürütücüleridir. İkinci kısmına laic/laos denir. Yani zahit veya papaz olmayan sade Hıristiyanlar veya ‘halk/avam’. Yani kiliseye mensup olmadığı için herhangi dini bir ayin yürütmeye yetkili olmayan kişi lay-man.

Musevilik ve İslam’da olmayan bir tiptir bu. Çünkü her bir Musevi veya Müslüman herhangi bir dinî ayini yürütmek (msl: namaz kıldırmak, nikáh kıymak) için bir yere bağlı olmak zorunda değildir.

Batı’da laik kelimesinin anlamı daha sonra genişletilerek dini/ruhani bir mahiyet taşımayan fikir, kurum, ilke, hukuk ve hatta binalara da teşmil edilmiştir. ‘Laik fikir, laik bina’ gibi. Laik hukuk denince de mesela bundan dinî olmayan, esaslarını dinden almayan hukuk anlaşılır (bu mümkün müdür? Çok şüpheli. Çünkü hukuk kaynaklarından biri de yazılı olmayan örf, adet, gelenek, teamül olduğu için bu kanallarla laik hukuka bile dinin sızması her zaman ve zeminde kaçınılmazdır).

Yukarıda değinilen ve saecularis-saeculumdan türetilen sekülerlik vardır. Dünyalıların işleri ile meşgul olan ruhban anlamı daha sonra genişleyerek uhrevilikle ilgili olmayıp sadece dünyevi herşey haline gelmiştir. Ne gibi? Yemek yemek, yıkanmak, tuvalete girmek, ev temizlemek, cinsel ilişkide bulunmak v.s. Listeyi uzatıp dinle ilgisiz işler kümesini genişletmek mümkündür.

Bunlar Hıristiyanlık’ta seküler (dünyevi) faaliyetlerdir. Bunların dışında mesela tapınağa, mezarlığa gitmek, vaftiz ve nikáh muameleleri vs. ise Hıristiyanlara göre uhrevi eylemlerdir. Musevilikte ve İslam’da ne dünyevidir, ne uhrevidir? Yemeği sağ elle ye! Musevilik’te etli ile sütlüyü karıştırmadan ye! Tuvalete sol ayakla gir, sol elle taharet yap, sağ ayakla çık! Evini şartla temizle! Musevilik’te cinsel ilişkiden önce, İslam’da sonra boy abdesti al! Musevilik’te cinsel ilişkide bedenler çıplak olarak birbirine temas etmesin diye araya kalınca bir örtü koy! İslam’da cinsel ilişki esnasında üstüne örtü al! ve daha binlercesi. Kısaca bir Musevi ve bir Müslüman’ın dünyadaki her anı, din tarafından uhrevi kılınmıştır (İslam ve Modernite, ed. G. Putlar: 69-70). Biz kalkmış ayrımdan bahsediyoruz.

Vergine sahip çık!

Laiklik de işte tam da bu ayrımdan yani anın, dünyevi ve uhrevi olarak ayrılabilmesinden kaynaklanıyor. Bir gün içindeki dünyevi faaliyetlerin türevi olan işler de siyasi otorite tarafından, uhrevi eylemlerin türevi olan işlerse kilise tarafından yönetiliyor. Hıristiyanlıkta bu yüzden otorite, siyasi ve ruhani olarak ikiye ayrılabiliyor.

Ancak karmaşa, ruhban sınıfının olmadığı ve gündelik hayatta dünyevi-uhrevi ayrımının yapılamadığı Musevilik’te ve İslam’da otorite dünyevi ve uhrevi olarak nasıl bölünecek sorusu ile başlıyor.

Laiklik bu ayrım ile kaim. Ama herşey bununla bitmiyor. Otorite ikiye ayrıldıktan sonra bu parçaların birbiri ile ilişkisinden başka uygulamalar da doğuyor. Yani örneğin siyasi otorite, dini otoritenin altında ona bağlı olursa uygulamanın adı teokrasi oluyor, Vatikan’daki gibi.

Tersi durumda yani dini otorite, siyasi otoriteye bağlı olursa sekülarizasyon adını alıyor, Birleşik Krallık’taki gibi. Biliyorsunuz Britanya’da VIII. Henry’den beri (ö. 1547) hükümdar aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin başıdır, kilise ona bağlıdır ve dini istediği gibi kontrol eder!

Şimdi geldik Türkiye örneğine: Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasında devletin laik olduğunu belirttim hem de 1937 yılından beri. Bu bize bir şeyi işaret ediyor. Demek ki anayasaya göre Türkiye’de hem günlük işler hem de onun türevleri, dünyevi ve uhrevi olarak ayrılıyor ve muameleler bunun üzerinden yürüyor, aynen Fransa’da olduğu gibi.

Anayasaya böyle bakıldığında Türkiye’nin ciddi meselelerle karşı karşıya olduğunu görürüz. Bunların başında para meselesi gelir. Kısaca Türkiye’de yaşayanlardan toplanan vergilerin ayrımcılık yapılmadan harcanması meselesi. Bu alanda laikliği zedeleyici yüzlerce örnekten birkaçını zikredeyim:

1999 depreminden sonra bedelli askerlik yapmak üzere Kütahya’ya gittiğimde tugay içinde tugay komutanının nezdinde ve Arapça dualar eşliğinde Kütahya müftüsünün yönettiği İslami bir ayine dáhil edildik. Dualara başlandığında herkes gibi biz de ellerimizi kaldırdık. Hemen yanımdaki Musevi ile önümdeki Rum-Ortodoks’un da ellerini ‘mahalle’ içinde olmadığımız halde ‘toplumsal baskı’ ile açtıklarını gördüm. Ardından onların da ödedikleri vergiler ile satın alınmış bir koç hem de inanmadıkları bir dinin ayini ile kurban edildi. İtiraz edebildiler mi veya daha sonra edebilecekler mi? Ne mümkün!

Laik değil seküleriz

3 Mart 1924’te kurulan Diyanet İşleri o tarihten beri her yıl devlet bütçesinden mühim bir pay almakta ve bunu ‘Sünni’ Müslümanların bin türlü işi (camilerin, tuvaletlerin yapımı, onarımı, imam ve müezzinlerin maaşlarının ödenmesi vs.) için harcamaktadır. 2008 yılında bütçeden aldığı pay 2 milyar liradır.

Aslında bu meblağın önemi yoktur. Önemli olan bunun devlet bütçesinden karşılanıyor olması ve bütçenin de Sünni Müslümanlar yanında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup da Alevilerin, gayrimüslimlerin, ateistlerin ve deistlerin ödedikleri vergilerden oluşmasıdır.

Bu örneklerin laiklikle bağdaşmadığı ortadadır. Türkiye’deki sistem laiklikten çok sekülarizasyona benzemektedir.

Siyasi otorite, Fatih Sultan Mehmed’den itibaren suni şekilde varlığını kabul ettiği dini otoriteyi kontrolü altına alarak ülkede rejimin kabul ettiği ve bünyesinde zaman zaman değişiklik yaptığı Sünni bir homojenite oluşturmaya çalışmaktadır.

Ama anayasada laiklik yazmaktadır hem de Atatürk’ün ölümünden bir yıl öncesinden yani İsmet İnönü’nün son başbakanlığı olan 1937’den beri. Evet, yazıyor hem de açık açık.

Bu bana kütükte yanlışlıkla erkek yazıldığı için mavi nüfus cüzdanı verilen ve bu yüzden askere çağrılan ve bir türlü evlenemeyen kadınları veya tersi durumları hatırlattı. İşte Diyanet İşleri’nin devlete bağlı olması hali laikliğe aykırı uygulamalardan biridir.

Dini kontrol etme

Ateist Aleviler de dáhil Aleviliği bir din, bir kültür, İslam dışı bir doktrin olarak kabul eden tüm Alevilerin yüzde 97’si Diyanet’in bugünkü durumundan memnun değildir. Memnuniyet nasıl sağlanacak sorusunun cevabı ise çeşitlilik kazanıyor.

Alevilerin yarıya yakını Diyanet içinde kendilerine de temsil hakkı verilmesini ve pastadan pay almayı savunuyorlar Diyanet içinde Alevi bir müdürlük bu taleplerden. Prof. Y. Sabuncu bunun ‘Katolik kilisesinde Protestan bölümü’ kurmak gibi işe yaramaz bir çözüm olduğunu söylüyor.

Ama işin gözden kaçan daha mühim bir noktası var: Böyle bir aşı yapılacaksa bile laikliğe aykırılık yine devam edecektir. Çünkü vergi verenlerin hepsi Müslüman (Sünni veya Alevi) değildir ve onların vergileri kabul etmedikleri inanç sistemleri için hálá harcanıyor olacaktır.

Son olarak anayasanın bu maddesine sadık kalınacaksa biran evvel dini kontrol etmekten vazgeçelim ve vergileri sadece laikliği bozmayacak alanlara harcayalım. Yok, eğer sadık kalınmayacaksa laikliği çıkarıp yerine irticai bir faaliyet olarak (1924 Anayasası’ndaki gibi) devletin dini İslam dinidir diye yazalım. Müslümanlar dışındaki herkesi de vatandaşlıktan atıp statülerini zımniliğe indirgeyelim. Görelim bakalım o zaman halimiz nice oluyor!

*Dr. Yıldız Üniversitesi Öğretim Üyesi

<!--

var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';

var path = 'hr' + 'ef' + '=';

var addy98688 = 'teyfur' + '@';

addy98688 = addy98688 + 'gmail' + '.' + 'com';

var addy_text98688 = 'teyfur' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';

( '' );

98688 );

( '' );

//-->n

<!--

( '' );

//-->

<!--

( '' );

//-->


STAR - AÇIK GÖRÜŞ - 12 Ocak 2009 Pazartesi

Makale Haberleri

Ölümsüz bir analiz olarak: Büfeci İslamı - Ufuk Güldemir
Ali mi Aleviliği, Alevilik mi Ali'yi yarattı?
Şebnem Korur FİNCANCI yazdı: Aralık 78
Alevi düşmanlığı yapan Rabia Mine'ye PSAKD yöneticisinden cevap
Din ortaklığının kitle kontrol silahı : Korku