Ahmet İNSEL / Radikal 2
Ali Bulaç'ın 'küçük istisnalar dışında' din, mezhep ve etnisite nedeniyle kimsenin başına bir iş gelmediği iddiası, Türk-Sünni muhafazakârlığının efsanesi
Roland Barthes 1977’de College de France’a kabulünün ertesinde verdiği açılış dersinde, çarpıcı bir fikir ileri sürdü. “Dil” dedi, “Ne reaksiyonerdir ne ilerici. Dil sadece faşisttir, çünkü faşizm söylemeyi engellemek değil, söylemek zorunda bırakmaktır.” Barthes’ın eleştirisinin hedefi klasik dilin kullanımını akıl ve özgürlükle özdeşleştiren Batı felsefesi ve onun ürünü olan modernizmdi. Akılcılığın ürünü olan Fransızca’nın bu nedenle gericiliğin dili olamayacağını iddia eden Ernest, Renan’a yanıt verirken, klasik dilin, berrak, açık ve doğal ifade görüntüsü altında egemenlerin baskı aracı olduğunu iddia ediyordu.
Barthes, bundan üç yıl sonra trafik kazasından ölmeden önce, modernitenin küstahlığını teşhir etme furyası içinde söylenmiş bu dil eleştirisini yumuşattı. Artık modernite eleştirisinin hızla yeni bir ideolojik norm haline dönüşmesinden rahatsızdı. Açılış dersinde söylenmiş o keskin ifadenin dile ilişkin anlamı zaman içinde silikleşti fakat cümlenin son bölümü özerkleşti, faşizm tanımları arasında önde gelen bir yer edindi.
Ne olduğunu söyle
Söylemeyi engellemek, yasakçılık totalitarizme özgü değil. Bütün baskı rejimleri yasaklarla kendilerini var eder. Aykırıyı görünmemeye, söylememeye zorlar. Totalitarizmde ise gizlemek, söylememek makbul yurttaş olmak için yeterli değildir. Kim olduğunu göstermek, ne düşündüğünü söylemek zorunluluğu esastır. Mutlak şeffaflık gereği bu anlamda totalitarizmin kapısını açar.
Barthes, söylemek zorunda bırakılmayı faşizm olarak tanımlarken aklında Yahudilere, eşcinsellere ve Çingenelere farklı renklerdeki yıldızları herkesin göreceği biçimde takma zorunluğu getiren nazizm ve faşizm örneği mi vardı? Muhtemelen. Stalinizmin değişik ülkelerdeki pratikleri de, insanı iktidar karşısında çırılçıplak bırakmaya dayanıyordu.
Ali Bulaç’ın dediği
Barthes’ın bu sözünü yeniden hatırlamama, Ali Bulaç’ın nüfustan din hanesinin kaldırılmasına karşı çıkarken söyledikleri neden oldu. Bu hanenin kaldırılması yerine, bir değil dört hane konmasını öneriyor. Dinin yanında mezhebin, etnik ve kültürel kimliğin de beyan edilmesini, böylece nüfus cüzdanının kişinin salt yurttaşlık ve aile aidiyetini belgeleyen bir evrak olmaktan çıkmasını, onun bütün asli kimliklerinin kaydedildiği bir kütük haline dönüşmesini talep ediyor. Bunun totaliter bir uygulama olacağı suçlamasını savuşturmak için de, isteyenin bu hanelerden birini veya hepsini boş bırakabilmesi gerektiğini ilave ediyor.
Bulaç, insanların dini inançlarını açıklamak zorunda olmalarının yaratacağı insan hakkı ihlalini telafi ederken, bu kez insanların dini inançlarını gizlemeye zorlanmasının bir hak ihlali yaratacağını iddia ediyor. Kendisinin kişisel olarak dini inancını gizlemek istemeyeceğini çünkü dinin asli kimliği olduğunu, başka hiçbir kimliğinin dini kimliğinden daha önemli olmadığını belirtiyor. İnanmış Müslüman olarak Allah’ın verdiği bu şerefli ismi/kimliği, Müslüman kimliğini şerefle taşıma hakkından mahrum edilmesinin de bir totaliter dayatma olduğunu iddia ediyor. Evrensel insan haklarına karşı “Müslüman’ın insan hakları”nı talep ediyor. Karşımızda hakiki bir muhafazakâr duruşu var.
Bulaç için AİHM’nin dayandığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Batılıların din savaşları nedeniyle yaşadıkları acı tecrübenin sonucunda oluşan, dini kaynaklı normların siyasal-toplumsal alandan dışlanmasına dayalı, din ve Tanrı yerine insan aklını ikame eden bir zihniyetin ürünüdür. Bu nedenle AİHS, “farklı kimliklerin kendilerini özgürce ifade ve temsil etmelerine kapalı, özünde tekçi, tek-tipçi(dir) ve sosyo-kültürel totalitarizme açık”tır. Dolayısıyla AİHM’nin bir Türkiyeli Alevi’nin başvurusu üzerine nüfustan din hanesinin kaldırılması gerektiği yönünde karar alması “bir totalitarizm, bir dayatmacılık”tır. Çünkü Batı ile benzer tarihi yaşamamış bir ülkede “dinimiz, mezhebimiz ve ırkımızın başımıza iş açmadığı” bir gelenekte yer aldığımızı iddia ediyor Bulaç. AİHM kararının demokrasi ve hukukun salt azınlıklar için çalıştığı anlamına geldiğini, bunun hakkaniyetle ilgisi olmadığını söylüyor.
İsteğe bağlı
Bulaç, bu topraklarda din, mezhep veya ırkı nedeniyle kimsenin başına bir şey gelmediğini iddia ederken, “Osmanlı’nın tamamen yanlış politikalar ve zaman zaman haksız uygulamaları sonucunda Alevilerin çektiği sıkıntıları tabii ki istisna ediyoruz” diye kayıt düşüyor. Ama yine de Alevi sorununun Katolik-Protestan sorunundan farklı olduğunu, bu topraklarda farklı dinler ve farklı mezheplerin iyi kötü birarada yaşamış olduklarını öne sürüyor.
Bu topraklarda “küçük istisnalar dışında” din, mezhep ve etnik aidiyet üzerinden kimsenin başına bir iş gelmediği iddiası, Türk-Sünni muhafazakârlığının kadim efsanesi, 1895’ten itibaren yaşanan Ermeni kıyımlarına tarihsel-dinsel bir neden atfetmemeye özen gösterir. Alevilere karşı yürütülen ağır baskı politikası da istisna kabilinden bir detaydır. Bu Doğu toplumu güzellemesinin değerlendirmesini başka bir fırsatta yapmak üzere burada keselim.
Bu topraklarda kim olduğunu söylemek zorunda olmak insanın başına epeyi iş getirir. Bulaç, yalnız dini kimliğin değil, diğer üç kimliğin de nüfusta yer almasını öneriyor. Kendini örneğin esas olarak Arnavut olarak tanımlamak isteyene de imkan tanıyor. Bir de kültürel kimlik önerisi var. Buna cinsel yönelimler mi yazılacak, yoksa Doğucu Batıcı, tek eşlilik çok eşlilik tercihleri mi yazılacak? Bilmiyoruz.
Ali Bulaç’ın önerisi hakiki bir muhafazakâr öneri. Ne aklın üstünlüğünü ne de evrensel bir insan varlığını kabul eden, insanı dini, mezhebi, etnik aidiyeti içine hapsederek kişileştiren bu muhafazakârlık da modernliğin bir ürünüdür. Modernliğe karşı modern bir tepkidir. Modernliğin muhafazakâr, yerine göre reaksiyon karşı iç kutbunu oluşturur. Ali Bulaç’ın zannettiği gibi Doğu toplumlarına da özgü değildir.
Demokraside kişilerin toplumsal yaşamda ne olduklarını, ne düşündüklerini açıklamaları ancak kendi isteklerine bağlı olabilir. Müslüman/Sünni/Arap/çok eşli olduğunu insan isterse ilan edebilmeli. Ama nüfus cüzdanı bizim istediğimiz zaman çıkarıp istemediğimiz zaman göstermeyeceğimiz, kullanımı bizim yetkimizde olan bir evrak değil. Üstelik Bulaç dini, mezhepsel, etnik veya kültürel kimliğin, kaydını devletin tuttuğu bir evraka kazınmasını öneriyor. Sonra bu kişilerin bunu boyunlarında taşımak zorunda bırakılmalarını, içi boş hanelerle bile olsa, çoğunluğun şüpheli bakışları altında ezilmelerini istiyor. Çoğunluk hukukunu savunuyor.
Demokrasi ilkelerine taban tabana zıt bir muhafazakâr karşı tepkiden beslenen bir totaliter tınılı toplum önerisi var karşımızda. Ne olduğunu, kim olduğunu söylemek zorunda bırakarak, insanın devlet ve topluluk karşısında çırılçıplak kalmasını istiyor. Çünkü her koyu muhafazakâr gibi insanı siyasal kurucu olarak değişken nitelikleriyle değil, içine doğulan kimliklere teslim olmuş haliyle görmek istiyor. Üstelik bunun en mahrem noktalarını herkese göstermek mecburiyeti altında kalarak gerçekleşmesini öneriyor. Barthes’ın önerisini beğenmiyorsa, böyle bir toplumsal varoluşa bir sıfat bulmayı Ali Bulaç’a bırakıyorum.
Radikal 2 - 14 Kasım 2010