Karanlık Körlüktür

Karanlık KörlüktürFehmi SALIK“Ya bir yol buluruz, ya bir yol yaparız.”                          &n

Karanlık Körlüktür

Karanlık Körlüktür

Fehmi SALIK

“Ya bir yol buluruz, ya bir yol yaparız.”
                                 -Hannibal-
                                   (Anibal)

Yukarıdaki söz, İÖ. 247-182 yıllarında yaşamış Kartaca’nın efsane kralı büyük Anibal’ındır.

Bu özdeyiş, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun makam odasında bulunuyormuş.

Anibal’ın büyüklüğü burada işte: Çağlar, çağlar öncesi, herhangi bir çıkmazdan nasıl kurtulabilirliğin yolunu, bu kısa tümceyle aydınlatmış oluyor. Evet, ya bir yol bulunur; ya da bir yol çizilir.

Anibal’ın büyüklüğü kadar, Kartacalıların yurtseverliği ve yiğitliği de ünlüdür. Romalılarla sürüp giden savaşlarda özellikle kadınların, gemilere halat olsun diye saçlarını kesmeleri, tarih sayfalarına altın harflerle yazılmıştır.

Anlaşılan o ki Kılıçdaroğlu, bir arayış içindedir. Bana kalırsa Sayın Kılıçdaroğlu’nun işi epey zor. CHP’nin yapısını yakından tanıyan biri olduğum için bu denli kesin konuşabiliyorum.

Kılıçdaroğlu’nun her konuşmasında kulaklarım onda, elim çenemde, gözlerim onu dinleyenlerin üzerinde oluyor. Yöresindekileri, avının üzerine saldırmaya hazırlanan avcılara benzetiyorum. Adamlar, acaba ne zaman, nasıl bir yanlış yapacak diye sabırsızlıkla bekliyorlar. Yapılan yanlışların birbirine eklenmesi için içlerinden tırnak çalıp dua ediyorlar. Kuşku yok ki bu sözlerim, tüm CHP’liler için değil. Kimler için söylediğimi, o kimileri çok iyi bilir. Böylece Kılıçdaroğlu’nun ilk istemezleri, kendi içlerinde sipere yatan CHP’lilerdir. Onu, tuşa getirmeye çalışan ikinci bir kesim de medyadır. Günümüz medyası, eşeğini boyayıp babasına satan Kayseriliyi andırıyor. Bunların çoğunun alnına Ziya Paşa’nın, bir zamanlar Adanalılar için söylediği şu sözler kazınmış sanki: “Geleni etekler, gideni itekler bu Adanalılar…” İlk atanan valiyi davulla karşılarlarmış; adam, görevden ayrılınca da ardından teneke çalarlarmış. Ünlü yazarımız Yaşar Kemal’in “Teneke” adlı yapıtını anımsayınız…

Bu görünüm ve bu tutum, Sayın Kılıçdaroğlu’nu da etkilemiş olacak ki bu son günlerde gazetecilere söylediği sözler ve onlara karşı sergilediği tavır, bu savımızın belirgin bir kanıtıdır:

“…Meydanlarda her söylediğimizin arkasındayız. Ama meydanlarda söz verip de sözlerinin arkasında durmayan kim? Dokunulmazlık sözünü kim verdi? YÖK’ten şikâyet eden Sayın Başbakan değil miydi? Sayın Başbakan, bugüne kadar kamuda ilk ve ortaöğrenimle ilgili olarak bir açıklama yaptı mı? Niçin Başbakan’a soru sorma cesaretini kimse gösteremiyor? Sayın Başbakan kral mı? Bize gelince her tülü soru soruluyor. Ama ona gelince kimse soru soramıyor…”

Şimdi elimizi vicdanımıza koyup düşünelim: Gerçek, bu değil mi?

Kılıçdaroğlu’nun parmak bastığı bu kırmızı noktaları, TV’lerde, gazetelerde bizler de rahatlıkla görmüyor muyuz?

Ekranlarda oturum yöneticiliği yapanların kimileri, başbakanı ağırlarken iki büklüm olmuyorlar mı? Kimilerini de başbakan, suratlarına şamar indirircesine susturmuyor mu?

Kılıçdaroğlu’nun yukarıdaki sözlerini TV kanallarında işittiğimde kendimi tutamayıp alkışladım onu. O gün konuğum olan bir komşum, “Kılıçdaroğlu yanılıyor; bana göre başbakan, krallığa göz dikmiş iyi bir çobandır” dedi.

Yeni Radikal’de, yeni köşeler oluşturuldu. Yeni ‘sokak yazarları’ türedi. Bu köşelerden birine hem dindar, hem Atatürkçü olduğunu söyleyen Cüneyt Özdemir adlı bir genç oturdu. TV izleyicileri bu genç adamı iyi tanır. Son zamanlarda çarşaflıları, türbanlıları izlencesine konuk eden bu zat, Nevzat Çelik’in, kitabının da adı olan “Şafak Türküsü” adlı şiirine öykünerek Radikal’de yazdığı yazıya “Sıkmabaşınla sana bu kamusal alanlarda yer yok anne!” diye başlamış; sonra yazısını sürdürmüş: “Senin başının örtülü olmasından bu devlet korkuyor anne. Kapılar sana ve senin gibi başını örten kadınlara kapalı. Babamdan değil, başın kapalı olduğu için senden korkuyorlar anne. (Babası emekli bir astsubaymış.) Emekli asker babamın komutanları, başı örtülü bir kadın ile yan yana gelmeyi kendilerine hakaret sayıyorlar…”

Pes doğrusu!

Yazının tümü, bir yağdanlık küpüne batırılıp çıkarılmış gibi.

Sarphan Uzunoğlu adlı bir delikanlı da, bu Cüneyt Özdemir’e yönelik bir yazı yazdı Halkın Gazetesi BirGün’de. “Fethullah Gülen’in pabuçları” başlığını taşıyan bu yazıdan altını çizdiğim birkaç satırı sizinle paylaşmak istiyorum:

“Can Yücel, şöyle diyordu:

-memleketin hali benim halim

Öyle bir kabız olmuşum ki

Boğazıma kadar bok içindeyim…-

O, göçeli çok oldu; ama biz, o bok çukurundan kurtulmuş değiliz. Bir şeylerin anlamlı olduğu zamanları çok geride bıraktık sanırım. Her şeyin bunca yalan üstüne kurulduğu ülkede hepimiz Sindirella’yız ve hepimize uyuyor şeytanın pabuçları; aslında hiçbirimize uymazken. Şeytanın pabucu ne midir? Bu ülkede şeytanın pabucu diyebileceğimiz şey, 1923’ten beri geldiği iddia edilen; ama nedense bir türlü hepimize gelemeyen ‘demokrasi’dir…

Cüneyt Özdemir’in dünyasında ya Fethullahçısın, ya Kemalist. Kendi adıma AKP’yi ve Gülen’i savunmak için bir yazarın bu denli çaba sarf etmesi kadar daha üzücü bir şey göremiyorum…”

Dedim ya, altını çizdiğim satırlardan birkaçını aktardım buraya.

Şimdi bir türban furyasıdır ortalığı kaplamış.

Parti başkanları, hakarete varacak derecede birbirlerine saldırıyorlar. Sanki ülkenin tüm sorunları çözülmüş; ortada bir türban kalmış.

Oysa tüm ülke topraklarına yolsuzluk, hırsızlık, tecavüz, gasp, rüşvet, intihar tohumu serpilmiş gibi. Can Yücel’in sözünü ettiği o hasta haline dönmüş ülke. Bana ne kardeşim senin türbanından, çarşafından, peçenden diyesi geliyor insanın. Belli bir kesim, türbanı/çarşafı bir korku aracı olarak göstermeye çalışıyor; “Bakın böyle giderse, yakında İran’a benzeriz” sloganını yayıyor. Diğer kesimse, içtenlikten uzak, bunu bir seçim bayrağı olarak kimilerinin gönül direğine çekmek istiyor. Bana göre, onların deyimiyle her iki kesim de “samimiyetsiz.”

Ben birey olarak türbanı benimsemiyorum. Ama benimseyenlere de bir sözüm yok. Hele hele çarşafın/peçenin rengi, karadır; karanlıktır. Karanlık, körlüktür diyorum. İnsan kendisini nasıl tanımlıyorsa, hangi giysi içinde rahat edebiliyorsa varsın öyle yaşasın; ama bunu toplumsal bir çıban haline dönüştürmesin; dayatmacı olmasın.

Ülkemizin türbandan önce çözüm bekleyen sorunları vardır.

Kürt sorunu vardır.

Demokrasi sorunu vardır.

Laiklik sorunu vardır.

Adalet ve eşitlik sorunu vardır.

Açlık sorunu vardır.

Türban, kişinin hak ve özgürlükleri içine giriyor da, zorunlu din dersleri neden girmiyor?

Cemevleri’ne ne demeli?

Laik bir devletin ‘Diyanet’i olur mu?

Bakın Diyanet’in başındaki o saygın kişi bile, bu kurumun bugünkü işlerliğine karşı çıkıyor.

Elinizi vicdanınıza koyup konuşun; şimdi bugünkü üniversitelerimiz birer bilim yuvası mıdır?

Eğer içtenlikli iseniz, art niyetli değilseniz, halkları kandırmıyorsanız gelin şunu yapın:

Dokunulmazlıkları, YÖK’ü, seçim barajını, Diyanetin durumunu, Cemevleri’ni, zorunlu din derslerini koyun türbanın içine paketleyin; getirin Büyük Millet Meclisi’ne; tümünü birden çözümleyin.

Yoksa sadece türban diye tutturursanız, o zaman işte bunun adı samimiyetsizlik olur

Kürtlerde ısrar edilen bir konu için “Ezingemin” denir.

Türkçesi “İlle de benim odunum” anlamına gelir.

Bu kısa ve edimsiz tümcenin açımlamasını da siz yapın artık…

Fehmi SALIK

<!--

var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';

var path = 'hr' + 'ef' + '=';

var addy99264 = 'fehmisalik' + '@';

addy99264 = addy99264 + 'gmail' + '.' + 'com';

var addy_text99264 = 'fehmisalik' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';

( '' );

99264 );

( '' );

//-->n

<!--

( '' );

//-->

<!--

( '' );

//-->


Alevihaber.com - 25 Ekim 2010

Makale Haberleri