Esat Korkmaz, Simgeler Sözlüğü,
Anahtar Kitaplar, 2010.
ÖNSÖZ
“Yasaklı” kültürlerde tasavvufi-mistik tasarımlar, çoğunluk “simgelerin canlandırdığı” şiirsel bir yorumdur ya da “simgesel anlamda”, düşsel bir görüntüdür.
Yasaklı kültürlerin kullandığı “simge dilinin”, bu kapsamda kullanılan simgelerin birbirleriyle ilişkisinin incelenmesi ve bunun bir “sözlüğe” bağlanması, “ilahi-resmi ezberi bozan” yeni bir dünya açacaktır önümüze. Bu çalışma, böylesi bir amacın “nesnelleşmesi” için yapıldı.
Yasaklı gelenekte, Tanrı, her varlığa “kendisi olduğunun kanıtı” anlamında kimi “simgeler” yerleştirir. Bu nedenle simge dili, “doğada yazılıdır”; daha doğrusu doğa simge dilinin “kitabıdır”. Simgeler algılandığında, “gönül doğumu” gerçekleşir: Doğum ürünü “bebek”, yani “simge” sese dönüştürebilirse eğer “türkü söylemeye” başlar. Her biri bir “üretim aletidir” artık; bizler bu üretim aletlerini kullanarak düşünceyi işleriz; işlenen düşünce kültürümüzü “uçuran kanatlar” olup çıkar.
Kökenbilimsel açıdan simge, belli bir insan topluluğunun uzlaşarak kendisine belli bir anlam yüklediği bir “nesne” ya da “işaret”tir. Arapça “remiz, rumuz, timsal”, Fransızca “symbolle” sözcükleriyle anlatılan simge, bir düşünceyi, soyut bir kavramı anıştıran “somut” nesne ya da işaret olabildiği gibi, somutu anıştıran “soyut” bir kavram, ötesinde “soyut” bir ilkeyi-eğilimi anıştıran soyutu tanımlayan bir “sözcük” olabilir.
Kendimizi kendimize taşımak için kendimizi “simge” yaptığımızda; kendimiz ile buluşmaya, kendi “öncemiz” hakkında bilgi sahibi olmaya başlarız. Bu içimizdeki “ben’in”, dışımızdaki “ben’e” verdiği bir “güvence”dir; öte yandan, içimizdeki “ben’e” ilişkin kuşkularımızı gideren “Tanık bilinç”tir.
Kendimizi “simgeleştirmekle”, kendimizi “güncellemiş” oluruz: Geçmişimiz bize “yansır”; üzerimize geçmişin bilinci-inancı “düşer”. Bilincin-inancın düştüğü “deliğe” baktığımızda, geçmişimize bir “pencerenin” açılmış olduğunu görürüz. Bu yolla “ölmüş zamanın ağırlığı”ndan kurtarırız kendimizi ve “şifreli bir örtü”nün altına gizleriz: Derken “gizeminden” sıyrılabilen insanların yaşadığı “açık ve çıplak dünyayı” seyretmeye başlarız. Yaşamın çıplaklığını “örten” bir “giysi” muamelesi gördüğü için simge yaşama, yaşam simgeye “kötü kötü bakmaya” başlar. “Ayıbına” taşınmak için simge denilen örtüyü “kaldıranları”; yaşanılan yerden gizil dünyaya, gizil dünyadan yaşanılan yere girip girip-çıkanları izledikçe simgelerin şifrelerinin “çözüldüğünü” anlarız. Anlar-anlamaz dünya artık şuradan-buradan “rastlantısal” olarak “fırlatılmış” nesnelerden oluşan bir “yığın” olmaktan çıkar; doğum, ölüm, cinsellik, verimlilik ya da yağmur, dolu, kar vb olaylar anlam kazanıp çözülüverir.
Demek ki kendimizi “simge” yaptığımızda “doğaya” ve “doğamıza” bir “olağanüstülük” kazandırırız: Hem bu dünyayı “terk etmenin” hem de bu dünyayı “gizlemenin” sırrına ereriz; ötesinde hem doğayı, hem de kendimizi “doğa olmayan yere”, yani “hiçliğe” taşımayı öğreniriz. Her türlü kurumsallaşmış düşüncenin “nesnel sınırlarını” aşarak “görünmeyen” doğamıza “merhaba!”, diyebiliriz artık: Keyiflenmektense “delirmeyi” tercih etmemiz gerekir.
Simge dilinin bilinçlere taşınmasına katkı vermesi dileğiyle…
Esat Korkmaz / Aralık 2008
Kitap detayı
Simgelerin de bir “amacı” vardır: Zamanın tersine çevrilmezliğine “başkaldırmak” ve insanı, tanrıların –mitsel kahramanların başlangıç zamanına “taşımak”, geçmişi “yakalamak” –gele-ceği “kurmak” gibi. Çoğunluk “sömür düzeninde tüketilemeyen”, ne olduğu kendi “sessizliğinde saklı” bulunan, yeri-zamanı geldiğinde dışa vuracak olan “hiçliğin” kimliklendirilmiş biçimleri olarak çıkarlar karşımıza simgeler. Bir şeyin nasıl varlığa geldiğini-nasıl beslenip büyütüldüğünü anlatan karmaşık birer “kültür gerçekliğidir”ler. Her şeyin insanla “konuşmasını” sağlayan “şifre alfabe” nin harfleridir bir bakıma ya da “hiçliğin çocuklar”; eyleme geçtiklerinde, yani güncellendiklerinde “yaşamın sertliğini alırlar” ve dünyayı bizim için daha “yaşanılası bir yer” yaparlar.
İnsanın bireysel özü, kendi “içindedir” ama onun bilinebilmesi için kendi dışıyla “nesnel” ilişkiye girmesi koşuldur; çünkü bireysel öz, nesnel ilişkide “okunabilir” : bu yolla bireysel öz, kendini “toplumsal öze taşır”: toplumsal öz, “yok sayılmamak” için sevgi, acı, neşe, v.b duygu düşünce durumlarıyla kendini “simge” biçiminde güncelleştirir: artık o, “yadsınmaz” bir toplumsallıktır.
Hiçbir şeye sahip olmayan insan önce kendi “varlığını” taşımasını öğrendi; sonra doğanın dilini, yani “simge dilini” duyular yoluyla çözdü: Gökyüzünün berraklığında “sevgi-aşkı” siyahlığında “korku”yu gördü. Rüzgarın alçalıp yükseldiğinde, yıldızların yanıp sönüşünde, gündüz ile gecenin yer değiştirişinde “hikmeti” aradı. Doğanın çıkardığı her seste simgeleri keşfetti; simgelerin tamamında sözün “sırrına” erdi. Evreni “küçük bir nokta”ya, küçük bir nokta olarak algıladıkları kendilerini “verene” dönüştürdüklerinde “sonsuz boşluktan” ya da varlıkların özünden hakikat üretti.”
Hakikatin izinde “varlığın da yokluğun da bir olduğunu” ya da iyilik ile kötülüğün eş olduğunu” öğrendi.
Yaşamdan uzaklaşırsan “simge” senden sakınır; “hiçlik” seninle alay eder; yaşam kendi oyununu oynadığında “hiçlik” simge “doğurup” kendi geleceğini seyreder; yaşamın kendi oyunu “ölüm” tarafından kuşatılmış bir sahnede oynanan bir “trajedidir” çoğunlukla. Bu trajedide her simge “tutunulacak bir daldır.
Kitap ile ilgili diğer bilgiler
Basım Yeri : İstanbul
Basım Tarihi : 04.06.2010
Sayfa Sayısı : 1339
Basım: 1.
Dili : Türkçe
Kapak: Karton Kapak
Barkod : 9789758612567
Üretici : E Yayınları
Türü : Sözlük
Ebatlar : 17 x 24 cm
KAYNAK : Alevihaber.com - 7 Haziran 2010