ARTI GERÇEK – Etkileyici sesi ile Türk Halk Müziği için yaptığı çağdaş düzenlemelerle, eserlerin ruhunu bozmadan günümüze taşıyan Hüseyin Turan, çok esprili, güler yüzlü ve kendisiyle dalga geçebilen biri... Onunla ilk kez karşı karşıya gelmemize rağmen sıcak ve samimi bir söyleşi olmasına çok yardımcı oldu, bu da kendisi hakkında yazılan bütün olumlu yorumların doğru olduğunu gösteriyor. Çoğu kişinin yazdığı gibi yumuşacık, huzur dolu ve sakin bir yapısı var. Ülkede olan biten her şeye çok duyarlı. Verdiği bir röportaja göre barış isteyenlerin "hain" diye yaftalanmasından ve siz-biz söylemlerinden çok rahatsız. En son geçen hafta bahar şenliklerini yasaklayan rektörlerine direnen ODTÜ’lü öğrencilerden desteğini esirgememişti.
Öyle klasik hikâyelerdeki gibi müzik dolu bir evde büyümemiş ama dünyayı ilk algılamaya başladığı andan itibaren onda müzik hep varmış. Okulda öğretilen solfej eğitimiyle, notaları ezberleyerek başlamış bağlamaya; üstelik tamir ettirdiği kırık bir bağlamayla kendi kendine öğrenerek... İtalyan aileleri gibi çok kalabalık, 10 nüfuslu bir ailede, Erzincan’da doğmuş ama 7 yaşında İzmir’e taşındıkları için kent kültürüyle büyümüş; buna rağmen Halk Müziği’nden hiç vazgeçmemiş. Halk Müziği’ni bir hayat duruşu, bir tavır, aynı zamanda barış için bir reçete olarak görüyor. Babası hayat gailesinden dolayı sanat konusunda kendisine pek yardımcı olamamış ama eli ayağı düzgün ilk bağlamasını ona hediye ettiğinde, bütün babalık görevini yerine getirdiğini düşünüyor. İlk bağlamasına uzağı görebilmesinden dolayı taktığı isim ise; Şahin… 22 yılını geçirdiği İzmir’in hayatındaki etkisi çok büyük; İzmirli çok güzel bir kızla evlenmiş önce, sonra da kızının ismini Leyla İzmir koymuş. Kızına öyle düşkün bir baba ki, kızı doğduğunda ayak izini bileğine dövme yaptırmış.
Üniversitede ise boşta kalmamak için yazdığı muhasebe bölümünde okumuş ama sonra konservatuvara geçmiş; bu yüzden muhasebe işlerini üniversiteden bir sınıf arkadaşı yapıyor. Konservatuvarda enstrüman olarak ‘tar’ı seçmesinde anarşist ruhunun büyük etkisi var. Konservatuvarın 2’inci yılında Grup Laçin’i kurduğunda zaten profesyonel olarak bir mekânda müzik yapıyormuş. Hep aklında olduğu için, 6 yıl birlikte yürüdüğü arkadaşlarından solo albüm yapmak için ayrılması pek de sürpriz olmamış. Geçen yıl dijital platformdan çıkardığı dört parçadan oluşan Türe isimli albümünde aşık kültürüne saygı duruşunda bulunuyor. Türe’nin anlamı adalet olduğu ve bu döneme bir gönderme yapmak istediği için bu ismi koymuş. Bu yıl ek olarak belki bir albüm daha yapacak. Belki.
Bağlama çalan insanların kötü olması imkânsızmış gibi geliyor bana. Solcu, insana ve aşka aşık, biraz naif ve mücadeleci olurlarmış gibi… Bağlamanın öyle bir enerjisi var sanki.
(Gülümsüyor) İlla ki her bağlama çalan iyi insandır diye bir şey yok ama kötü de olsa, eline o enstrümanı aldığında iyi olmak zorunda. İyiliği getiren o zaten. Biz bu piyasada bunu çok gördük; bağlamayı elinden al, ortada adam kalmıyor. O yüzden enstrüman insanı iyileştiren, iyilik aşılayan bir şey.
‘Otomatik Portakal’ filminde sadist birinin klasik müzikle beyni yıkanıyordu ve adam her o müziği duyduğunda bir daha kötülük yapamayacak hale gelmişti. Faşist birinin eline bağlama verseniz mesela ya da devamlı bağlama dinletseniz düzelir mi acaba?
(Gülüyor) Tabii ki. Bir kere o ortamdan etkilenir. İnsanın bir biyokimyası var sonuçta, herhangi bir müzikte o kimya harekete geçiyor. Zaten sizi iyileştirmek için beden her türlü çalışmaya başlıyor. Hele ki enstrümanı elinize aldığınızda bu sistem daha da kuvvetli işliyor. Müziğin insan üzerindeki etkilerini grafiklerle gösteren bir çalışma yapılmış; endorfin salgılıyorsunuz, dopamin, serotonin salgılıyorsunuz. Bunlar da insanın iyilik hali için gereken temel şeyler. Bilimsel bir çalışma bu. Müzik sevgiyi açığa çıkaran bir şey, bağlama bunu daha da kuvvetli bir şekilde deneyimlemenizi sağlıyor. Zaten sanatla uğraşan insanın kötü olma gibi bir lüksü olamaz çünkü bu dünyadaki varlığınızı iyi bir şeyle ifade etmeye çalışıyorsunuz. Sanat kötülüğü ifade edebilir ama onu açığa çıkarması mümkün değil!
Sanatçının kötü olması mümkün değildir diyorsunuz ama Picasso kadınlara hep kötü davranmış, Chaplin de hayatındaki kadınlara şiddet uygulamış mesela.
Adam yok belki ortada, ama oraya bulaştığı anda bir iyilik hali oluyor ve sanatıyla bu ortaya çıkıyor belki de. Özel hayatında olmasa da iyi enerji saçma gibi bir misyonu oluyor.
Sanat vicdan gibi bir şey mi yani?
Tabii ki. Daha doğrusu vicdanı harekete geçiren bir şey. Ama bu dünyadaki insanların hepsinde aynı etkiyi yapar diyemeyiz. Öyle insanlar var ki sizin dediğiniz gibi belki de sanat yapmasalar daha büyük bir kötülüğe sebep olacaklar. Onları yavaşlatan, bir anlamda durduran bir şey.
Mesela en son Kılıçdaroğlu, Ozan Arif’den övgüyle bahsettiği için bazı sanatçıların ve Alevi kesimin çok tepkisini almıştı. O da bağlama çalardı ama Malatya katliamını desteklemiş, Hrant Dink’in katiline de güzelleme yazmıştı.
İnsanın katledilmesini destekleyenlere sanatçı diyemeyiz bence. Sanatçı insan hayatının değerini bilendir, öldürmeye karşıdır. Sanat doğası gereği sağ değildir zaten, sağcılığı kesinlikle barındırmaz. Sağcı olduğunu ifade edip de çok güzel eserler ortaya çıkaran adam, sanatı bilmiyor bence. Sanat solcu da değildir belki ama bir iyilik ve vicdan hali vardır. Sol söylemlerde de bunu görürsünüz ama sağın sanatı olamaz, diyalektiğe ters bir kere. Cumhurbaşkanının kültür sanatta ilerleyemediğimiz ile ilgili bir açıklaması vardı, sebebi budur işte.
Yıllar evvel ‘bize kültür sanattan anlamazsınız dediler’ diye bir açıklaması da vardı.
Bu onların düşüncesi, biz öyle bir şey hiçbir zaman düşünmedik. Hiçbir zaman yargılamadık.
Klasik soruyu sorayım o zaman; sanat, sanat için mi toplum için mi vardır?
Sanat dediğiniz olguda çok farklı duygular vardır ama bir yere yamanması, bir yere yandaşlığı yoktur. Dolayısıyla önce kendisi için vardır sanat. Ortaya çıkana kadar önce kendisi içindir. Şekillenmesi bittiğinde onun toplumla paylaşılma ihtiyacı mutlaka vardır ve oraya çıktığı andan itibaren de sanat toplum içindir artık. Bunu herkes bilmez aslında, ama son birkaç yıldır bir şeyler çiziyorum, öyle bir şey içimde varmış; soyut çalışmalar yapıyorum. Ama bunları insanlarla paylaşmalıyım gibi bir düşüncem yok. Bu yüzden şimdilik sanatı sanat için yapıyorum. (Gülüyor)
Sanat bir duyudan diğer duyuya atlayabiliyor demek ki. Müzik dışında bu da sizi iyileştiren bir şey herhalde.
Gerçekten öyle. Alıyorum kalemi elime, iki saatlik bir arınma yaşıyorum. Bu bir serüven, kalem beni nereye götürürse artık. Suya ilk girdiğinizde yüzmeyi bilmezsiniz, batmadan nasıl suyun üstünde kalacağınıza bakarsınız. Sanat da böyle bir şey. İçine girdiğinizde büyük bir derya. Aslında bu işin mutlak bir tanımı yok, içine girince görüyorsunuz.
Peki, herkes sanat yapabilir mi?
Bence herkesin içinde var aslında. Ben bir şarkı söylediğimde, karşı tarafta birtakım duygular harekete geçiyorsa, sebebi onda da o sanat duygusu olduğu içindir. Her insanda bir sanat yapma ve sanatçı olma potansiyeli vardır, önemli olan bunu bir şekilde ortaya çıkarabilmek. İzleyiciler de sanatın içine dahildir. En az sanatı üreten kadar önemlidir izleyici de. İkisi bir bütündür. Biri olmadan diğeri olamaz.
Ama bunun için sanatı anlamak gerekmez mi?
Sanatı algılamak daha önemli çünkü algıladıkça anlamaya başlarsınız. Bir dinleyici, bir okuyucu, bir tablo izleyici onlara verilmek istenen duyguyu algılamaya başladıkları andan itibaren iyi bir sanat takipçisi olabiliyor. Ama bu illa ki sanatçının kendisini anlamalarını gerektirmez. Benim anlattığım gibi anlarsa ne mutlu ama en güzeli izleyenin de kendi istediği gibi, sanatçıdan bağımsız, özgürce alabilmesidir dinlediğini, gördüğünü, okuduğunu. Orada sanatın esnekliği ortaya çıkıyor. Binlerce anlama dağılabiliyor yaptıklarınız.
Peki, sanatçı için anlaşılmak önemli mi?
Elbette önemli, ama bu ben bir şey yaptım ‘beni anlamadılar’ gibi bir şey değil. Popüler kültür diye bir şey var sonuçta. Ben iyi bir şey yaptığımın farkındaysam, insanların bunu anlayabilmesi için katetmeleri gereken bir yol var, o yolu katettiklerinde bunu anlayacaklardır. Buna eminim. Bu benim çok deneyimlediğim bir şey.
Kızınız İzmir de sanatla ilgili mi?
Tiyatrodan müziğe kadar sanatın bütün kollarıyla ilgili. Ama sanatın içinde doğmuş olmasının büyük bir etkisi vardır tabii. Önünde örnekler var; babası müzikle ilgileniyor, resim yapıyor, annesi çağdaş tasarımlarla ilgili çalışmalar yapıyor, ikimizden de ayrı etkileniyor. 2 yaşından beri tiyatroya gidiyordu şimdi Şehir Tiyatroları’ndan da eğitim almaya başladı. Keman ve piyano çalıyor. Dolayısıyla gördüğü bir şey olduğu için ona doğal ve normal geliyor sanat.
Siz kendi kendinizi yetiştirmişsiniz ama kızınız bu anlamda çok şanslı.
E, ben el yordamıyla buldum ama bütün imkânları kızımın önüne koyuyorum ki ileride ne seçmek istiyorsa onu yapsın. Bunların hiçbirini de seçmeyebilir. Ama en azından seçenekleri olacak. Babam belki bunları bana sunmadı ama o kırık bağlamadan sonra bana eli ayağı düzgün olan ilk bağlamamı alması benim için çok önemlidir. Bütün babalık görevini orada yerine getirmiştir bana göre.
Bağlamalarınıza isim koyar mısınız?
(Gülüyor) Eskiden koyardım ama şimdi o kadar çok enstrüman var ki hangi birine isim koyayım?
İlkinin ismi vardır ama…
(Düşünüyor) Tam hatırlayamıyorum ama Şahin’di sanırım.
Nedense sağcı bir isim gibi geldi bana.
O yaşta ne sağcılığı! (Gülüyor) Uzağı görebilmesinden dolayı takmıştım bu ismi.
MÜZİKTEKİ YOZLAŞMANIN ÖNÜNÜ AÇAN DA ‘BANDIRA BANDIRA YE BENİ’ ŞARKISIDIR
Konservatuvara girdiğinizde bağlamayı seçmemişsiniz gerçi.
Evet, tar seçtim. Tarzenim aslında.
İnsan neden tar gibi bir enstrüman seçer? Akla ilk gelecek enstrümanlardan değil.
Hem değişik bir şey çalmak istedim hem de Azeri müzikle çok ilgileniyordum. Değişik bir şey istiyordum çünkü bende böyle bir şey var, ortaokuldayken herkes İngilizce seçmişti, ben Fransızca.
Biraz anarşistsiniz yani.
(Gülüyor) Evet, öyle anarşist bir tarafım da var.
Tarın en büyük özelliği nedir?
En büyük özelliği göğüste çalınıyor. Büyükbaş hayvanların yürek zarından yapılıyor ön kısmı, hayvanların boynuzundaki keratin maddesinden elde edilen sert bir tür mızrapla çalınır.
Hayvanın yürek zarını al ve enstrüman yap… İnsan böyle bir şeyi nasıl düşünebiliyor acaba?
Evrimleşmiş olduğu için. Bütün enstrümanlar da evrim sürecinde hâlâ. Evrimini tamamlayan tek enstrüman piyanodur bence. Onun dışındakiler hâlâ evrim sürecindeler. Avcı, toplayıcı toplumlardaki o ilk üretim ilişkisinden doğmuştur sanat; enstrümanların ilk atası ok ve yaydır bence. Giderek o yaydaki tel, birkaç tel şeklini alıp günümüzdeki enstrümanları oluşturmuştur bana göre.
Kendi kurduğunuz Grup Laçin’den ayrılıp tek başınıza yol almaya karar vermek büyük cesaret aslında.
Ben hiçbir zaman bir gruba ait hissetmedim kendimi zaten, öyle bir karakterim yok. 6 yılımız birlikte geçse de öyle ya da böyle ayrılarak, tek başıma bir şeyler yapacağımı biliyordum hep. Bir birey olarak dünyaya bakışım, sanat anlayışım farklıydı ve bunu ortaya koymalıydım. Gruplarda hep her kafadan ayrı bir ses çıkar, onu yönetmek çok zordur. O yüzden de belli bir yerden sonra ‘hadi bana eyvallah’ dedim. Ama ben kurdum o grubu ve o bir emek, onun hâlâ devam ediyor olması aslında çok doğru bir şey yaptığımın göstergesidir.
Zaman da doğru bir zamandı. Bana göre 80’ler en kötü modanın ama en iyi müziğin dönemidir.
(Gülüyor) Kesinlikle. 90’larda ise popüler kültürün ilk yozlaşma ayakları başladı. O süreci çok iyi biliyorum. Mesela eski aranjmanlara baktığınızda, şarkı sözleri çok güzel ve elle tutulurdur. Onlardan sonra ‘Bandıra bandıra ye beni’ler çıktı. Hatta bu yozlaşmanın önünü açan da Yonca Evcimik’in yaptığı o şarkıdır. Müzikte birçok şeyi zehirlemiştir. Bir gün de çıkıp öz eleştiri yapmamıştır, o yüzden de kınıyorum.
Ama karşılık da buldu. Çocuklar falan çok sevmişti.
Buldu ama bu iş böyledir. Çocuklara iyi şeyler vermek varken onların duygularını sömürüyorsunuz. Bu bir istismardır aslında. Ondan sonra gitgide insanların zaafları kullanılarak daha da kötü hale geldi yozlaşma. Ben niye halk türkülerinden vazgeçmedim acaba? Bilmiyor muydum onu yapmayı ben de ama o yola girmeyi hiçbir zaman istemedim çünkü bahsettiğim o vicdan dediğim şey devreye giriyor. Sanatçı asla böyle bir yozlaşmaya alet olmamalı.
Zaten bu konuda "Türkülere ihanet edecek bir hayat yaşamadım hiç" demişsiniz.
Orada buldum kendimi çünkü, ilk onlarla şekillendim. Benim de ara ara albümlere koyduğum çalışmalarım var ama türkülerden asla vazgeçmem. TRT’de hazırlayıp sunduğum programlarda da türküleri anlatırdık hep.
TRT BENİM DE KURUMUM KARDEŞİM, SEN BANA NASIL GELME DERSİN?
Ama o kadar emek vermenize rağmen siz de yasaklandınız o kurumda.
Beni de o kara listeye aldılar. TRT benim çok önem verdiğim, çok değerli bulduğum bir kurum. Hepimiz TRT’nin programlarıyla büyüdük. Bütün sanatçıların orada olabilmek için gayret gösterdiği bir kurumdu. Ama öyle bir yere gelip tıkandı ki tamamen iktidara bağımlı, iktidarda kim varsa onun borazanını öttüren bir yapı oluştu. Bu konuda çok şey yaşamama rağmen hiçbir yere çıkıp bir şey anlatmadım, kuruma duyduğum saygı yüzünden. Çok alçakça davranışlarla karşılaştık. Arkamızdan bir sürü dedikodular yapıldı, yalanlar söylendi. Fettullahçılara biz zaten FETÖ diyorduk, onlar demeden çok daha evvel. Böyle bir yapılanmanın içeriye sızması, yandaşların alınması gibi bir sürü problemler vardı zaten. Ama benimle sorun yaşayan adamların hepsinin de ipliği pazara çıktı sonradan, bunu bile açıklamadım. Yine de açıklamam, çocukluğumun TRT ile geçen günlerinin ve o logonun hatırına bu iş bende kalacak.
Peki, hatırlatalım; neden yasaklanmıştınız?
İçlerinde kötülük var çünkü. O dönem bir program yapıyorduk ve programın gazeteci olduğunu iddia eden genel koordinatörü ile bir sorun yaşadık. Bir kimlik olarak ona fikrimi söyleyince onların gözünde ‘bu bizden değilmiş’ oldum. O güne kadar kurumda ne propaganda yaptık ne de kimseye dünya görüşümüzü aşılamaya kalktık. Ben halk türküleri söylüyordum sadece. (Gülümsüyor) Biz de bir türkü söyledik, içleri fesat olduğu için yasaklandım. Kaldıramadılar bunu. Sadece kendi yandaşları olsun istediler ve şimdi ne hale geldiklerini görüyoruz. Sanata sahip çıkacak, partili olmayan ama herkese eşit uzaklıkta olan, her renge açık biri yönetmeli o kurumu çünkü hepimizin kurumu. En kızdığım şey oranın Cumhurbaşkanı'nın oğlunun arkadaşı tarafından yönetilmesi… Ne yetkinliği var? Bence hiçbir şekilde yok. Ben geçsem çok güzel yönetebilirim ama bize o fırsatı vermezler. (Gülüyor)
Kırıldınız mı bu kadar sevdiğiniz bir kurumun sizi yasaklamasına?
Kırıldım ayrı mesele ama işlerine gelince kaldırıyorlar o yasağı. Gelmeyince yine koyuyorlar. Neymiş efendim, Gezici’ymişim ben. Sana ne? Sana ben ‘AKP’lisin sen, benim konserime gelme, beni dinleme’ diyor muyum? Her yerden, kesimden insan benim konserime geliyor, ben onları nasıl ayırabilirim? Aklıma bile gelmez öyle bir şey çünkü bana ve inandığım değerlere yakışmaz. E, bu kurum benim de kurumum kardeşim, sen bana nasıl gelme dersin? Ben bu toprakların kültürü için bir şeyler yapıyorsam ve bu toprakların insanıysam, öyle bir şey deme hakkın yok bir kere, ben de seni bu anlamda tanımıyorum zaten.
Bu anlamda sanatçılar da bir ara bölündü ya, yok şuna röportaj verdi, yok bu mecraya verdi diye. Böyle bir yaklaşım da çok yanlış bana göre.
Şimdi söyleyeceğim cümleyi kurmaktan imtina ediyorum ve rahatsızım ama başka türlü anlatamayacağım; bizim taraftan hiç kimse ayrım yapmıyor, ben bundan çok eminim. Ayrım yapanlar karşı taraf. Ben bunun siz biz olmasından ve bu cümleyi bu şekilde kurmaktan bile çok rahatsızım. Onlar da biz de bu ülkenin evlatlarıyız, bunun farkına varmaları gerekiyor. Herkes aynı düşünürse hayat çok sıkıcı olur. (Gülüyor) Farklı düşünceler bu ülke için büyük bir şans gerçekten.
ŞU ANDA DÜNYADA BİZİM MELODİLERİMİZİN PEŞİNDELER; ADELE’İN AHMET KAYA’NIN ŞARKISINI KULLANMASI GİBİ…
Coğrafyanın ve iklimin müziğe etkisi var değil mi?
Tabii ki var ama salt onlara da yüklememek lazım. Bunun bir reçetesi yok ki! Ortaya çıkması gereken bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu özellikle halk kültüründe belirgin olan bir şey. Anadolu’da arasında 200 metre bulunan iki köyün yaptığı müzikte bile farklılıklar vardır. Çok renklilik o kadar güzel bir şey ki! Erzincan’la Erzurum arasında bulunan bir köyde bile farklı bir renk vardır. Şive aynı olsa da nağmeleri farklı oluyor. Daha yüksek bir rakımda oynanan halk oyununda ayrı bir karakter vardır, ovaya indiğinizde o kırılır. Hava koşulları da etkilidir bunda. Bu kullanılan enstrümanlara da yansır. Bizim amacımız da bu büyük zenginliği yansıtmak ve fark ettirmek. Bunların içinde sanat kaygısı taşımayan yüksek sanatın yapıldığı müthiş eserler var. Yüzyıllardan süzülüp gelen eserlerdir bunlar; bu bulunduğumuz ülkenin şah damarıdır aslında. Bu toplumda niye böyle bir çözülme, niye bir çürüme oldu? Çünkü şah damarına bir darbe oldu.
Müzikteki yozlaşmadan mı kaynaklandı bu?
Biz de dünya müziği dinlerdik ama halk kültürümüze ağız burun kırmıyorduk. Şimdiki gençlik ise bu kültüre ağız burun büküyor. Bu bir politikadır; bir ülkeyi yozlaştırmak istiyorsan kültüründen başlayacaksın. Halbuki sen kültürünü bilirsen evrenselliğin orada başlıyor aslında. İnsanlara evrensel olmanın dünyada okutulan dinlenilen şeylerle bir ilgisi olduğu söyleniyor ama öyle değil işte. Mesela senin Aşık Veysel’in tamamen bu topraklara özgü müziğini kitapsız söylemiş ve bizim en evrenselimizdir. Bunun gibi bir sürü örnek var.
Bu batılılaşma ile çağdaşlaşma arasındaki farkı gösteriyor aslında.
Tabii ki, aynen öyle. Sen yereli iyi bilirsen evrenselleşmenin adımını atmış oluyorsun zaten. Caz, blues gibi Amerikalıların yaptığı müzikler bütün dünyaya hâkim olmuş durumda, niye? Kendi yerel kültüründen beslendiği ve ona sahip çıktığı için… Ray Charles kilise müziklerinden etkilenip öyle şarkılar çıkartmış ki, o damardan devam etmiş çünkü. Müziğin evrensel bir dili olmasından kaynaklanıyor bu; Hristiyanlığın Müslümanlığın bir etkisi yok yani bunda. Ama bizde kendi kültürünü yadırgayıp, halk müziği aşağılıyor gençler, önce bu algının yıkılması lazım. İzmir’de büyümek bir kentli olmayı getirmesine rağmen ben asla bağlamadan vazgeçmedim.
Evrenselleşmememizin ardında bu coğrafyadan fışkıran kültürlere, dillere, müziğe sahip çıkılmaması yatıyor dediğiniz gibi; Kürtçe, Lazca diye şarkı dinlemeyen insanlar var çünkü.
Aynen. Hem çok zengin olup hem de burnunun ucunu görmeme durumu bu. Bunlardan bizde çok var deyip hedefe ulaşamaması bundan kaynaklanıyor. İki önemli şey vardır kültürlerde; ilki antik bulgulardır, nereye kazma vursanız bir medeniyet çıkıyor topraklarımızdan ama Bergama Müzesi Almanya’da… Şu anda dünyada şekillenen etnik müzik arayışları var ve bizim melodilerimizin peşindeler. Çok basit bir örnek olacak ama Adele’in Ahmet Kaya’nın şarkısını kullanması gibi.
Pulp Fiction filmindeki açılış müziğinin Zeki Müren’in söylediği bir şarkı olması gibi.
Aynen. Bunlar kendi değerimizi bilmemekten kaynaklanıyor hep. Okullarda bu anlamda başka şeyler öğretiliyor hep; halk müziği olarak da ‘Ankara’nın Bağları’ söyleniyor. Bu yüzden müzik de çocuklar da gelişimini sağlayamıyor. Ben kendimi halk müziği ile var etsem de dünyanın sunduğu hiçbir çeşitliliğe de kapalı değilim. O kadar çok farklı müzik dinliyorum ki!
Sağlıklı bir beynin her tür müziği dinlemesi gerekiyor bence.
Elbette. Ama bir dönem bu konuda totaliter bir anlayış hâkim oldu, halk müziği ile ilgilenenlere, türkü söyleyenlere ‘bu çoban müziği’ deniyordu.
Kıro deniyordu daha çok.
Evet ama işte sanat müziğinin bu kadar çok ilgi görmesini ve sevilmesini sağlayan da yine bizim içimizden halk müziğini icra eden arkadaşlarımızdır, bunu iddia ediyorum. (Gülüyor) Itri’lere, Dede Efendi’lere baktığımızda o melodiler hep Bizans’tan kalmadır. Bu topraklarda olduğu için günümüze kadar devam etmiş. Ama bu oradan gelme diye ben bunu dinlemem diye bir tavır olmaz. İçlerinde öyle güzel eserler var ki, nasıl dinlemezsin?
Sanat Müziği de kalmadı, yapılmıyor artık.
Eskiler var neyse ki onlara sarılıyoruz. (Gülüyor)
YOK ÖDENEK YOKMUŞ, BENCE İŞİN BAHANESİ BU, ODTÜ’NÜN GELENEĞİNİ BALTALAMAKTIR BU
Bu zenginliğe, bu çeşitliliğe sahip çıkılmamasının sebebi kendi geçmişimize de sahip çıkmamamız olabilir.
Ülke politikaları işte. Emperyalizm burayı da kuşatmış durumda. Aman diyor, özünü görmesin ki burayı yönetmem daha kolay olsun. Emperyalizme çanak tutanlar yüzünden şimdi bunu yaşıyoruz. Buna rağmen özünü korumak isteyen, geçmişine sahip çıkan pek çok gencimiz var. O damar hep olacak, o damar öyle bir yerden geliyor ki onun yıkılması zor. Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum, içsel olarak biliyorum ama kelimelere dökmem zor. Bu sadece müzikle ilgili değil, o kadar ezoterik bilgi var ki okumayı bileceksin.
ODTÜ, Boğaziçi gibi eğitim kurumları da bir damar; ne olursa olsun her şeye direnebiliyor.
Onlar da birer damar gerçekten; yüzlerce özel okul birer ticarethaneye dönüşmesine rağmen bu tip kurumlar geleceğimizi inşa eden kurumlardır. ODTÜ bu ülkenin bir ışığıdır ve oraya giren her öğrenci bu ışığın devamı olmak istiyor.
En son rektörün yasaklamasına rağmen ODTÜ’de bahar şenliklerinin yapılması için öğrencileri destekleyen sanatçılardan birisiniz.
ODTÜ’nün bir geleneği var ve ben ODTÜ’lü olmasam da bu geleneğin çok farkındayım ve ona duyarlıyım. Oraya atamayla gelen bir rektör var ve bunu anlayabileceğini de sanmıyorum. Orada ben ne dersem o olur işlemez. Öğrenciler kendi haklarını almak için örgütlendiler ve istediklerini aldılar, onlar adına mutluyum. Ama bunun bu kadar yayılması o kadar organik oldu ki! Örgütlesen belki bu kadar yayılmayabilirdi, sanatçı camiasından bir sürü insan da destek verdi kendiliğinden. Destek veren sanatçılar da o damarın, o geleneğin çok farkında oldukları için bu kadar yayıldı. Devrim Stadı’nda şenliklerini yapacaklar, gelenek bozulmadı. Yok ödenek yokmuş falan, bence işin bahanesi bu, ODTÜ’nün geleneğini baltalamaktır bu. Ben geleneğimi sürdürmek istiyorum, sana ne yani, değil mi?
Zaten çok zor bir eğitim sürecinden geçiyorlar ve finaller öncesi rahatlamalarına olanak sağlıyor bahar şenlikleri. Siz programınız çakıştığı için sahneye çıkamayacaksınız ama gençleri bu anlamda desteklemeniz de çok önemli.
Tabii ki. Ben olayı ilk duyduğumda hemen gitmek istedim ama maalesef tarihler uymadı. Gitmemek önemli değil zaten, yanlarında olduğumuz mesajını vermek önemliydi.
İSTANBUL’DA HAK YERİNİ BULDU AMA ONLARI İLK ELEŞTİREN YİNE BİZLER OLACAĞIZ.
Müzikteki manipülasyonların oyuncağı olmayan sanatçıların nasıl hayatta kaldığını merak ediyorum. Dinleyiciler de müziğe para vermek istemiyorlar artık.
(Gülümsüyor) Meslek Birlikleri var, Telif Hakları Yasası'nın çıkmasını bekliyoruz. O çıktığı zaman birtakım iyileşmeler olacak. CD bitmek üzere ve insanlar artık bu sektörde bir şey alıp tüketmiyor. Herkesin bir gücü var, dolayısıyla kimseye de bir şey diyemiyorum. Ama zamanla bu sistem oturacak, oturmazsa müzik piyasası hepten biter.
Bu kanunun şu ana kadar çıkmamış olması bile tuhaf. Aç insan sanat yapamaz çünkü.
Her sene o kadar yol katettik ama hep kabine değişti. Kültür Bakanlığı ile tam masaya oturacağız, hop kabine değişiyor. Haydi bir daha baştan al, yine oraya gel, bir daha kabine değişiyor. Şimdi herhalde yine kabine değişecek, yine ilerleyemeyeceğiz diye bir korkum var. (Gülüyor)
MESAM’da geçen yıl büyük çatışmalar yaşandı, durum nedir şimdi, sular duruldu mu?
Duruldu. (Gülüyor) Şu an bir sıkıntı yok, hak yerini buldu. Dört meslek birliği de uyumlu çalışmak için elinden geleni yapıyor.
Martın sonu bahar diyorlardı, sizce bahar geldi mi?
İklim olarak İstanbul’a henüz gelmedi, hâlâ hava çok soğuk. (Gülüyor) Ama baharı getiren duygu umuttur, hem çok tehlikeli bir duygudur hem de iyi hissettiren bir duygu; bu anlamda İstanbul’da hak yerini buldu diye düşünüyorum, bu sıcak kucaklayıcı üslubu özlemişiz, diğer ötekileştirici ve saldırgan üsluptan herkes bıktı. Ama koltuğu aldılar diye rahatlamak diye bir şey yok, kendilerini ilk eleştiren yine bizler olacağız sivil muhalefet olarak.
Kaynak: artigercek.com / Seren Vreskala