Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Hasan ve Eylem Zengin'in zorunlu din dersleriyle ilgili başvurusuna ilişkin 9 Ekim 2007 tarihinde aldığı karar, Danıştay 8. Dairesi'nin son birkaç gündür tartıştığım iki kararına büyük etki etmiş, hatta deyim yerindeyse 'yol göstericilik yapmış' gibi duruyor. O yüzden AİHM'nin bu kararına daha dikkatli biçimde yeniden bakmakta fayda var.
AİHM'nin zorunlu din dersi konusunda verdiği kapsamlı karara temel teşkil eden üç kavramdan birincisi çoğulculuk.
Başka yerlerde bunu söylemeye bile gerek yok ama Türkiye'de her seferinde hatırlatmak gerekiyor: Demokrasi demek çoğulculuk demektir, çoğulcu toplum demektir.
Yani, demokratik toplum, her konuda birden fazla görüşün, bakış açısının, siyasi duruşun olduğu toplumdur. Deyim yerindeyse 'milli bakış açısı'nın, 'milli duruş'un olmadığı, tam tersine olmasının yadırgandığı bir toplumdur. (Engin Ardıç usulü bir parantez açayım: Gel de bunu Türkiye'de anlat, adamın başına taş atarlar!)
Demokrasi sadece dar anlamıyla siyasete uygulanan kurallar bütünü de değildir. Gündelik hayatın her alanında demokrasi kültürünün bütün unsurlarına ihtiyaç vardır.
Demokratik bir toplumda devlet din eğitimi verecekse bunu çoğulculuğa uygun bir şekilde yapmalı. Mahkeme bunu söylüyor; çünkü Türkiye'nin ta 1954'te imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ek protokolleri bunu söylüyor.
Yani, esasen devletin din eğitimi vermesinin önünde bir engel yok. Yeter ki devlet bu eğitimi her isteyene kendi dini ve felsefi inancı doğrultusunda versin. Bunun anlamı din dersinin seçmeli olmasıdır. İsteyen seçer, istemeyen seçmez!
AİHM'nin kullandığı ikinci temel kavram nesnellik.
Bundan kasıt, demokratik bir toplumda, laik devletin kendi dininin olmaması, yani bütün din ve felsefi inançların karşısında eşit mesafede duran hakem rolü oynaması.
Siz, seçmeli olmayan din dersinde sadece bir dini, onun da bir özel versiyonunu öğretmekten başka bir şey yapmazsanız, nesnel değil öznel olursunuz. (Bir parantez daha: Çoğumuz okulda 'nesnel' yerine 'objektif'i, 'öznel' yerine de 'subjektif'i öğrendik, bu da Türk usulü 'muhafazakâr'lığın bizlere bir cilvesiydi.)
Hele hele o din dersinde bazı inanışları küçümseyen, kötüleyen veya küçük gören ('İslam dünyaya inmiş son, dolayısıyla en mükemmel dindir') cümleler yazarsanız nesnellikten iyice uzaklaşmış olursunuz.
AİHM'nin üçüncü temel kavramı 'eleştirel bakış.'
Mahkeme kararından minik bir alıntı: "Mahkemenin demokratik bir toplumun eğitimde çoğulculuğu benimsemesinin, öğrencilerin dini konular hakkında düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğü çerçevesinde eleştirel bir bakış oluşturmalarını sağlayabileceği kanaatinde olduğu..."
Esasında demokratik, yani çoğulcu bir toplumda, devletin nesnelliği de sağlandığında, neredeyse otomatik olarak öğrencilerin 'eleştirel bir bakış oluşturmaları' da sağlanır.
Ama bizde 'muhafazakâr'larımızın en ama en istemediği şey, toplumun eleştirel bakışa sahip bireylerden oluşmasıdır.
Dün de yazmaya çalıştım, amaç 'özgür birey'e ulaşmaktır. 'Özgür birey' her bakımdan eleştirel akla sahip bireydir.
Bizim muhafazakârlarımızın 'eleştirel'den anladıkları, biyoloji dersine 'rakip teori' uydurmacasıyla 'akıllı tasarım' denen zırvalığı da eklemekten ibaret. Neymiş, çocuklar 'alternatif teorileri de öğrensin'miş! Neresi teoriyse artık...
Son olarak cuma günü bir okurumdan aldığım mektuptan kısa bir alıntıyla bitireyim:
"Kızım 11 yaşında; 6. sınıfta ve din dersi kitabında, kendi yaşında bir kızın türbanlı resmi var. Bir küçücük kız çocuğu, yerlere kadar etekli, türbanlı, namaz kılıyor. Kızım tabii ki hemen din öğretmenine sormuş: Biz de mi böyle giyinmeliyiz öğretmenim? Sorunun cevabı nedir sizce? Türkiye'nin her yerinde, kızlar bu soruyu soruyor. Cevabı: Evet, evet, evet."
Nerde çoğulculuk, nerde nesnellik? Evinde eleştirel akıl yürütmeyi öğrenmiş, sorgulayan bir beyne verilen cevaba bakın. Okurum çok ama çok haklı.
İsmet Berkan
RADİKAL - 10 Mart 2008