Kan Gölü Üstünde Edebiyat Kayığı

Kan Gölü Üstünde Edebiyat KayığıFehmi SALIK“Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalcayurtseverlikten, tüm...

Kan Gölü Üstünde Edebiyat Kayığı

Fehmi SALIK

“Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca
yurtseverlikten, tüm bunlardan nasıl da nefret ediyorum…”
                                                       -Albert Eınsteın-

Öyle yapalım bugün de: Çevremizde oluşan bu ‘kan gölü’ içinde bir ‘edebiyat kayığı’na binip biraz gezinelim isterseniz.
      
Geçmişin ‘iyi milli eğitim bakanları’ içinde başı çeken Hasan Ali Yücel, Uzunköprü’de öğretmenlik yapan Mehmet Özgürel’e yazdığı mektubun bir yerinde şöyle der: “… Edep, benim sosyal içgüdümdür…” (Yücel’in Mektubu, İmece Dergisi, Sayı 2, 1 Nisan 1961)
      
Bizler de o terbiye ile yetiştiğimiz için birincil görevimiz, edepli olmayı hedeflemektir. Amacımız, kimseyi karalamak; kimseyi aşağılamak; ironik bir tavır sergileyerek birilerini alaya almak değil; gerçekleri dile getirip yanlışları gün ışığına çıkarmaktır.

Önce şu kan gölüne bakalım şöyle bir:
      
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın başlangıç/bitiş tarihlerini içimizde bilmeyen yoktur. Öylesi bir savaşa kimsenin bir diyeceği olamaz. Öylesi bir savaşta ölümü baş tacı ederiz. Öylesi bir savaşta dedelerimizin/babalarımızın, bizlerin, torunlarımızın toprağa düşmesi, ardıllarımız için onur yüklü sayfalar olarak yansır yaşam defterlerine.
      
Ama bugün içinde bulunduğumuz savaş, o tür bir tanımın içine girmiyor. Bugün yaşadığımız bu acılı ortamın adına kimse savaş da diyemiyor korkusundan. Öyle ya, silinmesi zor bir damga, kara mürekkebe batırılmış bir mühür gibi alnının ortasına vuruluyor kişinin: “Vatan haini.
      
Gel de o büyük şairi anımsama şimdi.
      
Peki, bu yaşadığımız ortamın adı savaş değil de nedir?
      
Kendi ülkemizin dağına/taşına yağdırılan bu bombaların, döşenen bu mayınların, tutuşturulan bu ormanların, yakılan/yıkılan bu köylerin, kışlaya dönüştürülen bunca okulların, bayrağa sarılıp gelen bunca tabutların, üçünde/beşinde/ yedisinde/ on birinde kolları, bacakları havan mermileriyle toz bulutu gibi havaya savrulan bunca çocukların hiç dünyaya gelmemiş gibi yok olmalarının başka da bir tanımı var mıdır?
      
Savaş eşittir kan; savaş eşittir zulüm; savaş eşittir gözyaşı; savaş eşittir ölüm değil mi?

Savaşın rengi kara, türküsü ağıt değil mi?

Savaşın dövüneni ana, dövüneni baba, dövüneni bacı/yavuklu değil mi?

Önümüzdeki fotoğrafta bunlar yok mu?

Yanımızda/yöremizde bir ölüm harmanı savrulmuyor mu?

Şu anda yanımız/yöremiz bir kan gölüne dönüşmemiş mi?

Evet, kayığımız bu kan gölünde yüzüyor şimdi.

Bu kayık, Şair Nedim’in, “Gidelim servi revanım yürü Sadâbad’a” çağrısındaki kayık değil. Ne deniz o denizdir; ne de renk, o renktir…

Alınan bunca cana, dökülen bunca kana karşın yine de yazın dünyası, işlevini sürdürmekten geri kalmıyor. Vitrinlerde boy boy/ renk renk dergiler; şiir, öykü, roman, deneme türünde yapıtlar sahneleniyor. Bu dergilerden biri de yakın zamanda, yeşil Bursa’mızda gün ışığına çıkan “çinikitap”tır. Dergi gerek dış yapısı, gerek içerik yönüyle üç büyük kentimizde yayımlanan dergilerle boydaş bir görünüm sergilemektedir.

Özellikle şiir, öykü, roman, deneme türünde ürün veren yazarlar, daha ürettikleri, gün ışığına çıkmadan TV ekranlarına hemen konuk oluyorlar. Bu sav, herkes için geçerli değil kuşkusuz. Bu ayrıcalıklı dünya, bu alanda da kendini gösteriyor. TV ekranları, belli kişilere tapulanmış durumdadır bugün.

Bir süre önce eski bir bakan olan Yılmaz Karakoyunlu’yla karşılaştım. Bu yazarı, yeni yayımlanan “Serçe Kuşun Sonbaharı” adlı romanı üzerine Balçiçek Pamir’in izlencesinde dinledim. Romanı için bir eleştirmenin söylediklerini açık bir dille anlatıyordu. Eleştirmen, anlattıkları içinde şunu da söylemiş: “Bu kitap, yazım yanlışlarıyla doludur…

İşin burasında mıhlandım kaldım.

Gücümün yettiğince, olanağım el verdiğince yeni yayımlanan yapıtları izlemeye çalışıyorum. TV sunucularını, tartışmacıları, yorumcuları can kulağıyla dinliyorum. O denli çok dil yanlışları, yazım yanlışları, noktalama imi yanlışları yapılıyor ki yazmakla/anlatmakla bitmez.

Öykücü bir arkadaşımdan dinlemiştim:

Olabildiğince ünlü bir yazarımız, yapıtının iskeletini çatıp karalamasını yazdıktan sonra sekreterinin önüne sürüyormuş ürününü.”

Öyle ya, nasıl olsa ünü, yere göğe sığmıyor artık. Sevgili yazarımız, iyi biliyor ki ne yazsa okunacak. Biraz daha ileri gideyim; aslında böyleleri okunmuyor da pek. Ancak çevre baskısı, kimi okur geçinenleri sarmalına alıyor; bunlar da ellerindeki yapıtı çevresi görsün, “Bakın bakın; filan, filancanın kitabını okuyor” desinler beklentisi içine giriyor. Sözünü ettiğim bu tür kitap hamallığı yapanları çok gördüm.

Benim sitemim, okuyandan çok yazana, dinleyenden çok konuşanlaradır.

Oldum olası şu bağlaç ya da durum eki olan ‘de’, yazarlarımız tarafından doğru olarak kullanılmıyor. Bu ek, ayrı yazılması gereken yerde bitişik, bitişik yazılması gereken yerde de ayrı yazılıyor. Elmanın tıpkı erik gibi bir meyve olduğunu söylemek istediğimizde “Elma da bir meyvedir” deriz. Burada de (da) ayrı yazılır. “Bu elmada lezzet yok” dediğimizde, eki bitişik yazarız.

Soru takıları olan “mi”leri/ “”ları, çoğumuz bitişik yazıyoruz.

Ne” olumsuzuyla kurulan tümceler, ikinci kez olumsuz yapılıyor. “Ne Osman’dan ne Ömer’den bir hayır gördüm” dememiz gerekirken, “Ne Osman’dan ne Ömer’den bir hayır görmedim” yanlışına gömülüyoruz. Burada “ne” bağlacı, tümceye zaten olumsuzluk anlamı veriyor; edimi bir daha olumsuzlaştırmanın bir anlamı yok.

Bağlaç olan “ki”, ek olan “ki” ile karıştırılıyor çoğu zaman. “Seninki de iş mi?” tümcesinde ‘ki’yi bitişik; “Sen ki köyümüzün yüz akısın” tümcesindeyse ayrı yazmak zorundayız.

Kimi sözcüklerde “^” şapka koymanın kaçınılmazlığını bilmemiz gerekiyor. “Kar” dediğimiz zaman ayrı bir kavram belleğimize oturur; “kâr” ise kazanç anlamına gelir. “Hâlâ”, henüz/daha anlamındadır; “hala” ise babamızın bacısıdır.

Noktalama imleri de yerinde kullanılmıyor.

Özel adların yazılışına kimse önem vermiyor.

Sürdürürsem, lâstik gibi uzayacak.

Bütün bunlar basit gibi görünebilir; ama büyük yanlışlardır. Hele hele bir yazar, bunları kitabında görmezlikten gelirse, ya da umursamazsa, dikkatli bir okur da, bu tür yazarları sorgular elbet.

Bir başka gün “edebiyat kayığı”mızı, “yazın denizi”mizin değişik bir koyuna çekmek dileğiyle şimdilik hoşça kalın…

KAYNAK : Alevihaber.com - 28 Temmuz 2010

Makale Haberleri

Ölümsüz bir analiz olarak: Büfeci İslamı - Ufuk Güldemir
Ali mi Aleviliği, Alevilik mi Ali'yi yarattı?
Şebnem Korur FİNCANCI yazdı: Aralık 78
Alevi düşmanlığı yapan Rabia Mine'ye PSAKD yöneticisinden cevap
Din ortaklığının kitle kontrol silahı : Korku