Elbette Başbakan'ın katıldığı Muharrem Orucu iftarına dönük eleştiriler içinde haklı ve kabul edilecekler vardır. Hele bunların içinde öne çıkanı, yani iftarın şatafatlı bir otel restoranında yapılmasını kınamak benim de yürekten katıldığım bir eleştiridir. Alçakgönüllü bir yerin seçimi Aleviliğin ruhuna ve ilkelerine çok daha uygun düşerdi ama gene de söz konusu toplantıyı ben çok önemsiyorum ve özel bir kavram ve noktanın üstünde durmak istiyorum: düşkünlük.
Niye düşkünlük?
Alevi muhakemesiyle değerlendirildiğinde, düşkünlük, bildiğim kadarıyla temel ilkenin, yani ele, dile, bele hakim olmanın ihmal edildiği bir halde ortaya çıkar. Kuşkusuz bu kavramın çok daha ayrıntıya inen bazı diğer açıklamaları da vardır ama bu defa düşkünlük kavramına özel bir anlam atfedildiği anlaşılıyor ve dile getirilmek istenen şudur:
Türkiye'de yaşayan Alevilerin (özellikle de Türk Alevilerin) devletle olan bir küskünlüğü söz konusudur. Bu, özellikle Madımak Oteli yangınından sonra ortaya çıkmıştır. Sünniler, daha önce Çorum'da, Kahramanmaraş'ta, tıpkı Osmanlı'da Kuyucu Murat Paşa'nın yaptığı gibi Alevileri yaktı, öldürdü. Sünni iktidar Alevileri Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan dışladı. Çocuklarını Sünni fıkhının ve amelinin öğretildiği zorunlu din derslerini almaya zorladı ve hatta o derslerde, tümüyle yok sayarak, Alevileri (tenzih ederek söylüyorum) tahkir etti. Şimdi bu karşılaşma, kaynaşma göstermeliktir, yavandır. Dolayısıyla "düşkünlük" devletle ve iktidarla barışma anlamına gelir, geliyor. Kabul edilmemesi gereken budur.
Belki haddini, maksadını aşan bir yorumdur benimki fakat bunun böyle olduğunu sezinliyorum. O noktada da eleştirilerin bu mantığına karşı çıkmak gerektiği kanısındayım. Çünkü, bu iddiayı bir bünyeye kavuşturan unsurların tamamı doğrudur . Daha önce de yazdığım gibi, kimlik politikalarının bunca öne çıktığı ve özellikle Kürt ve İslam kimliğinin siyaseti tayin ettiği bugün Aleviliğin bunca yok sayılması anlamsızdır . Peki, tüm bunlara rağmen Alevilerle devletin buluşması gereksiz midir?
Devlet mi iktidar mı?
Burada bir düzeltmeden hareket edelim: Aleviler bu ülkede Cumhuriyet devletiyle hiçbir zaman ters düşmedi . Osmanlı'nın kendisine ettiği zulümden sonra elbette Aleviler Mustafa Kemal ve ekibini tutacaktı. Osmanlı'nın Sünni-şeri devlet anlayışına karşı kendilerine özgürlük sağlayacağını düşündükleri (öyle de olması gereken) laik yönetimi tercih edeceklerdi. Fakat bu gerçekleşmedi ve Aleviler aleyhine başlangıçta belirttiğimiz olumsuz koşullar oluştu. Buna rağmen Alevilerin devletle zıtlaşması söz konusu değil. Çelişki, tekrar edeyim, Sünni İslam akidesiyledir. Buna rağmen bir uzlaşma sağlanabilir mi?
Bu çok kritik bir aşamadır. Bu evrede Aleviler mevcut yönetimin laiklik bağlamında yarattığı bir endişe varsa onun aşılmasında bir güç odağı olarak çok daha etkin bir rol oynayabilir. Bu rol iktidarla belli bir mesafeyi önceden gereksinebilir. Buna rağmen Alevi kesimi bugünkü türden radikal ve dışlayıcı bir eleştiriyle yetinmez, kendisini onunla paralize etmez, daha dikkatli, asla teslim olmayan (ayrıca niçin olacakmış ve olmalı?) ve temas noktalarında üretken bir ilişki geliştirebilirse sadece kendisine ait yeni haklar elde etmekle kalmaz Türkiye'de çok önemli bir denge unsuru olabilir. Olmalıdır da.
Barışçıllığı, insanda hayret uyandıracak biçimde kin tutmamayı kendisine ilke edinen Aleviler bu husus üstünde düşünmemeli mi? Böyle bir yakınlaşmanın yolu devletin olup bitenlerden ötürü özür dilemesiyse, devlet de onun gereğini yerine getirmemeli mi?
Hasan Bülent KAHRAMAN
SABAH - 14 Ocak 2008