Hüseyin DEMİRTAŞ : Kınalı Kekliklerle Dede Kılıklı İmamlara Meydan Okuyorum

KINALI KEKLİKLERLE DEDE KILIKLI İMAMLARA MEYDAN OKUYORUM! Hüseyin DEMİRTAŞ

KINALI KEKLİKLERLE DEDE KILIKLI İMAMLARA MEYDAN OKUYORUM!

Hüseyin DEMİRTAŞ

Alevilerin Sesi Dergisi’nin Ekim ayında çıkan 109. sayısındaki “Aleviler Dede Kılıklı İmamları da mı Görecekti?” başlıklı yazım büyük yankı yarattı. Çoğunluğu övgü dolu olmak üzere çok sayıda elektronik posta, telefon ve mesaj aldım. Övgülere ancak teşekkür edebilirim ama yergi, eleştiri ve yer yer hakarete varan tepkilereyse cevap vermeden geçemeyeceğim.

En dikkati çeken eleştiri şu: “Senin başka işin yok mu? Taktın Aleviliğe ve durmadan kişilerle uğraşıyorsun ve onların hatalarından örnek veriyorsun. Daha genel şeyler yazsana sen!”

Hemen belirtelim ki, biz “Haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır” anlayışıyla hareket ediyoruz. Günün her saati, dakikası hatta saniyesi Aleviliğe ve Alevilere hakaret ediliyor; Alevilerin hakları çiğneniyor ve Alevilik kendinden başka her şeye benzetilmek isteniyorsa, biz orada susamayız. İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy Safahat’ında mealen der ki, “Biri dinime küfretse boğarım. Boğamazsın ki, hiç olmazsa yanımdan kovarım. Kovamaz isem de hiç olmazsa içimden kin duyarım.”

Bugün benim yazılarıma tepki gösterenler dinine (Aleviliğe) küfredenleri bırakın boğmayı veya yanından kovmayı, en azından bir kin bile duy(a)muyorlar. Öyle körelmişler ki, kalkıp Aleviliğe küfredenlerle bir olup, bizim gibi yolu saptıranlara karşı mücadele edenlere cephe alıyorlar. Şaşkın ördek, köle ruhlu ve cellâdına âşık olmalı bu insanlar!

Biz tabii ki Aleviliğe takacağız, durmadan bizlere yapılan haksızlıklarla savaşacağız. Bu mücadele dışa olduğu gibi içe yöneliktir de… İçimizdeki çürük elmaları da geçen yazımızda olduğu gibi teşhir etmeye bütün gücümüzle devam edeceğiz. Bize Aleviliğe taktın diyenler neden günde en az beş vakit inanan, inanmayan herkesi taciz eden ezanları mesele etmiyor? Hem Alevilik sadece işi olanların, uzmanların meşgul olduğu bir şey mi? Bunlar ağzından çıkan her iki sözden biri din ve İslam üzerine olan milyonlarca Müslüman’a niye bir şey demiyor? Sizleri günün belli saatlerinde bir camiye dönen televizyonlar, radyolar rahatsız etmiyor da, benim ayda bir Alevilik üzerine yazı yazmam mı kızdıran?

Benim sizlerden farkım bir koyun gibi sürü psikolojisiyle hareket etmek istemiyor olmam sadece. O nedenle Aleviliğe kem söz söyleyen, hakaret eden herkese mümkün olan en kısa zamanda ve en hızlı şekilde cevap veriyorum. Küfürleri içime atmadığım gibi, Aleviliğe ve Alevilere sövenlerle bir Alevi olarak ortak olup küfür korosuna gönüllü yazılmıyorum.

ALEVİLİĞİ SAVUNMAK KİMİN GÖREVİ?

Bir diğer eleştiri de, ben kim oluyormuşum. Daha ikrar bile vermemiş, yola revan olmamışım. Ne hakla Alevilik üzerinde söz söylüyor ve kimi temsil ediyormuşum.

Aslında cevabı en basit soru bu. Nasıl ki sokaktaki herhangi bir Sünni, dinine karşı en hafifinden bile ters bir söz söylendiğini duyduğunda, “Ben İslam’ı çok iyi bilmiyor ve Müslümanları temsil etmiyorum. O halde işime bakmalıyım. Aman sen de, o kadar ilahiyatçı, imam ve müftü dururken İslam’ı savunmak bana mı kalmış?” demiyor ve bu olumsuz sözün sahibini anasından doğduğuna pişman etmek için elinden geleni arkasına koymuyorsa, biz de bir Alevi olarak o sıradan Müslüman’ın yaptığını yapıyoruz yalnızca. Alevilere hakaretin bininin bir para ettiği bir zamanda susanlar kendileri bilir ama biz bunları içimize sindiremiyoruz. Kendileri edilen küfürleri rahmet yağıyor sanabilirler. Lakin bize gölge etmesinler yeter!

Aleviliği ve Alevileri savunmak için yeterli donanıma da sahip olduğumu düşünüyorum. Bu donanım meselesini demokratik Alevi Hareketi’ne düşman olan herkes diline dolayıp duruyor. Başta AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu olmak üzere, bazı kınalı keklikler sık sık ortaya çıkıp Alevi kanaat önderlerinin ve örgüt liderlerinin İslam tarihini, dinlerin ortaya çıkışını bilmediğini iddia edip, Aleviliği kendi gerici çizgilerine çekmek için bu temelsiz iddiayı durmadan tekrarlıyorlar. Çamuroğlu, Fetullahçıların Aksiyon Dergisi’ne verdiği mülakatta şahsımızı da işaret ederek, bizlerin tarihten, ilahiyattan habersiz olduğumuzu ve dolayısıyla Alevilik üzerine söz söyleme hakkımız bulunmadığını beyan etmiş. Bu yazı vesilesiyle burada Çamuroğlu’nun merakını da gidermiş olalım.

Kendimden bahsetmeyi pek istemezdim ama bazen alçak gönüllü tavırlarınız gerçekmiş zannediliyor. Ne demişler: “Fazla mütevazı görünme, gerçek sanırlar.” Biz de bu kez bir defalığına burada biraz sahip olduğumuz nitelikleri ve geniş donanımı ortaya koyacağız ki, herkes Alevilerin artık yeterli sayıda vasıflı insana sahip olduğunu anlayabilsin.

Bendeniz Uludağ Üniversitesi Balıkesir Necatibey Eğitim Fakültesi Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü Tarih Anabilim Dalı’nda dört yıl lisans eğitimi gördüm. Burada genel dünya tarihi, İslamiyet öncesi ve sonrası Türk tarihi, İslam tarihi, Osmanlı tarihi; eski yazıyla yazılmış arşiv belgelerini okuma ve analiz etme dersi Osmanlıca yanında eğitim psikolojisi, sosyolojisi, felsefesi, ekonomisi ve tarih yöntemi bilimi gibi çok geniş bir alanda akademik vasıf kazandım. Coğrafya da yan branşım. Mezuniyet sonrasında 1,5 yıl öğretmenlik yaptım. Burası eğitimimin resmi yanı. Bir de gayri resmi olarak edindiğim ilahiyatçı kimliğim var. Bir Alevi çocuğu olmama rağmen 11 yaşında babam çok yoksul ve bedensel özürlü olduğundan dolayı Almanya’da çalışan bir yakınım eliyle Süleymancılara ait yatılı pansiyona verildim.

Aynı zamanda Kuran kursu olan bu yurtlarda kaldığım 10 yıl boyunca hem ortaokul, lise ve üniversiteyi bitirdim hem de Arapça, tecvit, ilmihal, siyer-i nebi (peygamberler tarihi), hadis, tefsir, kelam, fıkıh ve belagat (güzel konuşma) gibi dersleri kapsayan ama devletçe tanınmadığından dolayı diploma verilmeyen bir din eğitimi aldım. 21 yaşıma kadar dini bütün bir Sünni ve tarikat üyesi olarak yaşadım. Cami ve mescitlerde çok olmamakla birlikte vaaz ve hutbe verdiğim gibi, ardımda yüzlerce kişi Cuma, Bayram ve Teravih gibi büyük cemaat namazları için safa durdu.

Sonra ne olduysa oldu, herhalde çok yönlü okumalarımın etkisiyle olsa gerek giderek bu cemaatten uzaklaştım. Bunda zaman zaman gündeme gelen Alevi kökenimden dolayı aşağılanmam ve Alevileri sürekli hor gören sözlere tanık olmamın bende yarattığı tepkisellikte önemli rol oynadı. Böylelikle bana unutturulmuş kimliğim olan Aleviliği ağır ağır yeniden keşfetmeye başladım. İşin özeti reşit olmadığım bir yaşta kendi irademle girmediğim bu yoldan kendi irademle ayrıldım.

Geldiğim noktada geçmişte taşıdığım Sünni İslami inançları ve ibadetleri tamamıyla terk ederken, belki de bana buradan kalan tek miras aldığım ilahiyat eğitimi oldu. Ancak ilahiyat bir dine içinden bakar ve o dinin diliyle konuşur. Örneğin İslam’ın Allah anlayışını Müslümanların Allah hakkında ne dediklerine bakarak anlamaya çalışır. O nedenle de ilahiyat ne kadar çalışırsa çalışsın bilimsel olamaz. Allah’ı veya İslamiyet’i bilimsel olarak anlayabilmek içinse ilahiyattan farklı olan din bilimleri alanına geçmek gerekir. İşte ben daha sonraki yaşamımda bunu yaptım. Din bilimleri alanına geçerek İslamiyet’i yukarıdan ve dışarıdan yansız bir bakışla anlama çabasına girdim. Bu yöneliş beni zamanla diğer tek tanrılı dinler olan Yahudilik ve Hıristiyanlığı da araştırmaya itti. Eski ve Yeni Atik’i de (Tevrat, Zebur ve İncil) inceledim. Bu da yetmedi Zerdüştlük, Manicilik, Budizm, Hinduizm benzeri diğer önemli dünya dinlerini de genel hatlarıyla öğrendim. Dinler arasında karşılaştırmalı araştırmalar yaptım. Bu arada gördüm ki, Türkçede İslam dâhil dinler üzerine yazılan kitapların hemen tamamı aşırı taraflı ve tek yönlü bir bakışla yazıldığından, bu alandaki okumalarıma Almanca dilindeki kaynakları da kattım. Böyle böyle kendimi dinler tarihi ve sosyolojisi uzmanı sayabileceğim bir noktaya taşıdım. Doğal olarak çalışmalarımın her aşamasında Alevilik-Bektaşilik, İslam dünyasında Batıni ve muhalif hareketler hep ilgi alanım içinde oldu. Yaşayan Aleviliği sürekli tarihteki Alevilikle karşılaştırma ve bugünle aradaki farkları ortaya koymaya çalıştım.

Özetlersek bizi suçlayanların öne sürdüğü gibi işkembeden konuşmuyoruz. Yazdığımız her satır yukarda ortaya koyduğum birikim, arka plan ve emeğe dayanıyor. İslamiyet üzerine en az 25, Alevilik üzerine de 17 yıldır kafa yoruyorum. Bu alandaki literatürü başta anadilim Türkçe olmak üzere Almanca, kısmen de İngilizce olarak titizlikle takip ediyor ve yeni yayınları en kısa sürede okumaya gayret ediyorum. Bir de yıllarca büyük gazetelerde çalışıp, gazetecilik yapmışız. Bu yüzden elimiz kalem de tuttuğuna göre, Aleviliği ben savunmayacağım da kim savunacak? Topluma Aleviliği anlatmayı, tanıtmayı ve tanımlamayı Sünni ilahiyatçı ve araştırmacılara mı bırakalım? Meydan bunlara kalsa daha mı iyi?

ALEVİLİĞİ SOYSUZLAŞTIRMAYA İSYAN SUÇ MU?

Kuşkusuz her şeyi bildiğimi iddia etmiyorum ama araştırmalarımın sonuçlarını toplumla paylaşmayı çok gerekli görüyorum. Bunu da Alevilerin Sesi Dergisi’nde 50 sayıdan fazladır yapıyorum. Ulaştığım sonuçları halkın anlayacağı bir dile tercüme edip makaleler yazarak bunları internet dâhil her ortamda yayınlıyorum. Bu görevi de bir hizmet anlayışı içinde yerine getiriyorum ve ömrüm yettiğince de bu yolda devam edeceğim. Bana diyorlar ki, “Alevilikle ilgili fikirlerini kendine sakla!” Niye saklayayım? Saklayıpta bu bilgilerin turşusunu mu kuracağım? Nasreddin Hoca’nın hindisi miyim ben sadece düşünecek? Yoksa konuşup yazmak için birilerinden izin mi almam gerekiyor?

Yine Mehmet Akif der ki, “Dinime küfreden bari Müslüman olsa?” Kütahya Alevilerinin çoğunun Alevilikten uzaklaştığını, hatta bazı köylerde dedelerin cemevlerini camiye dönüştürmeye çalıştığını yazmamız bu bölgeden birçok kişiyi rahatsız etmiş. Aleviliği soysuzlaştırmaya çalışmak suç değil, bunları yazmak mı suç? Bunlar diyorlar ki, “Alevilik Müslümanlıksa, Hz. Ali Müslüman idiyse ve biz de onun açtığı yolun takipçisiysek, Hz. Ali de bunları yaptığına göre namazı kılmalıyız ve Ramazan orucunu tutmalıyız. Sadece iyi bir Müslüman olmaya çalışıyoruz. Biz önceden cahil olduğumuzdan namaz kılmıyorduk. Şimdi kitapları okuyunca, anladık ki bu ibadetleri yapmamız gerekiyor. Bir Alevi ben İslam’ın içindeyim diyorsa, namaz da kılmalı, oruçta tutmalıdır. Hem 4 Kapı 40 Makamın birinci kapısı Şeriat’tır. Şeriattan da biz İslam’ın şartlarını yerine getirmeyi anlıyoruz.”

Bu mantığın neresini düzeltsek acaba? Her tarafı dökülüyor. Çarpım tablosunu yanlış ezberleyerek yapılmış bir hesap gibi sanki. Bir defa bu cümleleri tekrarlayanlar hasbelkader dede doğmuş/olmuş bile olsalar Aleviliğin ne olduğu konusunda henüz en basit bilgilerden bile nasibini alamamışlar.  

Her şeyden önce Alevilikteki Şeriat Kapısı’nın anlamı yol bilgisidir. Yani Tarikat’a girecek talip bu aşamada, Alevi-Bektaşi yolu hakkındaki temel bilgileri, görgü ve adabı edinir. Dede, rehber, mürşit, yol, erkân, 12 hizmet nedir ne değildir onu öğrenir. Bu kapı kesinlikle Sünni şeriatının ibadetlerini kapsamadığı gibi, 10 makam içinde geçen “ibadet etmek” maddesi de talibin Tarikat’a giriş için yerine getirmesi gereken ikrar cemine yönelik hazırlıkları ifade eder. Tabiri caizse Şeriat yol hakkında temel bilgilerin verildiği kapıdır, Aleviliğin ilkokuludur. Sonrasındaki Tarikat (ortaokul), Marifet (lise) ve Hakikat (üniversite) basamaklarının bütün temeli Şeriat Kapısı’nda atılır. Bu makamların tek hedefi de kâmil insan ve toplumu yaratmaktır.

Eğer bizim atalarımız Şeriat Kapısı’ndan Sünni ibadetlerini yerine getirmeyi anlasalardı, günümüzde Alevilerin hepsi namaz kılıyor, oruç tutuyor olurdu. Ayrıca hepsi de artık camiye gittiğinden cemevi denilen ayrı bir ibadet yerine hiç ihtiyaç kalmazdı. Hâlbuki bugün hâlâ Alevilerin ezici bir çoğunluğu bu ibadetleri yerine getirmediği, getirmeye hiçte niyeti olmadığı gibi, bunların farz olduğuna da inanmıyorsa, demek ki Alevilikte bu ibadetlerin yeri yoktur. Olsaydı zaten pirlerimiz, mürşitlerimiz bu ibadetleri hem kendileri yerine getirir, hem de taliplerine yapılmasını emrederlerdi.  

Şurası kesinlikle iyi bilinmelidir; biz Aleviler daha düne kadar namaz, abdest, ezan bilmiyor, Muharrem dışında oruç tutmuyor, köylerimizde cami diye bir ibadet yeri tanımıyorduysak; bu cahil veya tembel olduğumuzdan değildi. Peki nedendi? Çünkü inancımız bu ibadetleri ve ibadet yerlerini şart koşmuyordu. Oysa ben Kütahya, Balıkesir, Çanakkale ve Diyarbakır’da en az 100 Sünni köyü gezdim. Onlarca okuma-yazma bilmeyen, hem de ihtiyar kadınları tanıdım. Hemen hepsi cahil olmalarına rağmen namaz kılmasını iyi bilirken, diğer Sünni ibadetlerini yerine getirmek için okunan duaları da ezberlemişlerdi.

Kimse dininin, inancının cahili değildir. Din sadece kitapla, okuma-yazma bilmekle öğrenilmez. Aynen benim rahmetli babaannemin çeşit çeşit semahın nasıl dönüleceğini, cemevi adabını cahil olmasına rağmen bildiği gibi. Nasıl bir Sünni kadın veya erkek çocukluğunda camide verilen kursa giderek ya da büyüklerinden namazda okunacak duaları, namazın nasıl kılınacağını sürekli tekrar yoluyla öğreniyorduysa, babaannem de aynı yöntemle bir Alevi’nin bilmesi gereken temel şeyleri daha küçük bir kızken belleğine geçirmişti. Hatta ilerlemiş yaşına rağmen 12 İmamların isimlerini ezberden tekrarlayabiliyor, hafızasında onlarca nefesi, duâzı imamı, Kerbela mersiyelerini tutuyordu; bunları yeri geldikçe de söylüyor veya öğrenmem için bana anlatıyordu.

Öte yandan babaannem 72 yıllık ömrü boyunca aynen köydeki diğer yaşıtları gibi bırakın bir vakit bile namaz kılmayı, bunu öğrenmeye bile gerek duymazken, tabii ki Ramazan orucunu da hiç tutmadı. Buna karşılık o, Alevi olmanın gerektirdiği tüm ibadet ve görevleri de eksiksiz yerine getirmeyi ihmal etmedi.  

ALEVİLERİ KENDİ SİLAHI HZ. ALİ’YLE VURMAYA SON

Yaptığım bu karşılaştırmalardan, “Ey Aleviler siz dün cahildiniz, bugün artık okuyup yazıyorsunuz. Gelin İslamiyet’i öğrenin ve namaz kılmaya başlayın” cümlesinin bir tuzak, hile olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Bu cümle Alevileri kimliklerine yabancılaştırmanın ilk adımıdır. Bu zokayı yutan bir Alevi artık iflah olmaz!

Uzatmanın âlemi yok! Aleviliğin alfabesi bellidir.  Alevilerin ibadet yeri cemevi, namazı burada yapılan cemler, orucu da Muharrem’dir. Bunlar sayıları az olmakla birlikte Sünnilerin ibadetleriyle eş değerde ve eşitliktedir. Esasında bir Alevi her an, her yerde kendisinin de bir parçası olduğu Hakk ile bir bütündür ve hep onunla beraberdir. Yani sürekli ibadet halindedir. O yüzden Alevi’ye camide yer arayan, inancında var olan ibadetleri yeterli görmeyip oradan buradan Aleviliğin içine ödünç ibadet taşıyan bir kişi, ancak “gelin beni Sünni yapın, ben buna hazırım” diye kaşınan bir şaşkın olabilir, adı dede de olsa! Elbette biraz mantıklı düşünen bir Alevi’nin gerçek Aleviliği kavramak için benim bu anlattıklarıma bile ihtiyacı yoktur ama sağlıklı düşünen kim?

Oysa niyet kötü olduğundan kimse inadından vazgeçmiyor. Alevilerin zihinleri sürekli, “Hz. Ali’yi sevmek Alevilikse, ben de Aleviyim.”, “Hz. Ali namaz kıldı, oruç tuttuysa, siz Aleviler de onun yolundan gittiğinizi iddia ediyorsanız, namaz da kılmalı, oruçta tutmalısınız!” benzeri tuzak ve propagandadan ibaret cümlelerle hadım ediliyor ve sağlıklı düşünemez hale getiriliyor. Sanki Hz. Ali hayatında namaz kılmaktan, oruç tutmaktan başka hiçbir şey yapmamış! Sanki Aleviler Hz. Ali’yi tamamen Sünnilerin gördüğü şekilde görüyor ve değerlendiriyormuş gibi. Yahut da Alevi olmak için tek başına Hz. Ali’yi sevmek yetiyormuşçasına bir hava estiriliyor. Herkes şunu aklının bir köşesine yazsın ve bu tür anlamsız, saçma ve iğrenç karşılaştırmaları yapmasın! Öğrensin ki, Alevilikteki Hz. Ali gerek Sünnilik gerekse de bakış açısında bazı ortaklıklar bulunmasına rağmen Şiiliktekinden çok farklı, ayrı ve özel bir yere sahiptir.

Ayrı bir makale konusu olmasına karşın Alevilikteki Hz. Ali,  tarihte yaşamış, kitaplarda yazılı, Sünni-Şii Müslümanların bildiği ve kafasında şekillendirdiği Hz. Ali’den yüzde 80 farklı bir anlam ve öneme sahiptir. Bizim Hz. Ali’miz onlarınki ile ancak yüzde 20 oranında çakışır. Alevilerin kafasındaki Hz. Ali, bazen tanrısal niteliklere sahip biridir. Bazen Kırklar Meclisi anlatısında olduğu gibi Hz. Muhammed’den üstün, onu peygamber olduğunu söylediğinde içeri almayan, ancak sizlerden biriyim deyince meclise buyur eden, sonrasında ezdiği üzüm tanesini dem niyetine Kırklar Meclisi'nde bulunanlara ikram ettirip, ona bir nevi sakilik yaptıran bir role sahiptir. Yine Hz. Ali, miraçta Hz. Muhammed’in önünü Tanrı’nın huzuruna çıkarken kesip, ona ancak peygamberlik mührünün bulunduğu yüzüğü ağzına atması şartıyla yol açan bir aslandır.  Hz. Muhammed miraç dönüşü Hz. Ali’yi yukarıda aslanın ağzına attığı yüzüğü parmağına takmış halde otururken bulur ve çok şaşırır. “Ya Ali, eğer senin bir anneden doğduğunu bilmeseydim, sana Allah derdim” cümlesini kurmaktan kendini alamaz. Bunun yanında etiyle canıyla tarihte yaşamış Hz. Ali yapmamıştır ama Alevilerin Hz. Ali’si gerektiğinde dem de alır, coşunca kalkıp semah da döner. Hakiki Aleviler ise bunda bir çelişki veya yanlışlık görmezler! Unutmayınız ki, bir tek Hz. Ali yok. Sünni’nin, Şii’nin ve Alevi’nin Hz. Ali’leri farklı farklıdır; birininki diğerini tutmadığı gibi ona yüklenen roller birbirine tamamen zıt özellikler gösterir.  

Daha başka örnekler verilebilir ama görüldüğü üzere Hz. Ali’nin bu yönleri ne tarih ne biyografi kitaplarında ne de Sünni-Şii İslam (Ortodoks) bakış açısı ve mirasında yer almadığı gibi, böyle bir Hz. Ali anlayışı bu kesimlerce tarih boyunca hep sapkınlık olarak sayılmıştır. Bu görüşleri dillendiren yüz binlerce Alevi-Kızılbaş, tarihte mülhit, rafızî, kâfir diye suçlanmış ve katledilmiştir. Hadi gel de sen cesaretin varsa kendi Hz. Ali’ni Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde bu şartlar altında kitaplara yaz. Yazamazsın, çünkü anında kellen gider ve yazdıkların da bir meydanda toplanarak yakılırdı. Tam da bu nedenle bugün aynı zihniyet yapısı devam ettiğinden ve de her türlü iktidarı elinde tuttuğundan Hz. Ali’nin kim olduğunu öğrenmek için tarih kitaplarını karıştıran Aleviler, sadece namaz kılan, oruç tutan ve bol bol kâfirlere karşı cihat eden çarpık ve tek yanlı bir Hz. Ali resmiyle karşılaşıyorlar. Sonuç tam bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı oluyor. Üstelik bazı Aleviler de çok büyük bir yanılgı içine girerek bu resmi gerçek zannediyor. Artık Hz. Ali’nin öğretimizdeki yerini etraflıca öğrenelim ki, kimse Alevileri kendi silahı olan Hz. Ali ile vurmaya kalkmasın!

Öyleyse ne yapmalı, bunu önlemenin yolu nedir? Bizim olan, bize göre gerçek Hz. Ali’yi tanımak, bilmek istiyorsak, belki tek çıkar yol hâlâ en güvenilir kaynağımız olan Pir Sultan, Şah İsmail Hatayî ve Kaygusuz Abdal gibi ozanlarımızın nefeslerini can kulağıyla dinlemeli, okumalı ve onların batınî (gizil, içsel) anlamlarını kavramaya çalışmalıyız. Özetle eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz! Yani piyasadaki hemen tamamı Sünni gözüyle yazılmış kitaplardan bizim Hz. Ali’miz öğrenilemez.

Akıldan çıkarılmaması gereken çok önemli bir hususta şudur: Alevi tarihi, Alevilerin ortak hafızası ve günümüze ulaşan bu kadim miras pek kitaba veya yazılı kaynaklara dayanmaz. Geçmişin birikimi ve gelenek daha çok şiir (nefesler), müzik (bağlama) ve dans (semah) gibi sözel ve görsel yöntemlerle bugüne aktarılmıştır.

ALEVİ KURAN’A NASIL BAKMALI?

Geçen ayki yazımda tepkilerin odaklandığı bir diğer nokta ise, Alevilerin Kuran’a bakışı ile ilgili değerlendirmelerim oldu. “Her ne kadar Aleviler Kuran’ı kabul etseler de, Kuran emirleri kendileri için bağlayıcı değildir” cümlesini kullanmıştım. Bu önermem birilerini çok rahatsız etmiş ve bunlar diyorlar ki, “Kuran bizim kitabımız, içindeki hükümler de Alevileri bağlar.”

Kafası karışık Alevilerin diğer konulardaki gibi, Kuran’a bakışları da epey sorunludur. Buna karşılık pusulasını şaşırmamış Alevilerin bu duruma yaklaşımları gayet nettir. Şöyle ki, Alevilerin Kuran’a bakışı da Sünni ve Şii Müslümanlardan tamamen farklıdır. Evet, Aleviler Kuran’ı bazı itirazları saklı kalmak üzere kendi kitapları olarak kabul eder. Örneğin İslam’da Tevrat, Zebur ve İncil aynen Kuran gibi hak kitap kabul edildiği halde, Müslümanlar bu kitapların elimizdeki mevcut metinlerinin tahrif (değiştirme) edildiğini öne sürerler. Tam da bu nedenle söz konusu üç kitabı sahih bir kaynak olarak kabul etmeyip, ibadethanelerine, evlerine sokmazlar ve okumazlar. Alevilerin de Kuran’a yönelik tıpkı buna benzer bir tutumları vardır. Aleviler Kuran’ın da aynen Tevrat, Zebur ve İncil’in başına geldiği gibi 3. Halife Osman tarafından değiştirildiğini, Kuran’ın elimizdeki nüshasının gerçek Kuran olmadığını ve dolayısıyla içindeki hükümlerin kendilerini bağlamadığına inanırlar.

Aleviler, Osman’ın içinde Hz. Ali, Ehli Beyt ve bunların hilafetin doğal mirasçıları olması gerektiğini içeren bazı Kuran ayetlerini imha ettiğini iddia ettiklerinden, bir nevi gaip (kayıp) Kuran’a inanırlarken,  tarih boyunca uygulanan çeşitli baskılar neticesinde de, zorunlu hallerde tekkelerinde Kuran bulundurmuşlardır. Buna karşılık, kendilerine Kuran hükümlerinin bağlayıcılığı hatırlatıldığında ise, “Biz Kuran’ın zahir (dışsal, lâfzî) manasına; yani kelimesi kelimesine çevirisine değil, batınî (içsel, gizli, ezoterik) yorumuna inanıyoruz” şeklinde ustaca bir mantıkla baskıları savuşturmaya çalışmışlardır.

İşte bu nedenle Aleviler yüzyıllar boyu, “Başımız Kuran’a bağlı” demişler ama Kuran’da yer alan sayısız hükmü kendi toplumsal ve dini yaşantılarının içine sokmamışlardır. Zaten Aleviler zahirî Kuran hükümlerine göre hareket etseydi, geçmişte ve bugün Alevi toplumunda kadın-erkek eşitliği olmaz, kız çocukları eskiden bizdeki Sünnilerde olduğu gibi mirastan üçte bir pay alırdı. Kadının tek başına şahitliği kabul edilmezken, Alevi toplumunun aynı zamanda yargıçları olan dedeler de Kuran’a bakarak, hırsızlık yapanlara el-ayak kesme cezası, zina yapan evli çiftlere recim (halka taşlatarak öldürtme), bekâr olanlarınsa yüz kez değnekle dövülmesi emrini verirdi. Alevi toplumunda geçmişte ve günümüzde bu tür uygulamalar görülmediğine göre, demek ki bu toplum Kuran’a göre hareket etmemiş ve bundan sonra da etmeyecektir. Unutmayınız ki, Kuran sadece bir takım ibadetlerin yapılmasını emretmez, bazı suçlara anlattığımız türden cezaları da öngörür.

Bir de Alevileri Kuran’ın zahirî manasına göre hareket etmeye çağıranlar unutmasın ki, Türkiye Cumhuriyeti tam olmasa da belli ölçülerde laik bir devlet olduğundan, sözünü ettiğimiz Kuran’dan kaynaklanan şeriat emirlerinin yaşama geçirilmesini Sünniler bile talep edemezler. Böylesi bir durum laik düzenin şeriatla yer değiştirmesi talebidir ve yasalarımıza göre büyük suçtur. Bu, Sünniliğe göre Kuran bir bütün, kişi tek bir ayeti dahi kabul etmese dinden çıkmış sayılmasına rağmen böyledir. Anlaşılacağı üzere Sünni veya Alevi olsun fark etmez, insanları Kuran hükümlerinin tamamına uygun davranmaya davet etmek ya da zorlamak, aynı zamanda “laik devlete isyan bayrağı açma” anlamını taşır. Zaten El Kaide ve Hizbullah da bunu yapmıyor mu?

Hemen belirtelim ki, bu yazdıklarımız sadece kitabi şeyler değil. Ben çocukluğumda babamdan ve diğer büyüklerimden elimizdeki Kuran’ın eksik olduğuna dair çok sayıda konuşmaya şahit olmuşumdur.  

O zaman Kuran’dan geriye Alevilere ne kalıyor? Şu kalıyor: Genel ahlâka yönelik emirler ve yasaklar. Bunların ne olduğunu bulmak ve çıkarmak için ise Alevilerin dilini zaten anlamadıkları Kuran’ı okumasına hiç gerek yoktur. Çünkü ozanlarımızın nefesleri zaten Kuran’ın batınî yorumu ve dile gelmesi olarak anlaşıldığından, her fırsatta söylenen nefeslerimizin deruni anlamlarını kavrama çabası içinde olmak ve bunları hayata geçirmeye çalışmamız yeterlidir. Bir de hemen nefes deyip geçilmemelidir. Nefeslerimize karşı halk türküsü, folklorik öğe gibisinden küçümseyici tavırlardan kaçınılmalıdır. Nitekim cemlerde ve muhabbetlerde söylenen nefesler bizler için en az Kuran ayetleri kadar değerlidir ve aynı kutsiyete sahiptir.

Keza anlayan, aklını başkalarına kiraya vermemiş olanlar için Aleviliğin ilkeleri çok net ve herkesin kavrayabileceği sadeliktedir. Alevi olmanın özü, “Eline, diline, beline; işine, aşına ve eşine sahip olmak” değil midir? Ayrıca biz deriz ki, “Kâbe’miz insan, dinimiz sevgidir.” Gerisi ayrıntıdır. Türkiye’nin çok önemli toplumsal altüst oluşlar yaşadığı bir dönemde, hâlâ “Alevilikte beş vakit namaz, Ramazan orucu vs. var mıdır?” şeklinde aslında cevabı çoktan verilmiş soru ve sorunlarla uğraşmak abesle iştigalden başka bir şey değildir.

İşin aslına bakarsak, bugün Aleviliğin genellikle inanç ve ibadet boyutunu öne çıkaran Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın önderliğindeki Cem Vakfı ve Cem TV’de bile kimse, Alevilikte Sünnilerin anladığı manada namaz, abdest, oruç gibi ibadet ve uygulamaların olduğunu iddia etmiyor. O nedenle Kütahya ve benzeri yerlerdeki pusulasını şaşırmış Aleviler, yalnız Cem TV’yi seyretseler dahi Aleviliği anlamakta epey yol alabilirler.

Buna rağmen bazı dedeler de dâhil olmak üzere Alevileri arkalarından camiye iteklemeye devam ederlerse de, onlara tavsiyemiz, dedeliği bırakıp imamlığa soyunmaları ve Aleviliği aslına uygun yaşamak isteyenlerin yakalarından düşmeleridir. Öyle ya ellerini tutan yok, gitsinler adam gibi Sünni olsunlar. O zaman hiç olmazsa kimin hangi safta olduğunu biliriz. Kimsenin bizleri lüzumsuz tartışmalarla meşgul etmeye hakkı yok zira Alevilerin daha önemli sorunları ve uğraşacak çok başka öncelikli işleri var. Kınalı kekliklerle ve dede kılıklı imamlarla kaybedecek zamanımız yok. Buna rağmen yine de yakamızdan kendileri düşmezlerse, onları bizler, yani yeni nesil genç, dinamik ve bilinçli Aleviler silkip atacağız. Göreceğiz bakalım, “El mi yaman bey mi yaman?”  Hodri meydan!

----- o O o -----

Bad Nauheim, 14 Kasım 2007

Makale Haberleri

Ölümsüz bir analiz olarak: Büfeci İslamı - Ufuk Güldemir
Ali mi Aleviliği, Alevilik mi Ali'yi yarattı?
Şebnem Korur FİNCANCI yazdı: Aralık 78
Alevi düşmanlığı yapan Rabia Mine'ye PSAKD yöneticisinden cevap
Din ortaklığının kitle kontrol silahı : Korku