Başlangıç yaşam evresinde insanın doğa karşısındaki bilisizliği, korkuları ve doğaya bağlı gereksinimleri onu doğasal güçlere (yıldırım, fırtına…) ve doğa cisimlerine (güneş, yıldız, dağ, orman…) karşı tapınmaya sevk etmiştir. Bir adım sonrasında ise toplumsal güçler (rahipler, krallar…) işe karışacaktır. Tüm bilgiyi kendine devşiren ve kendi tekeline alan bu güçler, toplumu, ama bir aracı görünümüyle ama doğa güçlerinin doğal görünüşler ile kendi egemenlikleri altına alır. Toplumsal evrimin bir sonraki aşamasında da çok sayıdaki tanrıların tüm nitelikleri tek tanrıya geçirilerek somuttan soyuta doğru bir inanç kültürünün gelişimini izleriz. Bütün bu süreçte insan, doğa güçlerini ve toplumsal güçleri bir yanılsamayla fetişleştirmesi sonucu onun egemenliği altına girer ve onun zavallı bir ‘kul’u durumuna düşer. Bu yanılsamadan kurtulduğu oranda da insan özgürlüğünü kazanmaya başlar.
Din, evrende rüştünü ispat etmeyen insanın yanılsamalı bilincini, duygusunu oluşturur. Dini ve tanrıları yaratan insanın kendisi olmuştur. Bir süre sonra da insan bu kendi yaratımının kulu haline gelir. İnsanın yabancılaşması, içinde bulunduğu doğasına ve kendisine olduğu kadar tüm toplumsal etkinliklerine ve ilişkilerine de yansır. İnsanın bu kulluktan kurtulması ise “baş aşağı çevrilmiş dünya”nın ayakları üzerine oturtulmasına bağlıdır. Bu insanın uzun soluklu ve çok boyutlu bir mücadelesini gerektirir. Kutsal addedilen şeylere karşı felsefeye iş düşer (ideolojik mücadele).
Antik Yunan düşünürlerin, felsefeyi devreye sokarak, evrene bakış ve yorumlayışlarını mitolojik varsayımların dışına taşımaları bilgi sürecinde insanın dev bir adımını oluşturur. Aristo, Platon gibi Yunan düşünürlerinin yapıtlarının Abbasiler döneminde Arapçaya çevrilerek İslam coğrafyasına taşınması felsefi düşüncelerin İslam tasavvufu biçiminde daha da derinleşmesini sağlayacaktı. Horasan’dan Anadolu’ya, Mezopotamya’dan Mısır’a uzanan bu coğrafya zaten beşeri gelişmenin doğup büyüdüğü bir yerdir. “Tarih Sümer’de başlar” deyiminin haklı gerekçeleri vardı; ama bu tarihin 6 bin yıl öncesine de giden Göbeklitepe’deki maddi bulgular üzerinde yaşadığımız bu coğrafyayı maddi manevi tarihi olguların doğup geliştiği yer açısından tartışmasız kılmıştır.
Bu coğrafyada yakın tarihimizde adından sıkca söz ettiren bir düşünür Hallac_ı Mansur (858-922)’dur. Hallac’ın önemi, Marksizm öncesi, tanrıbiliminin bir eleştirisini içeren, din felsefesini sarsan özgün felsefi yaklaşımıdır. Bu öyle öneme sahip bir felsefe ki Doğu’dan Batı’ya 9. yüzyıldan 18. yy. aydınlanmasına kadar batini, heteroksi, gnostik denilen tüm akımların düşüncelerine kaynaklık etmiştir. Hallac’ın düşüncesi, Feodal despotluğa karşı mücadele eden ezilen sömürülen yoksul yığınların kendi elini kolunu bağlayan, kendilerini mistik bir tefekküre ve tapınmaya iten, iradelerini teslim alıp kendilerini bir kul durumuna sokan dini doğmalara karşı bir başkaldırı rehberini oluşturmuştur.
Hallac-ı Mansur’un felsefesini ve duruşunu kendine rehber edinen topluluklardan biri de Alevilerdir. Hallac-ı Mansur’un, Alevi deyiş ve gülbanklarında ve cemlerde “Allah Allah! Eli erde yüzü yerde, özü darı Mansur’da…Hakkı görmüş yolu Hak bilmiş, Nesimi gibi yüzülüp, Mansur gibi asılıp, Fazlı gibi borçtan kurtulmak dilerler…” diye rehberin dardakilere tercümanlık yapan sözleriyle “Mansur Darı” denilen sorgu kısmında önemli bir yer edinmesi boşuna değildir. Mansur’un felsefesi “Varlıkların Birliği”ne dayanan bir düşüncedir. Bu felsefe evrene, insana ve tanrı’ya dair İslam inancının (keza diğer inançların) tersine bir yorumu ve bakışı ortaya koyar. İslam inancı tanrı ile insan ve evren arasına bir duvar örüp, yaratan (tanrı) ve yaratılan (evren, insan) karşıtlığı içinde bir düşünceyi ortaya koyarken; Hallac’ın ortaya koyduğu düşüncede ise ilk veri olarak yaratan bir tanrı kavramı ve onun karşısında yaratılan insan ve evren kavramı yoktur; yaratan ve yaratılan varlıklar bir ve aynı şeydir. Yunus Emre’den başlamak üzere Alevi ozanların devriyelerinde bunun birçok örnekleri görülür, kimi örneklerde de ilk veri olarak insan alınır ve tanrının varlığı insana tabi kılınır; yani tanrı insanın kulu konumuna sokulur.
“Ol kadir-i kün feyekün lütfedici rahman benem
Kesmeden rızkını veren cümlelere sultan benem” (Yunus)
“Daha Allah ile cihan yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik…” (E. Harabi)
“Vahdet-i Mevcut” da denilen Hallac’ın Varlık Birliği düşüncesi, Tanrı, evren, insan tüm varlıkların ‘bir’liğine dayanan bir düşüncedir. Bu düşünceyle Hallac “Enel-i Hakk” (ben tanrıyım) diyerek en başta ‘insan-tanrı’,’insan-evren’ ve ‘tanrı-evren’ ikileminde dini geleneklerin oluşturduğu karşıtlığı (çelişkileri) ortadan kaldırır. Bu felsefi yaklaşım Tanrı’ya insanın ve evrenin dışında bir olgu (varlık) olarak bakmadığı gibi, ‘insan’ı da evrenin dışında bir olgu olarak düşünmez. Tüm kozmosu tanrısal bir birlikte görür. Alevi inancı(yorumu) içinde bu aynı zamanda bir ‘madde’ olan bir ‘cevher’dir, bir ‘nur’dur ya da bir ‘ışık’tır ve tüm varlıklar da işte bu maddenin dönüşümünden (evriminden) oluşurlar. Hallac’ı Mansur’un ortaya koyduğu ve Alevilerin de sahiplendiği felsefe budur.
Materyalist bir evren görüşü diyeceğimiz bu felsefe karşısında tüm dinler (Sümer, Mısır, Anadolu çok tanrılı din-inançlar dahildir) insana ve evrene ‘Tanrı’ denilen ezeli ve ebedi bir kudretin yaratımı, hikmeti olarak bakar. Ve yaratılanın kaderini çizen de Tanrı’dır. Burada tersine çevrilmiş bir evren bilincinin amacı çok açıktır; dini buyruklar uyarınca insandan mülkün sahibi ve yaratıcısına itaat etmesi, kulluk etmesi istenir. Bu dini buyrukların Kuran’da, Tevrat’da, İncil’de, Sümer, Hitit ve Mısır tabletlerinde sayısız örnekleri (ayetleri) var. Bu tanrıbiliminin egemen yapılarca korunması, savunulması ve karşı gelenlerin safdışı edilmesi eşitsiz, hileli, bozuk düzenlerinin yoksul halkın gözünde meşrulaştırılmasını içerir. Hallac ortaya koyduğu düşünceyle İslam inanç geleneğini kökünden sarsar. Bunun içinde dönemin egemenlerince zindanlara atılır, düşüncesinden vazgeçmeyince de Bağdat’da elleri ve kolları kesilerek vahşice idam edilir.
Kendileri için yaşanılan bu dünyada pek bir şey vaat etmeyen ( Burada Muhammed’in Arap bedevilerini ancak ganimetten pay vaadiyle kendi saflarına çekebildiğini belirtelim), kendi karakterleriyle uyuşmayan İslam öğretisinin yanında Hallac’ın bu düşüncesi özellikle göçebe topluluklarınca kolaylıkla benimsenecektir. Çünkü onların eşitlikçi yaşam gelenekleri ve özgürlükçü karakterleri Hallac’ın ortaya koyduğu felsefeyle uyumluydu, bir yönüyle de bu geleneği sürdürüyorlardı. Hallac’ın ortaya koyduğu bu felsefe, yoksul halkın elinde, feodal egemenliklere karşı kullanacağı önemli bir silahtı. Bu silah, kendilerini dokunulmaz, itiraz edilmez kutsal bir yapıya büründüren ruhban sınıfının ve feodal otoritelerin kutsal örtüsünü kaldırarak çıplak sömürgeci, despot yüzlerini açığa çıkaracaktı. İsmaili Dayilerin, Karmatilerin, Hurufilerin, Anadolu Alevilerinin, Trakya ve Avrupa’da Bogomillerin, Katarların, Albigenlerin, Husların… düşüncelerinin esin kaynağı Hallac-ı Mansur’dur. Bu düşünce insanı Tanrı’nın ve onun adına dünyada egemenlik kuran ruhban sınıfı ve kraliyet otoritesinin kulu olmaktan çıkararak özgür birey olarak hareket etmesini sağlayacak bir kültürel doku örecekti.
Anadolu’da Babailerin elinde böyle bir felsefe, rehber, teori olmadan kendi düzenlerini kurmak için Selçuklu Sultanlığını hedefleyen bir başkaldırı içine giremezlerdi. Tıpkı çağımızda proletaryanın elinde Marksizm’in rehberi olmadan burjuvaziye karşı mücadele yürütemeyeceği gibi Anadolu yoksulları da ellerinde bir rehber olmadan dini geleneklerce kendilerini kutsal bir haleye büründüren feodal despotluğa ve ruhban sınıfına karşı mücadele yürütemezlerdi. Feodal dönemde köylü yığınlarının ayaklanmaları, nesnel ve öznel koşulların yetersizliği nedeniyle, genel bir başarısızlığa uğrasa da birçok bölgede ve yörede eşitlikçi toplumsal yapılar üretilebilmiştir. Karmati devleti, Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesinde kurduğu komünal topluluk, Anadolu’da dergah çevrelerinde oluşturulan kominal yaşam, Ege’de Badreddin’in halifeleri Torlak Kemal ve Börklüceli Mustafa (Dede Sultan)’nın eşitlikçi düzenleri. Ve cemlerin eşitlikçi-özgürlükçü bir toplumsal yaşamı simgeselleştirici özelliğiyle her birimde yapılması… Aleviler kulluk ilişkilerinden kurtulmuş özgür bireyi oluşturarak buradan özgür toplumun (Kamil toplumun) taşlarını döşemeye çalışmışlar. Alevi topluluğu bu yönde tarihte önemli bir misyonun taşıyıcısı olmuştur.
Burjuva devrimleriyle başlayan süreçte, insan, feodalizmin kendini bütünüyle teslim alan kul kültüründen kurtulup özgürleşebildi mi? Bir sonraki paylaşımda ele almaya çalışalım.