Soner YALÇIN / Hürriyet
İkisinin de hayatında bir tarihin özel bir yeri var: 2 Temmuz. O gün; Metin Altıok’un da kaldığı Madımak Oteli’nin etrafı gözü dönmüş katillerce sarıldı. Yıllar sonra aynı gün; Füsun Akatlı vücudunu ölümcül bir virüsün sardığını öğrendi. İkisini de terör otelde buldu: Metin Altıok Madımak’ta öldü. Füsun Akatlı The Marmara’dan yaralı kurtuldu.
İşte iki aydının onurlu hayat hikâyesi…
Ne çok öldürdüler bizi.
On gündür Anadolu’dayım. 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde yavrularını kaybetmiş ailelerle görüşüyorum.
Bir sabah vakti haberini duyduk: Füsun Akatlı öldü.
Herkesin aklına hemen 2 Temmuz’da Madımak’ta yakılan aydınlarımızdan Metin Altıok geldi.
İstanbul’a döndüğüm gün koşarak Füsun Akatlı’nın evine gittim. Kızı Zeynep Altıok’la balkonda sohbet ettik.
“Ne tesadüf” dedim; “17 yıl önce tam bugün Metin Altıok’un evindeydim. Ölüm haberini alınca Ankara Dikmen’deki evine gitmiştim. Şimdi aynı tarihte buradayım.”
Zeynep Altıok bana inanılmaz bir başka rastlantıdan bahsetti:
“Biliyor musun anneme kanser teşhisi geçen yıl 2 Temmuz’da kondu!”
İşçi Partililer
Füsun Akatlı İstanbullu bir ailenin kızıydı. Kökeni Rumeli Yanyalı.
Büyükdedesi gazeteci-yazardı; “Lastik Sait.”
Abidin Dino’nun eşi Güzin, Füsun Akatlı’nın annesi Bihin’in kuzeni.
Bihin Hanım da yazar; yıllarca (Metin Toker’in) Akis dergisinde yazdı; CHP’nin kadın kollarında faaldi.
Akrabalar arasında Cumhuriyet tarihinin önemli felsefecilerinden Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken de vardı.
Füsun Akatlı bu “rol modeli”nden dolayı Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nü seçti.
Metin Altıok sınıf arkadaşıydı.
İzmir Bergamalı Metin Altıok ile İstanbullu Füsun Akatlı Ankara’da iki yakın arkadaş, dost ve sevgili oldular.
Prof. Nusret Hızır, Prof. Suut Kemal Yetkin gibi öğretmenleriyle çok sıcak ilişkileri vardı.
Bir de…
İkisi de Türkiye İşçi Partisi’ne mensuptu.
Mehmet Ali Aybar’ın “güler yüzlü sosyalizmine” inanıyorlardı.
Füsun Akatlı daha aktifti; partinin bilim kurulu gibi birimlerinde görev aldı.
Metin Altıok bohemdi; o yıllar
sürekli resim yaptı. Bir de kimselere göstermediği şiirler yazdı. Şair yönünü kendisi dışında bilen hiç kimse yoktu; şiirlerini kimselere göstermedi, herkes onu ressam bildi; Çetin Sipahi, Orhan Taylan, Fahir Aksoy gibi ressamlarla karma sergilere katıldı.
Füsun Akatlı üniversitede başarılı bir öğrenciydi; Prof. Suut Kemal Yetkin’in asistanı olarak çalışmaya başladı.
Füsun Akatlı ile Metin Altıok Ankara’da evlendi.
Tarih: 29 Temmuz 1966 idi.
3 ay hapis
1960’lı yıllar…
Füsun-Metin Altıok’un evleri hemen her gece yakın dostlarıyla doldu.
O evde yeni bir dünyanın düşleri kuruldu, edebiyat tartışmaları yapıldı ve türküler söylendi her gece.
Metin Altıok’un sesi çok güzeldi. İsteniyordu ki hep o söylesin. Ama Ruhi Su gelince hepsi susuyordu; çünkü onun sazı ve sesine hepsi hayrandı.
Ve hepsi harıl harıl kitap yazdı, kitap çevirdi, kitap bastı.
Füsun Akatlı hamileydi. O haliyle “Marksizm ve Gerilla Savaşı” kitabını çevirdi.
Ancak kitap nedeniyle cezaevine girme olasılığı da vardı. Bebeği doğmak üzereydi.
Karar verildi; kitaba çevirmen olarak Metin Altıok’un adı kondu.
Korktukları başlarına gelmedi; ancak…
Süleyman Altıok İzmir’de matbaa emekçisiydi. Milliyet gazetesinin klasik romanlarını dizerek okumaya merak sarmıştı ve hayatta tek isteği oğlu Metin Altıok’u okutmaktı.
İsteğini gerçekleştirdi, oğlunu okuttu.
“Oğlunun çevirdiği” kitabı İzmir’de herkese göstererek övündü.
Fakat…
Korkulan Ankara’da değil İzmir’de oldu; Süleyman Altıok “yasak yayın bulundurmak ve yasadışı örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla 3 ay cezaevinde yattı.
O zorlu günlerinde ona en büyük hediye Ankara’dan geldi:
Boşandılar
1970’lı yıllar…
Naifliğin yerini sertliğin aldığı bir dönem.
Füsun Akatlı, Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde doçent idi.
Hocası İonna Kuçuradi’ydi. En yakın arkadaşı aynı bölümde birlikte çalıştığı Bilge Karasu.
Akademik çalışmaları yanında edebiyatla yakından ilgiliydi. Denemeler yazdı, eleştiriler yaptı, kitaplar çıkardı.
Metin Altıok da o süreçte kabından çıktı; ilk şiir kitabını 1976’da “Gezgin” adıyla gün yüzüne çıkardı. Behçet Necatigil’in söylediği gibi, “ilk kitabıyla şair oldu.”
Türkiye’nin inişli çıkışlı yılları Ankara’daki evi de etkiledi.
İki sanatçının zorlu üretimleri, yaşam biçimleri evde sorun çıkarmaya başladı. Gelgitler yaşandı. Sonunda Füsun Akatlı-Metin Altıok 1979’da ayrıldı.
Metin Altıok Ankara’ya küstü. Çalıştığı Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nden ayrıldı. 1 yıl İzmir’de yaşadı. Sonra Anadolu’da öğretmenlik yapmak istedi; Bingöl Lisesi Felsefe öğretmenliğine atandı.
Yeni bir hayat
1980’li yıllar…
Herkesin dört bir yana savrulduğu dönem.
Füsun Akatlı ve Metin Altıok rüzgara kapılmadılar; siyasal düşüncelerinden taviz vermediler. Hala “güler yüzlü sosyalizme” inanıyorlardı.
Füsun Akatlı da Ankara’da fazla kalmadı; 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Hacettepe Üniversitesi’ndeki görevinden istifa edip İstanbul’a gitti.
Metin Altıok, 8 yıl Bitlis’te kaldı. Sonra Karaman İmam Hatip Lisesi’ne gönderildi.
İlkokul öğretmeni Nebahat Hanım’la evlendi.
Füsun Akatlı İstanbul’da reklam yazarlığına başladı; Man Ajans’ta, Ajans Ada’da çalıştı.
1991 yılı ikisinin de hayatını yeniden değiştirdi.
Metin Altıok İmam Hatip’deki öğrenim hayatına fazla dayanamadı, emekliliğini istedi. Ankara’ya döndü.
Füsun Akatlı reklamcılığı bıraktı, Gencay Gürün’ün davetiyle Şehir Tiyatroları’nda çalışmaya başladı.
Sonra Yeditepe Üniversitesi ve ardından Doğuş Üniversitesi’nde görev yaptı. Akademik kariyerini tamamladı; profesör oldu. Hep çalıştı; edebiyat-tiyatro ödüllerinde jüri üyeliği yaptı. Aralarında Ankara Kız Lisesi’nden sınıf arkadaşı Şirin Tekeli’nin de bulunduğu aydınlarla birlikte “Kadın Eserleri Kütüphanesi”ni kurdu.
Metin Altıok 1993’te Aydınlık gazetesinde köşe yazarlığına başladı.
Füsun Akatlı 2 Temmuz’daki vahşeti arkadaşı Orhan Alkaya’dan öğrendi. Sadece eski eşini, ya da kızının babasını değil; aynı zamanda bir dostunu, büyük bir şairi kaybetti.
Ve bu olaydan 1,5 yıl sonra…
The Marmara olayı
Tarih 30 Aralık 1994.
Füsun Akatlı arkadaşları Tilbe Saran, Nergis Çorakçı, Bensu Orhunöz ile Taksim’deki The Marmara’da kahve içiyordu. Biraz ötelerinde Onat Kutlar genç bir kızla (Yasemin Cebenoyan) ayrı bir masada sohbet ediyordu.
Füsun Akatlı, Onat Kutlar’a el salladı. Birazdan geleceğini söyledi.
Ve o anda…
Birdenbire…
Büyük bir patlama oldu…
Onat Kutlar ve Yasemin Cebenoyan öldü.
Füsun Akatlı yaralı kurtuldu.
Kolu kırık Füsun Akatlı yerde kanlar içinde yatan gencecik Yasemin’e yardım etmek istedi ama gücü yetmedi. Bağırdı ama sesi çıkmadı.
Zeynep Altıok o gün otelde annesiyle buluşacaktı. Kalabalığı, gazetecileri görünce “herhalde bir kutlama var, paparazziler onu çekiyor” diye düşündü. Olayı, kendisinin de şaşıracağı bir soğukkanlılıkla öğrendi. Çünkü şöyle düşündü, “Babamı olmadık bir şekilde kaybettim, annemi de herhalde öyle kaybedecek değilim!”
Zeynep Altıok’la evin balkonunda bunları konuşurken, içimden hep bir sözü tekrarlayıp durdum:
Bizi ne çok öldürdüler.
ZEYNEP ALTIOK’UN KALEMİNDEN
Annem FÜSUN AKATLI
FÜSUN Akatlı bana göre başlı başına bir eserdir.
Onu yetiştirenlerin izinde kendi mayasını ince ince işlemiş, onurlu bir ömrü giyinmiş, içi sırça kırılganlığında bir demir leblebi. Böyle demem yanıltmasın sizi. O duruşuyla, ahlakı ile, doğru bildiğinden ödün vermezliği ile, birikimi ile demir leblebidir ama içindeki çocukla yaşar.
Hayatı mizahın gücü ile süsler. Sıcaktır, sevecendir, en önemlisi komiktir. İnsanlara dinginliği ve sakinliği ile güven verirken, keskin zekası ve zihin atlamaları ile eğlendirmeyi de bilir.
Dinleyen, dinleten, ışıyandır.
Felsefenin sıkıcı değil eğlenceli olabileceğini göstermek ister. Bu yüzdendir ki, “felsefe gözlüğüyle edebiyat”ın peşinden gider.
Zamanı yaşatmak ve zamana direnmek için yazar.
Bozulana, kirlenene karşı direnen, dili, yazıyı içselleştirmiş, yeni nesiller yetiştirmek için tüm birikimini öğrencilerinin eğitimine yatırmış bir akademisyendir.
Karanlıklardan aydınlıklara çıkmak için kendi gibi mütevazı bir “sis lambası” diyebiliriz ona. Asla gösterişli değil ama alabildiğine parlak ve sıcak.
“Tenha yolun ortasında, kolu kanadı kırık alabildiğine şaşkın, alabildiğine yılgın ve bütün vazgeçmelere teşne” bulur kendini. Vazgeçmez. Değişen zamana; değişen, özünü unutan dostlara, haksızlıklara sığlıklara direnir. “Zamansız yazılar”la kimi zaman dil için, kimi zaman ülkesi için kimi zaman da çok ama çok önemsediği kültür için çare arar. İz bırakır. “Acıyla, sevgiyle, kahramanca”, inandığı değerler uğruna, kendi için değil, insanlık için, emekçiler için, öğrencileri için, kızı için, düşünenler için savaşır.
“Aklın gücüne inanan bir anneyi, sevginin gücüyle yaşatan çok değerli kızıma…” demiş bir kitabını imzalarken bana.
“Keşke sana bırakacak başka şeylerim de olsaydı. Ama biliyor musun, bu kitap denen şeyler de kimi insanların hayatıdır”.
Bomboş bir sayfadan dopdolu bir “edebiyat defteri” çıkarmak isteyen, bir birey yaratmak için ödün vermeden didinen bir anneden daha değerli kim olabilir? O defteri bana işlediğin, “satırbaşlarının düzenini bozmadan kenar süsleri ile yaşamıma anlam kattığın” için sana çok teşekkür ederim anneciğim. Umarım seni hiç mahçup etmem. Sana layık bir evlat olmak için daha gidecek çok yol var. “Kültürsüzlüğün kışı”nda üşüyen yüreğimi dindirmek için “rüzgara karşı felsefe”nin ışığında “düşünce ufkuna pupa yelken” o zaman!
Babam Metin ALTIOK
70’li yıllarda Ankara’da geçti çocukluğum. .
Babamla yürüyüşlerimizin uzun molalarını alırdık. Çankaya’daki evimizden çıkar Botanik bahçesine yürür ve mutlaka ben çok seviyorum diye yolu biraz uzatır, “vapur ev”in önünden geçer öyle dönerdik. Yol boyunca mevsime göre sonbahar yaprakları ya da akşamsefası tohumları toplardık. Benim her zaman çok maharetli babam aslanağızlarının ağızlarını açabilir, avucunda pisipisi yürütebilirdi. Hem de istediği yöne! Topladığımız çiçekleri kurutur sonra beyaz bir kağıdın üzerine yapıştırır çevresini de jelatin ile sarardık. Ya da sonbahar yapraklarını uhu ile birleştirir sehpamıza örtü yapardık.
Babam yemek yapmayı çok severdi. Pek iştahlı bir çocuk olmadığım için de her yaşımda ayrı özellikli yemeklerim olurdu. En sevdiğimse, mantı makarna. Kendisinden çok ritüelini severdim. Bir tencere, bir tepsi yoğurulmuş kıyma, ve bir paket mantı makarna ile yere gazeteler serer otururduk. Sonra babam minik kıyma parçalarını makarnanın kulaklarından çok az taşana kadar doldurur, ben de tencereye dizerim. Yemesi kadar zevklidir.
Egeliyiz biz. İzmirli. Ankara’nın yeri ayrı olsa da İzmir’liliğim benim gurur kaynağımdır. İzmir bana sorarsanız yaşama sevgisidir. İmbattır, yosun kokusudur, zeytinyağıdır, balkonda yaşamaktır, yasemindir, buzlu bademdir, süslü atları olan bir faytondur ve aslında oya işli fıkır fıkır bir ruhtur.
İzmir’de Bostanlı’dan çıkar Karşıyaka’ya inmek için otobüs beklerdik. Bir oyunumuz vardı: Babam bir sigara yakar ve “Sigaram bittiğinde otobüs gelecek!” derdi. Nasıl olurdu bilmiyorum, ama otobüs hep o sigara bittiğinde geldi.
Karşıyaka’ya indiğimizde doğruca Sakıp Ağa’nın yerine gider buz gibi köpüklü bir ayran içerdik. Midye dolma yemeden dönmezdik. Dedeme gittiğimizde ise Hatay’daki evimizden aşağıya merdivenli yokuşlu yollardan iner, eski Rum evlerinin birbirinden güzel metal tokmaklarına baka baka - ki bazen güzel ve zarif bir el bazen kanatlarını açmış bir martı şeklinde olurlar – Güzelyalı’ya inerdik. Sahilde şimdi artık adını hatırlamadığım lokantamıza gider, deniz üstü terasta oturur sohbet ederdik. Ahçımız benim için salatanın ortasına domates kabuğundan güzel mi güzel bir gül oturturdu hep. Bayılırdım.
Pasaport’a gider, balık halinde dolaşır, tek tek balıklara böceklere bakar ve aksam için nevalemizi alır, kıyıdaki kahvelerden birinde adaçayı içer eve öyle dönerdik. Rakı sofrasını kurmaya…
Kedilerimiz hiç eksik olmadı bizim. ..
Ankara’da Berduş’umuz. Çocukları İdris’imiz Nigar’ımız. İzmir’de Mercan’ımız, Arap’ımız. Arap Bostanlı’daki evin balkonunun altına gelir bekler akşam saatinde . Biz yukardan sepet sarkıtırız – aslında bu sepet genelde akşam saatlerinde gelen seyyar turşucumuz, bakkal ya da gevrekçi içindir- Arap içine atlar “asansörle” yukarı gelir, ciğerini yer, karnı doyar, sevilir, paklanır, aynı yoldan geri gider.
Ankara’da bir dönem Bestekâr Sokak’taki terasımızda iki civciv yetiştirdik biz. Babam Ulus’tan bana almıştı. Küçükken çok güzel olan o ikisi büyüyünce evde tutamaz olduk. Ne çok ağladım artlarından…
Neyse varsın bu yazı da böyle, şuradan buradan, imbat tadında anılardan oluşsun.
Bir mektup yazsam;
Sayın 2 Temmuz 1993
Ne olur hiç gelme
Desem acaba gider mi?
…Ve ben sadece civcivlerime ağlasam.
Soner YALÇIN
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy2769 = 'sonery' + '@';
addy2769 = addy2769 + 'hurriyet' + '.' + 'com' + '.' + 'tr';
var addy_text2769 = 'sonery' + '@' + 'hurriyet' + '.' + 'com' + '.' + 'tr';
( '' );
2769 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
HÜRRİYET - 11 Temmuz 2010