ANKARA- Kanal 7'ydi sanırım, bir dinci kanal işte. Ezan'ın Arapça okunma yasağının kaldırılma yıl dönümüymüş evvelsi gün, meğerse onu kutluyor hazretler. Konuklardan birisi ne dedi biliyor musunuz; “Ezan zaten Türkçeleşmiştir. Biz onu Arapça değil Türkçeymiş gibi algılıyoruz.”
Lisede okutmuşlardı. Hani Pavlov'un köpeği meselesi. Şartlanma açıkçası. O sesi duydu mu, “ha namaz saati geldi” diyor ya, hazrete göre bu Arapça ezanın Türkçe algılanması anlamına geliyor. Düzeye, kültüre bak!
Her neyse biz kaldığımız yerden sürdürelim. Atatürk’ün başlattığı “Türkçe ezan” olayı DP döneminde geri alınmış, 1960 darbesiyle konu yeniden gündeme gelmiştir. Mesele din değil dil meselesidir. Her şey bu kadar açıktır. Okunan, dinlenen şeyin anlaşılmamasından korkunun nedeni nedir? Bu da açık değil mi? Cemal Aga’nın bu konudaki yaklaşımını bir önceki yazımızda vermiştik. Tabii ki bu konuda Cemal Gürsel yalnız değildir. Silah arkadaşları, kendisini destekleyen aydınlar aynı düşünceleri taşımaktadır. Yalnız ezan ve kamet değil, Kuran da Türkçe okunmalıdır. İnsanlar inandıkları ya da inanacakları dinin emirlerini ezberlememeli, anlamalıdırlar. Bunun için Arapça yerine Türkçe şarttır!
Nitekim 27 Mayıs darbesinin diğer güçlü isimlerinden, darbe sonrası Başbakanlık Müsteşarlığına getirilen Albay Alparslan Türkeş de aynı görüşleri paylaşmaktadır. Ancak yıllar sonra, genel başkanı olduğu partisinden, 36 yıl önce kendisinin söylediği sözleri savunan partilisini atacaktır. İşte kanıtı; Tarih 16 Temmuz 1960. Saat 20. Yer Başbakanlık. Dönemin ünlü gazeteci yazarı Cevat Fehmi Başkut ile yaptığı söyleşi ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanacaktır. Başkut söyleşiye girmeden önce şunları anlatıyor:
“Askerler arasında birçok kıymetli ressamlar yetiştiğini bilirim. Fakat şair çıktığını ilk kez duyuyorum. Üzerinde açık renk subay elbisesi, siyah saçlar, siyah gözler, yanık ve derin çizgili bir yüz. Gülmeden , tebessüm etmeden durursa, kaya gibi sert bir ifadesi var. Asker yüzü. Fakat konuşmaya, tebessüm etmeye başladığı zaman bu katılık geri çekiliyor. Fakat büsbütün de gözden kayboluyor değil. Bu kadife gibi yumuşak ve parlak görünüşün ardında kayadan bir duvar bulunduğunu her an hissediyor gibisiniz. Fakat asker, aynı zaman da şair. Gençliğinde uzun süre şiir yazmış.”
Bu anlattıklarımın konuyla ilişkili olmadığını ben de biliyorum. Söyleşinin tümünü okuduğumda ayrımına vardım, Türkeş ile Demiral'ın, savundukları ırkçı ideolojileriyle, insan hakları, demokrasi, düşünce özgürlüğüne sert yaklaşımları dışında şiir yazma konusunda da ortak noktaları bulunduğunu… İnançlarını, hizmet ettikleri güce göre değiştirmede de ortak noktaları olup olmadığına, Türkeş'in 47 yıl önce yayınlanan açıklamalarından sonra karar vermeyi size bırakıyorum. (Ayrıca ikisinin de köpek sevdiklerini ve beslediklerini de unutmuş değilim) İşte Türkeş'in söz konusu görüşmede yaptığı açıklama:
“Atatürk İnkılapları onun ölümünden sonra yerinde gerilemeye başladı. Din, kıyafet ve en mühimi zihniyet sahasında geriledi. Son zamanlarda Anadolu'yu hiç dolaştınız mı? Çarşafın nasıl kapkara bir yangın halinde bütün yurdu sardığını gördünüz mü? Türkçecilikte de geriledik. Türkçecilik Atatürk'ün bu millete en büyük, en faydalı hediyelerinden biri idi. Evvela ezanı Arapça okutmakla ihanete başladılar. Kuran’ın Türkçeleştirilmesi teşebbüsünü baltaladılar. Türk camiinde Türkçe Kuran okunur, Arapça değil! Politikacıların din istismarı Türk Milletine şüphesiz büyük zarar vermiştir. Tarih boyunca bu böyle oldu.”
Kamuoyunun önüne çıktığı günden bu yana insanları düşünceleri nedeniyle yargılamış, onlara en ağır cezalar vermek için özel bir gayret göstermiş, yetmemiş görev ve sorumluluklarını aşarak onları basın aracılığı ile suçlamış emekli DGM savcısı, MHP üyesi Nusret Demiral, “ezan ve Kuran Türkçe okunsun” dedi diye, niye atıldı partiden öyleyse?
Başsavcılıktan emekli olduktan sonra kendisine en yakın gördüğü parti olarak MHP'yi bulan ve bu partiden milletvekili adayı gösterilen Nusret Demiral, Bilkent Üniversitesinde terörle ilgili olarak verdiği konferansta, milletvekili seçilmesi halinde ne yapmak istediğini soran bir öğrenciye, Kuran ve ezanın Türkçe okunması için gayret göstereceğini söyleyip, “Kuran ve ezan Türk insanının anlayacağı şekilde okunabilir. Arapça da okunabilir. Ama toplumumuzda yobaz bir düşünce var. Ezan Türkiye'de Türklerin anlayacağı şekilde, saba ve hicaz makamında okunabilir” yanıtı verirken, bu yanıtın kendisini de bir düşünce suçlusu durumuna düşüreceğini bilebilir miydi? Ya aradan geçen 47 yıl içinde değişip, inananların oyunun bir bölümünü almak için din istismarına girecek, Hac'ca gidecek ve karısının başını örttürecek olan Alparslan Türkeş tarafından, bu sözleri nedeniyle partisinden atılacağını?!... Bu sözlerin ardından, partiden ihracı istenmiş ve bu konuda basının sorularına nasıl yanıt vermişti Demiral? Anımsatmak için bu sözleri yeniden verelim isterseniz:
“Onlar o cesareti gösteremezler! Herkes, Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti ve milleti ile bölünmez bütünlüğü dışında düşünce özgürlüğüne sahiptir”
Ya Türkeş?
Alparslan Türkeş değişmiş miydi, yoksa siyasi rüzgara göre yelken mi açmayı yeğliyordu? Hangi davranışı sahteydi?
Kuyruğuna yapışıp geldiği 27 Mayıs darbesinde Başbakanlık Müsteşarlığına oturtulduğu zaman söylediği sözler mi, yoksa dini rüzgarların estiği o günlerde Demiral'ı partiden ihraç ettiğinde mi? Türkeş, bir şair mi? Yoksa Atatürkçü mü? Yoksa 27 Mayıs darbesine soyunduğu "abileri gibi" demokrat mı? Yoksa Milliyetci, ırkçı ya da ümmetçi mi? Türkçü mü, Arapçı mı? Yoksa yoksa ileri yaşından doğan sorunlar mı uç vermiştir? Bunun yanıtını, kendisinin ardında dolaşmış olanlar vermeli kuşkusuz; Sorun onların sorunu çünkü ama bugün ortalarda Türk-İslamcı diye dolaşanlara gülmemek ne mümkün?
Yazının başında da sormuştuk. Yaşamında belki de ilk kez doğru dürüst bir laf söylemiş olan, görevli olduğu sürece düşünenlerin belalısı kesilen emekli DGM Başsavcısı Nusret Demiral'ın, düşüncesi nedeniyle suçlanmasının anlamını.
Türkiye'de 12 Eylül sonrası gericiliğin, yobazlığın palazlanmasında önemli pay sahibi olan, insan sevmez ama köpeğini sever, köpek şiiri yazarı Demiral'ın, hiç olmazsa, Türkiye'de yeniden Türkçe Kuran ve ezan konusunun gündeme getirilmesindeki rolü nedeniyle kutlanması gerekmez mi? Elbette gerekir! Biz de o gün de bugün de kutluyoruz kendisini...
Sonuç olarak, gerek bu konudaki kaynakların kıtlığı, gerek zaman darlığı, gerekse bu konunun geçmişte ilgi alanıma girmemiş olması nedeniyle kimi bilgilerin, gerektiği halde, ulaşılamadığı için yazımda yer almadığını söylemeliyim. Ancak yazının hazırlık çalışmalarına girdiğimde ben de bu sayede, bana son derece ilginç gelen bilgiler edinmiş oldum. Bunların başında Türkçe ezanın tarihi geliyor. Böyle bir bilgi, eksik halde de olsa kimi iddialı ansiklopedilerde bile yok çünkü. Hele Türkiye'de okunan ezanın Itri'nin bir bestesi olduğunu duyduğumda ve her ülkede ayrı makamlarda okunduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım.
Dahası, Türkiye'de ibadet çağrısının anadilde yapılmasına karar verildiği tarihten 800 yüzyıl önce aynı şeyin ilk olarak Berberiler tarafından gerçekleştirildiğini bilmek... Arap öykünmecileri niye İran'da ezanın Arapça değil Farsça okunduğunu düşünmez, bilmez ya da söylemezler? Ya da Endenozya'da Kuran'ın da ulusal dile çevrilerek okunduğunu...
Yazıya son verirken, kendime ait birkaç düşünceyi de - Demiral'ın kulakları çınlasın- sizlerle paylaşmak istiyorum. Türkiye'de ibadet çağrısı olan ezanın herhangi bir dilde yapılmasının, yasalar karşısında da, dinen de hiçbir sakıncası olmadığını biliyoruz. Yani isteyenin Türkçe, isteyenin Arapça ya da Kürtçe ezan okuma olanağı varken, bu hakkı kullanıp kullanmamak, inananların tercihi tabii ki.
Ama inananları ibadete çağrı niteliğindeki ezanın çevrede rahatsızlık yaratmasına, giderek teröre dönüşmesinin önü alınmalı. Ezanın, inanan-inanmayan herkeste saygı ve sevgi yaratacak biçimde okunması şart. Sözlerinin Türkçe olmasını istemek doğal ama, ezan sesinin bir gösteri, hele gövde gösterisine dönüşmesine daha fazla olanak tanınmamalı, onun içten bir inanç aşılamaya yönelik olması, geçmişte olduğu gibi sağlanmalıdır. İslam'ın özünde olan “ibadetin gizliliği” konusunun daha fazla yalama hale getirilmesinin ve ibadetin bir gösteri ve reklama dönüşmesinin önü mutlaka alınmalıdır. Cahil ama inançlı halkın, İslam'la ilgisi olmayan çarpıtılmış hadis ve hurafelerle kandırılması mutlaka önlenmelidir. Kıyametin bir akşam vakti kopacağı inancı ile kısa ve çabuk okunan akşam ezanındaki sadelik ve kısalık, öteki vakit ezanlarında da egemen kılınmalıdır. Ve mutlaka ama mutlaka, ibadet çağrısı yapanlar arasında müzik bilgisi olmayan, çatlak sesliler ayıklanmalı, gerekirse tek merkezden okunmalı, minarelere çıkmadan okumaya ve sesin gürültü haline dönüşmesine neden olan o madeni ses yükselticileri, ibadethanelerden atılmalıdır! Bunların önünde sonunda gerçekleşeceğine inanıyorum. Ve eminim ki, tacirlerin, ahlaksızların, hırsızların ve cahil ahmakların elinde oyuncak olan, bir gösteri-göz boyama ya da terör aracına dönüştürülen İslamiyet, düşürüldüğü yerden saygın yerine yeniden kavuşacaktır. Yeter ki Müslümanım diye kendini tanıtanlar biraz gözlerini açıp, okusunlar!
Hasan UYSAL
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy15047 = 'hasanuysa' + '@';
addy15047 = addy15047 + 'gmail' + '.' + 'com';
var addy_text15047 = 'hasanuysa' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';
( '' );
15047 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
25 Aralık 2007 - sansursuz.com