Davranışçı psikolog John B. Watson, yaptığı araştırmalarda insanın korkularının sonradan kazanıldığına dair bir gözlem tezini araştırma laboratuvarına taşıma kararı verir. “Korku, insanda sonradan edinilen bir refleks mi yoksa doğuştan gelen bir dürtü mü?" sorusunun cevabını aramaktadır. Davranışçı psikolog John Watson, bu çalışmaları Albert adında küçük bir denek üzerinde denemek ister. Denek Albert henüz 8 Aylık fakir bir ailenin bebeği.!!!
Deneyine başlamadan önce birkaç test yapılır. Minik bebeğe sırasıyla beyaz bir fare, tavşan, yanan kağıt parçaları, peluş bebekler, maske gibi ilk kez karşılaşabileceği nesneler ve durumlar gösterilir. Amaç, Albert’ın bunlara koşulsuz karşı tepkisi olup olmadığını incelemektir. Sonuç olarak Albert, henüz bir korkuya sahip olmayan minik Albert, gördüğü her şeye gülümser.
Bu masum görünen denemelerden sonra Albert'i boş bir odaya alırlar. Odada, Albert'in üzerine oturduğu yatak haricinde hiçbir eşya bulunmaz. Daha sonra odadan çıkarak yalnız bıraktıkları Albert'in yanına beyaz laboratuvar faresi bırakırlar. Albert, fareden korkmadığı gibi, tam tersi bir tepki göstererek fareyi çok sever, yakalamaya çalışıp, gülmeye başlar. Fare Odaya Yine Salınır, Fakat...
Deneyin korkutucu bölümü de işte bu aşamadan sonra başlar, Albert bir sonraki bölüm için hazırdır. Fare yine odaya salınır, fakat tek farkla. Albert, fareye her dokunduğunda biri çekiç, biri çelik çubuk olan iki demir çubuğu birbirine vurarak rahatsız edici sesler çıkarırlar. Henüz bu sese aşina olmayan Albert, korkar ve ağlamaya başlar.
Bir müddet sonra ortam yine sessizleşince Albert, fareyle oynamaya devam eder ve fareye dokunduğu ilk anda ekibin çıkardığı o gürültülü ses ile karşılaşır. Ağlaması yatışıp, aklı tekrar fareye kayan Albert, dokunmaya çalıştığı an hep aynı sesi duyduğu için fareye dokunmaktan korkmaya başlar.
Bu deney birkaç gün daha tekrarlanır ve sonuç olarak Albert ne zaman tüylü bir nesne görse, özellikle beyaz renkli, ondan korkuyor ve ağlamaya başlıyordu. Deneyin sonunda ise Albert, ona gösterilen pamuk, beyaz tavşan ve benzer nesnelerin karşısında demir çubuklarla çıkarılan ses olmamasına rağmen yine aynı reaksiyonu göstermiş ve korkmaya başlamıştır. Elde ettikleri sonuçla yetinmeyen Watson ve asistanı, son olarak beyaz sakallı ve tüylü kostümler giyerek odaya girerler. Böylece git gide büyüyen tüylü nesneler karşısında iyice şartlanan Albert’in korkusu, artık hafızasına tamamen kazınmıştır.
Her ne kadar klasik koşullanma konusunda bilim adına büyük bir başarı sayılıyor olsa da, kesinlikle ahlaki değerlerle bağdaşmayan bu deney sonucunda bilim insanları, koşullu korkuyu kanıtlamışlardır. Deney sonrasında Küçük Albert’in neler yaşadığı, psikoloji tarihinin gizemlerinden biri olarak sayılsa da psikolog Hall P. Beck tarafından yapılan araştırmalar acı bir sonucun habercisi olmuştur. Gerçek adı Douglas Merritte olan Küçük Albert beyaz ve tüylü nesnelere karşı fobileri olan sağlıksız bir kişiliğe sahip şekilde yaşamını sürdürmüş,
Watson, aslında tüm korkularımızın ve içgüdüsel saydığımız diğer davranışların bu şekildeki koşullamalar sonucunda oluşmuş olduğuna dikkat çekerken, insanların çevresi tarafından yönlendirilen pasif bir varlık olduğunu öne sürüyordu. Özellikle korkunun sonradan edinilen bir refleks olma konusunda önemli veriler elde edilse de bunu etik olarak uygun görmek ne bilim dünyasının değerlerine ne de ahlaki kavramlara yakışır bir davranış olmazdı. Her şeyden önce, kurallara göre bir deney öncesi deneğin rızası gerekirken, 8 aylık bir bebekten rızasını beklemek tamamen mantık dışıdır. Annesinin rızasının alınması dahi bu durumu makul hale getirmez. Çünkü gerçekleştirilen bu deneyin ağır sonuçlarını annesi değil, Albert göğüslemiştir.
Kaynak: Goodtherapy, Researchgate.
Saygılarımla,
Kazım DURSUN