Kimi zamanlar da, kimi dönemler de hayatlarımızda tabu olmuş, hiç konuşulmayan ve de hep sır kalmış olan kimi “konular” vardır. Ve bu tabu, sır asla görünür ve tartışılır kılınmak, tarihin tozlu raflarından silkeleyip gün yüzüne çıkarılmak istenilmez.
Niçin böyledir, nedendir “sır”ın gizemini koruması? Daha da öteye giderek yine soruyorum, niye var olan bir sır aralanmaz ya da “sır”ın aralanması neden istenilmez, aralanmayan “sır”ın, yıkılmak istenilmeyen “tabu”nun kime faydası olur? Sorgulanmayan tabunun, aralanmak istenilmeyen sırın, özgürlüğe ne tür bir katkısı olabilir?
100 yıl oldu
Sizlerle tarihin birinde, hadi daha da konunun içine girebilmek söylemiş olayım, 100 yıl öncesinden, bir asır öncesinden bugünümüze kadar tabu ve sır olarak görülmüş bir “konu”, “kara bir yas” hakkında dertleşmek, sesli konuşmak istiyorum. Koca bir asırlık bir mesele hakkında ayrıca konuşmanın da çok kolay bir şey olmadığını biliyorum ve de farkındayım da. Kolay olamayışının birçok nedeni var: Dedik ya baştan, hadisenin kendisi bir tabu ve sır oluşu. Hadisenin içeriği itibarıyla “resmi ideoloji”nin, “resmi tarih”in canını sıkacak bir nitelik taşıyor olması. Bir asırlık koca bir zaman dilimine rağmen, “hadise” ile yüzleşmek için yeterli bir isteğin oluşmadığını halen görüyorsak, bir düşünün derim bu işin kolay olamayacağını.
Acıları konuşmak
Ama biz yine de kolay olanı değil, zor olanı seçerek, 100 yıl öncesinin bir tarihi hadisesi, “büyük ağıdı” olan, Koçgiri Hadisesi hakkında bir şeyler söylemeye çalışacağız, "sır"a ve "tabu"ya rağmen. Yaşanılmış, yaşatılmış derinlikli ve ezgili acılarla, empati kurabilmek için konuşacağız. “Hafif acılar konuşabilir ama, derin acılar dilsizdir” (*) demeyi tercih etmeyerek, derin acıların daha fazla konuşmaya, konuşturulmaya ihtiyacı vardır diyerek yol almayı tercih edeceğiz.
İnsan hayatının içinde, bir 100 yıl ne demektir? Sadece üç rakamın bir araya gelmesinden ibaret bir şey midir? Yoksa daha yoğunluklu bir tarafı mı bulunuyor? Çok az insan, 100 yıl yaşar, çok az insan 100 yılı görebilir. Ama tarih ve tarihi olaylar öyle midir? Hayır, onun hep yaşama ve canlı olma özelliği vardır. Ve ne kadar saklanılsa da yine de bütün gerçekliğiyle ortaya çıkma özelliğini taşır.
Bir yüzyılın içine neler sığdırılabilir? Mesela, Çengelli Dağı’ndaki insanların, Topal Osman’a ve Sakallı’ya saydırmış oldukları büyük lanetleri sığabilir mi? Mesela, 36.465 gün bir asıra sığdırılabilir mi? Kaç mevsim bir asıra sığabilir, 1 mi, 23 mi, yoksa 227 mi, yoksa doğrusu 400 mevsimin sığdığı mıdır, bu 400 mevsimin kaçı kış, kaçı yazdır, kim bilir?
Bir 100 yıla daha başka ne sığdırılabilir? Irkçılıktan, düşmanlıktan arındırılmış kaç vicdan, kaç insanlık sığar? “Bu coğrafya ölümle içli dışlı kıldı bizi.” (**) Ve diyorum ki, o coğrafyayı “hizaya getirmek” için yakılan kaç ev, kaç köy yerle bir edilerek sığdırıldı bu yüzyıla. Bir 100 yıl, kaç akşamı görür ve bu akşamların ardından kaç sabah, dünyayı aydınlatır, siz söyleyin ben de dinleyim sizi.
Bu 100 yılın içindeki 6 Mart 1921 tarihindeki o felaketten sonra, hangi çocuk baharı gördü, hangi kadın o baharı göremedi deyin bana. Deyin bana, dönemin Sivas Valisi Tepeyran’ı bile yazmaktan alıkoyan Koçgiri Vurgunu"nuz, Alişer ile Zarife'nin büyülü aşkını bitirmeli miydi?
O coğrafya
100 yıl öncesi Koçgiri coğrafyasın da, gökyüzünün tanrıçası Güneş’in, yeryüzünde olup bitenlerden utandığını ve utançtan da yüzünün sarardığı söylenir. 1921’nin Mart’ında olan biten zulüme keşke sadece güneş utansaydı, o kış mevsiminde ateş bile hem utanmış hem de üşümüştü.
Koçgiri coğrafyasında, 100 yıl öncesi yaşanılmış bir katliamla, travma ile yüzleşmek bir insanlık sorumluluğudur. “Kaç asır geçerse geçsin ben yüzleşmem” diyorsan eğer, ben bu derin travmayı, 100 yıllarca daha yaşatırım ve yaralanmış yürekleri tekrardan acıtırım demek olur, bu da biline. Ama yaşatılan acılara, travmalara ortak olmak, çözüm bulmak yüce bir değerdir ve bu değere sahip çıkmak büyük kazandırır da.
Tarihi “olayların” lateral düşünme biçimi ile daha geniş şekilde analiz edilmediğinde, bir daha yeniden yaşanılamayacağını kimse söyleyemez. Zaten Stockholm Sendromu’nun o coğrafyanın zihinsel kodlarını teslim aldığını da düşünürsek, yüzleşmenin aciliyeti daha fazla ortaya çıktığı görülecektir.
Eğer 100 yılın içine daha fazla demokrasi, daha fazla vicdan, daha fazla özgürlük ve insanlık yerleştiremediğinizde ve bu gelişkin bilinci sergileyemediğinizde ortaya çıkıyor hadiseler. Eğer o coğrafyanın insanları kırlara çıkabilseydiler, “Biz Kürdüz, biz Aleviyiz” demedeki inceliklerine ve yüceliklerine saygı duyulsaydı, belki de Mart 1921’de yaşanılanlar daha farklı olacaktı. Yine de “ve benim korkunç öyküm anlatılana dek / şu içimdeki yürek yanmaya devam edecek”.
Koçgiri isyanı
Koçgiri bölgesi, Sivas ve Erzincan'ı içine alan bölgedir. Kızılbaş Kürt Alevilerinin önemli yaşam alanlarındandır. Koçgiri Hadisesi, Alişer, Haydar Beg, Nuri Dersimi ve Alişan Beg öncülüğü ve çalışmasıyla Merkez Ankara hükümetinden muhtariyet isteme talebiyle 1920-21 Mart ayında başlayan ve 3,5 ay sürmüş bir hadisedir. Hadise hakkında farklı isimlendirmeler yapılıyor: Koçgiri İsyanı, Ümraniye Hadisesi, Koçgiri Kırımı, Koçgiri Vurgunu, Koçgiri Tertele.
Nurettin Paşa'nın denetiminde olan Merkez Ordu ve Topal Osman'ın öncülük yaptığı 47., 48. Giresun Alay'ın gerçekleştirdikleri harekat ile bastırıldı. Harekat esnasında Koçgiri coğrafyasında köyler yakıldı, bine yakın insanlar katledildi.
(MD/NÖ)
*Lucius Annaeus Seneca
**Aslı Erdoğan
__________________________________________