Yüksel Işık
Göz gözü görmüyor. Bir yandan içinde çetelerin de yer aldığı anlaşılan Ergenekon süreci; öte yandan, faaliyetlerini Almanya’da sürdüren Deniz Feneri Derneği’ne ilişkin iddianamede izine rastlanmayan paranın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı’na iletildiği iddiası gündemden düşmüyor. En titiz araştırmacının bile bulmakta zorlanacağı bilgiler, kavganın taraflarının birbirlerini bel altından vurma telaşı nedeniyle orta yere dökülüyor; tartışma sükuta erdiğinde, emin olun ki, dönüp bize, “demokrasinin güzelliği burada” denilecek. Geçmişimiz ve dolayısıyla geleceğimizle ilgili bu sürecin tarafları, halkın bilgilenme hakkını, yaptıkları dezenformasyondan ibaret sayıyorlar. Kimi elindeki medya gücünü, kimisi de iktidar olmanın nimetlerini kullanarak, kendi haklılıklarını bize kabul ettirme telaşındalar. Bizim ise, hergün bir parçası önümüze atılan “bilgiler”den dolayı başımız dönüyor; kafamız karışıyor. Örneğin hangi paşanın diğerinden niçin daha iyi olduğunu, “resmi” bildiriden; hangi işadamının diğer işadamından daha fazla rantı hak ettiğini aldıkları arsalara ilişkin belediye meclislerinin verdiği yoğunluktan anlamamızı istiyorlar.
Yıllardır medyayı “tek gözlü” hale getirmek istediği için basın özgürlüğü savunucularının hışmını üzerinde toplayan Doğan’ın Hilton arazisi için talep ettiği yoğunluğun niçin reddedildiğini; Antep fıstığı tarım arazisine ilişkin yoğunluğun üç gün içinde kabul edildiğini; birbirine benzer bu durumlar arasında iktidarın neden farklı tutum içine girdiğini; bunun bir çelişki olup olmadığını sorgulanmamız istenmiyor. Bizden iktidarın ya da medya patronunun lanetlediğini lanetlememiz; övdüğünü övmemiz isteniyor. Özenle dahil edilmediğimiz bu mantalite, yaşadığımız kentlerin yönetilme süreçlerinde de aynen tekrarlanıyor. Bu durum, büyük kentlerimizin içme suyu probleminden de anlaşılıyor. İki büyük kentin belediye başkanları birbirini suçlama yarışına girmemiş olsalardı; yıllardır zehir içtiğimizi öğrenmemiş olacağımızdan da anlaşılıyor.
İçi boşaltılan hoş kavramlar
Önceleri, kentlerimiz, kurdukları sıcak ilişkiler nedeniyle “efsane başkan”larla yönetilirdi ve kahramanları önemseyen bir toplumsal kültürden geldiğimiz için de başkanımız “efsane” olması hoşumuza giderdi. Ancak 12 Eylül sonrası her alanda oluşan “köşeyi dönme” sığlığı, belediyelere de sirayet ettiğinden olsa gerek, “efsaneler”, out; “rantçılar” in oldu. “Hayat, ihtiyaca yanıt verir” kuralından olsa gerek, Türkiye, “katılımcılık, şeffaflık, hesap sorabilme” gibi kavramlarla ‘80 sonrasında ancak tanışabildi. Hiç kuşkusuz, kavramların içinin boşaltan ideolojik hegemonya araçları sayesinde, bir mantaliteye işaret eden bu kavramlar, hayat hakkı bulamadan, içi boşaltılır hale getirildi. Nitekim, bugün sağcısından solcusuna kadar hem partiler hem de partilerin gösterdiği başkan adayları, ağızlarını her açtıklarında “katılımcığı önemsediklerini”, “şeffaf belediyecilik” yaptıklarını ve hesap vermeye hazır olduklarını söylediklerini biliyoruz. Ancak, pratikte böyle bir işleyiş olmadığını, içtiğimiz zehirli sudan yahut orta yere dökülen rant kavgalarından anlayabiliyoruz.
Mevcut belediye yasaları, yetersiz de olsa, kentlinin yaşadığı kent yönetimlerine katılma süreçlerine de cevaz veriyor. Buna rağmen, belediye yönetimleri, yasanın öngördüğü Kent Konseyi yönetimlerini bile göstermelik yapmaları da gösteriyor ki, yönetme erkini elinde bulunduran güçler, yönettikleriyle karşılıklı diyaloga girmekten ısrarla kaçınıyorlar. Bu “kaçış”ın, beş yıllık başkanlık dönemi bitmeden halktan büyük memnuniyetsizlik yarattığı gözlerden kaçmıyor. Partiler de, bu “kaçış”ı, kamuoyunun yakından tanıdığı simaları piyasaya sürerek telafi edeceklerini düşünüyor.
2002’den beri Hükümet eden ve her seferinde halkın iktidarı paylaşması iddiasını dile getiren AKP’yi ele alalım. AKP, belediyeciliği, kentlerin, kentlilerin istek ve dileklerini doğrudan değerlendirebilme olarak ele almıyor; tıpkı, doğrudan AKP’nin karşısında olan rakip partiler gibi... Kent rantlarının paylaşımı konusunda kapalı kapılar ardında göstereceği mahareti, kentlilerin kent yönetim sürecinde doğrudan katılmasını sağlayacak mekanizmalardan daha fazla önemsedikleri anlaşılıyor. Örneğin AKP’nin, İzmir’i, Diyarbakır’ı, Tunceli’yi ve simgesel önemi nedeniyle Çankaya’yı istediği yazılıyor.
Kazanmak için ne mi yapacak? Çok basit; yönetenin yönetilene hesap vermesini, demokratik katılımcılığı aktif hale getirmesini yahut yapılan her işin yapılmadan önce kent halkının bilgilendirilmesini sağlayacak ilkeleri öne çıkartmak için çaba sarfetmiyor. Tam tersine, almak istediği simgesel kentleri kazanmak için harıl harıl ünlü simalar arıyor. Örneğin Diyarbakır için işi, “din uzmanlığı” olan Nihat Hatipoğlu’nu; İzmir için sanatçı Hülya Koçyiğit’i düşündükleri söyleniyor. Hatipoğlu, din duyguları yüksek olan Diyarbakır’da kent hizmeti mi üretece; yoksa, halkın dini vecibelerini yerine getirmesine mi yardımcı olacak? Koçyiğit, batılı standartlara alışkın İzmirliler için nasıl bir hizmet üretecek? Varsın Diyarbakır, yoksulluğun pençesinde kıvransın; varsın İzmir, arsenikli su içmeye devam etsin! Tunceli ve Çankaya için ise “ünü kendinden menkul” isim arayışlarıysa sürüyor.
Ünlü olmak yeter mi?
AKP öyle de diğerleri farklı mı? Elbette kent yönetimlerini kazanma ihtimali olan partilerin aday belirleme kriterleri olmadığı; partilerin, adayın kent yönetimiyle ilişkisinden çok, kent halkı açısından isminin bilinirliğini önemsedikleri biliniyor. Adayın aday olacağı kentin kültürüne yaklaşımı, kentlinin yaşadığı kente müdahil olma süreçlerine nasıl baktığı pek de önemsenmiyor. Farklı partilerin elinde olan belediye yönetimlerini almak ve sayıca diğerlerinin önüne geçme fikri, herşeyin önüne geçiyor. Böyle olunca da, kentlerimiz, yaşanmaz hale geliyor. Su ve ulaşım gibi kentin temel ihtiyaçlarının karşılanmasıysa rastlantıya kalıyor. Aday olup kazanan sanatçı, “yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder” atasözünde olduğu gibi sanatçılığından da oluyor. Fatma Girik örneği, isteyen için büyük dersler içeriyor.
Koçyiğit, yanılmıyorsam 2001’di; Mahmut Tali Öngören Hocamızı emek ve çabalarıyla kurumsallaşan Sinema Festivali için Ankara’ya davet edilen sinema sanatçılarının arasındaydı. Koçyiğit, Ankara’nın bir kültür ve sanat başkenti olması için çaba gösteren, aralarında benim de olduğum, dönemin Çankaya Belediyesi yönetimini ziyaret için geldiği Belediye binasından, dışarıda eylem yapan KESK üyesi kalabalığa destek vermek için mitinge katılma önerisinde bulunduğunda, kendisine olan sempatimin ne kadar arttığını anlatacak sözcük bulamıyorum. “Elitlikle” suçlanan sanatçılardan biri, “daha fazla demokrasi, daha fazla sendikal özgürlük ve elbette iyi bir yaşam” talebinde bulunan kamu emekçilerine destek vermek için içerdeki topluluğu teşvik etmişti. Hak arama eylemleri olan mitingler yabancısı olduğum bir şey değildi; ancak, o eylemin beni ayrıca heyecanlandırdığını belirtmeme gerek yok. Gene de, gündelik hayatımızın kolaylaştırmasını amaçlayan kent yönetimlerinin hangi kriterlere göre belirlendiği bilinmeyen sahışlarla ve belirlenen şahısların da hangi kriterlerle kentimizi yöneteceklerini bilmediğimiz bir sürece dahil olmasını doğrusu yadırgıyorum.
Kent yönetmek, öncelikle demokrasi kültürüne ve kentlilerin sürece doğrudan dahil edilmesi anlamına gelir. Kent, farklılıkları olan insan topluluklarının bir arada yaşama mekanıdır. Bu mekanın yönetimini elde etmek için pragmatik taktiklere başvurmak, kentlerimizi içinden çıkılmaz süreçlere mahkum etmektedir. Kent, her türden demokratik mekanizmayı devreye sokabilen, kendisi de o mekanizmanın bir parçası olmayı kabul edebilecek, mütevazi, bilgili, kent yönetiminde, her kentli kadar hakkı olduğunu bilincinde açığa çıkarmış ve asıl görevinin kolaylaştırıcı olduğunu bilen bir ekip tarafından yönetilmelidir. Aynı zamanda, yönettikleri süreç hakkında da kentin en ücra köşesindeki sıradan yurttaşın da bilgi sahibi olmasını bir ilke olarak kabul eden...
Kent rantlarına kişisel olarak el koymak isteyenlerle lüks restoranlarda baş başa yemek yiyen belediye başkanları olduğunu, taraflar kavga ettiğinde öğrenmek istemiyorsak, kentimizi kimin, nasıl yöneteceğine karar vermek için harekete geçmemiz gerekiyor. Parti yönetimlerinin de bilmesi gerekiyor ki, başta Ankara, İzmir, İstanbul, Diyarbakır olmak üzere, kentlerimizin daha fazla demokratik kurala ve halkın katılımını ilke haline getiren yönetimlere ihtiyacı var; ünlülere değil... Sahi, İzmir’in ihtiyacı Hülya Koçyiğit mi; düşünmeye değmez mi?
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy93545 = 'isikyukselk' + '@';
addy93545 = addy93545 + 'gmail' + '.' + 'com';
var addy_text93545 = 'isikyukselk' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';
( '' );
93545 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
(*) gazeteci-yazar
Alevihaber.com - 8 Eylül 2008