SEVİLMEYEN BİR IŞIK İNSANI DAHA
Hacı Bektaş-ı Veli’yi yazmaya başlarken; öncelikle bir konuyu sizinle paylaşmam gerekiyor. Işık insanları isimli yazımda da belirttiğim gibi, ne zaman bir ışık insanları konusu araştırsam, hep aynı durumla karşılaşıyorum. Yok edilmiş belgeler, çarpıtılmış bilgiler, sayısız yalanlar ve yoğun bir sis bulutuyla örtülü gizemler. Aynı durum Hacı Bektaş içinde geçerlidir. Çünkü o da sistemin bilinmesini istemediği, zorunlu durumlarda, mecburen isminin anıldığı, gerçekte Sünni zihniyetin nefret ettiği, sadece ışık insanlarının sıkı sıkıya yapıştığı bir erendir.
Örneğin Mevlana’nın törenlerine koşa koşa giden devlet erkânı, Hacı Bektaş törenlerine ya hiç gitmemekte ya da zorunlu olarak, temsili gitmektedir. İşin ilginç yanı oraya giden devlet temsilcileri de yuhalanmakta ve konuşma yapması bile istenmemektedir. Neden? Sokaktaki bir Sünni için Hacı Bektaş’ın adını bile anmak, anan o kişiyi hemen alevi yapıverir. Sağ görüşlü ve Sünni her kişi için Hacı Bektaş yasak isimdir. Mevlana’nın adı ve Müslümanlığı sürekli konuşulur ve her fırsatta onun adının geçtiği konferanslar verilirken, Hacı Bektaş söz konusu olduğunda, sessizliğin derin çığlığı ortamı kaplar. Oysa oraya gitmek istemeyen Osmanlıcı sağ görüşlü siyasetçilerin ve Işık insanlarının ortak yönüdür Hacı Bektaş. O halde bu kin, bu ayırımcılık, bunca yalan, Hacı Bektaş’a duyulan kin, ışık insanlarının devlete olan inançsızlığı neden?
Çünkü diğer konularda olduğu gibi, Hacı Bektaş nezdinde de ışık insanları devletle sorunludur, sebebi çok eskilere dayanan küskünlükleri vardır. Oysa yönetici sınıfın çok sevdiği Osmanlı’nın yeniçerisi Bektaşi ocağına bağlıdır. Hatta padişah bile birinci ortadan yeniçeri ve temsili Bektaşi’dir. ( Bektaşiler ve Aleviler aynı kökenden gelmektedir- İrene Melikoff) Öyle ise ışık insanları neden Osmanlıyı sevmez? Neden sağ görüşlüler, Osmanlıcılar ışık insanlarını sevmez? Neden ışık insanları tarih boyunca Osmanlı’ya başkaldırmış, Osmanlı ışık insanlarına toplu katliam uygulamıştır? İşte bütün bu soruların cevapları ile Hacı Bektaş konusu birbiriyle derinden ilgilidir. Bu soruların cevabının bir bölümünü “Osmanlıda Toprak Sistemi” adlı yazımda vermiştim. Şimdi cevabın kalan kısmını vermeye başlayacağım. O halde önce Hacı Bektaş nereden geldi, bu kişi kimdir, ona bakarak yazımıza başlayalım. Yazımızın konusu bu olsun.
DERGAHI KİM KURDU?
Bize hep söylenen yalanlardan biri de Hacı Bektaş’ın dergah kurmasıdır. Oysa Karahöyük’te yapılan kazılar, bize net bir şekilde Hacı Bektaş Dergahı’nın 5000 yıllık geçmişi olduğunu, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gösteriyor. Burasının bilinen ilk hali Ma ana tapınağıdır. Sonra Helenler döneminde Zeus tapınağına dönüştü. Hıristiyanların döneminde de Hagios Caralambos adlı bir azizin manastırı olarak işlev gördü. Selçukluların gelişi ile beraber Müslüman görünümlü bir dergaha dönüştü. En sonunda da bir ışık insanının mahlası olan son ismini aldı. Eski mabetlerin üzerine yeni hakim inancın tapınaklarının yapılışı ya da mabetlerin farklı inanç zümreleri arasında el ve isim değiştirdiği tarihin bilinen gerçeklerindendir. Aynı kural bu dergah içinde işledi. Yani bu dergah Hacı Bektaş’ın kurduğu bir dergah değildir. Beş bin yıldır orada olan bir dergahtır. Görüldüğü gibi kardeşlerim; en önemli yalanlardan birini ortaya çıkardık.
Hasluck; 19. Yüzyılda dergahı gezerek Seklan adlı bir eski çağ türbesi tespit etti. Bu dergahın varlığının Hıristiyanlıktan öncede var olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Prof.Dr Kemal Balkan; 1967 de Karahöyük’te yaptığı kazılarda dergahın 5000 yıllık geçmişini belgeledi.
Strabon; (Doğum M.Ö 63) Kapadokyayı anlatırken, aynı koordinatlar üzerinde büyük bir tapınaktan bahseder. “Qenasa’daki ( Venasa= Bu günkü Hacı Bektaş’ı da içine alan bir bölgenin eski çağ adı) Morimene’de ( o çağda bölgedeki illerden biri), üç bin hizmetkarı barındıran Qenasa Zeus’una ait bir tapınakla rahibe yılda yüz talantonluk bir gelir sağlayan verimli ve kutsal bir arazi bulunur.”
Bilge Umar; “ Ana tanrıça tapkısının egemen olduğu Kapadokya’da o tapkının merkezi olduğu kendi adı ile kanıtlanan Morimene bölgesindeki bu Quenasa=Venasa yöresinde, Aslında bir ana tanrıça tapınağı varken, nice yerde görüldüğü üzere Helenleşme döneminde o tapınağı bir Helen Tanrısı sahiplendi.” Dergahtaki ( Hacı Bektaş Dergahı) latince kitabe bu sözleri destekler bir kanıt olarak Meydan Evi’nin giriş kapısında hala durmaktadır. Öyle ya, dergahı Hacı Bektaş kurdu ise latince kitabenin orada ne işi var? Bu kitabeden Strabon da bahsetmektedir. M.Ö. 63 de doğmuş bir araştırmacıdan bahsediyoruz.
Yani daha ilk cümlelerde koskoca bir yalanı ortaya çıkardık. O dergahı Hacı Bektaş kurmadı. Var olan tapınakta bir görev edindi. Sadece bu gerçek bile Hacı Bektaş ile anlatılan yalanlar silsilesini en baştan çürütür.
HACI BEKTAŞ BİR MA TAPINICISIMIDIR?
Hasluck ve Melikoff gibi kendini Aleviliği ve Bektaşiliği araştırmaya adamış kişilerin, ‘Hacı Bektaş isminin bile şüphe götürür olduğunu, onun isminin Osmanlı tarafından bir tarikat markası olarak seçildiğini’ söylemesi çok önemli bir sonuçtur. Ama olay bu kadarla sınırlı değildir. Ayrıca bu dergahın bir gizli Ma dergahı olduğunu söyleyenler de vardır. Bu görüşe göre de Hacı Bektaş kendini kastre etmiş bir Ma rahibidir. Ama yine olay bu kadarla da sınırlı değildir. Çünkü bu dergah Ma tapınıcılığı sırasında da diğer zamanlarda olduğu gibi öyleymiş gibi göründü.
Dergahtaki ve diğer Hacı Bektaş tasvirlerinde, Hacı Bektaş’ın hayvanlara hakim haldeki resimleri ile arkeolojik kazılarda bulunan, aynı şekilde hayvan hakimiyeti olan Ma ana heykelciklerini benzeştirerek, Hacı Bektaş’ı Ma tapınıcısı olarak görmek büyük bir hata olur. Çünkü Ma tapınımı çok tanrılı, ilkel, hiç bir bilimsel yanı olmayan, rahiplerin kendini kastre ettiği, ilkel toplumların anaerkil dönemlerini anlatan, sosyal ve sınıfsal hiç bir açılımı ve çözümü olmayan bir inançtır. Bu gün Bektaşiliğin içinde erimiş bir çok ezoterik, çok tanrılı, semavi din kökenli ritüel ve uygulama gibi, bu resimlerde Bektaşiliğin çok renkliliğinden başka bir şey değildir. ( Bektaşilik bir inançlar karışımı ve bir bilinç birikimi olagelmiştir. Her zaman yerel inançları kendinde eritmiştir. Doğu Anadolu’da Acem ve Kürt ögelerle karışırken, Balkanlarda Hıristiyan düşünceleri özümsemiştir- Elizabeth Zachariadou) Zaten aksi yönde bir iddia insanlığın dini inançlarını Ma inancı ile başlatmak olur. Oysa henüz arkeolojik kazılar Anadolu’da,10 bin yıllık geçmişi aydınlatmaktadır. İleride çok daha eskileri aydınlatan belgeleri ortaya çıkaran kazılar yapılacağını düşünüyorum. Kaldı ki şimdiki bulgular bile, M.Ö 2000 yılındaki Ma inancından çok daha eski zamanlarda (Göbeklitepe örneğinde olduğu gibi) insanların tek tanrılı inanca sahip olduğunu göstermektedir. O halde nasıl olurda Hacı Bektaş’ı Ma inancı tapınıcısı gösterebiliriz?
Zaten arkeolojik kazılarda ortaya çıkan; Ma inancının hiç de sanıldığı gibi Anadolu insanının ortak inancı olmadığı gerçeğidir. Gerçek; Anadolu’da tapınakların bile diğer binalardan farklı yapılmadığı, sadece biraz daha büyük olduğu, insanların zengin, fakir diye ayrılmadığı, yediği yiyeceklerin bile aynı olduğu, çağına bakıldığında inanılmaz bir biçimde,tam anlamıyla, sosyalist yaşam şekilleridir. Bu tanıma Çatalhöyük kazılarındaki bulguları örnek verebiliriz. Oysa Ma inancının önerdiği yaşam bu değildir. Kaldı ki, ” Bilim gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır”, ” Her ne arar isen kendinde ara”, ” Daima iyiyi, güzeli, doğruyu öğrenebilmek için okuyunuz, okutunuz” diyen, tanrısal birliği savunarak Panteist bir inanca sahip bir kişinin, Ma inancını taşıması mümkün müdür? Bu kişi ancak on binlerce, belki de yüz binlerce yıllık Anadolu tarihinin bir döneminden itibaren saklanmaya mecbur kalmış (Ma tapınımı dönemi de dahil) o muhteşem ışık inancının bir önderi olabilir.
OSMANLI YAZICILARINA VE ARAŞTIRMACILARA GÖRE HACI BEKTAŞ NEREDEN GELDİ?
Şimdi Osmanlı yazıcılarının gözüyle Hacı Bektaş’ın nereden ve nasıl geldiğine bir bakalım.
Elvan Çelebi; Menaku’l Kudsiyye adlı eserinde, Hacı Bektaş’ı Baba İlyas’ın halifelerinden (60 halife) biri olarak göstermektedir. Bu halifelerden biri de, şeyh Edebali’dir. Elvan Çelebi, Baba İlyas’ın ikinci kuşak torunudur. Bu esere göre Babai isyanını Baba İlyas başlatmış, onun öldürülmesinden sonra Baba İshak Malya savaşına kadar isyanı devam ettirmiştir. Baba İlyas’ta Dede Garkın’ın halifesidir. Hacı Bektaş Elvan Çelebi’ye göre en azından son evrede ayaklanmaya katılmamıştır.
Eflaki; 1353 de yazdığı Menakıb’ı- Arifin isimli eserde Hacı Bektaş’tan bahseder. O da Hacı Bektaş’ın Baba İlyas’ın halifelerinden biri olduğunu onaylar. Onun bir ermiş olduğunu kabul eder ama İslamiyet’in kurallarını tanımadığını söyler. Aynı Eflaki “ Dünyanın bayındır kılınışı Rumlara verildi, yıkılması da Türklere bırakıldı” demiş kişidir. Eflaki Mevlevi’dir ve Mevlana’nın torunu Arif Çelebi’nin mürididir. Eserinde bir çok olayda Mevlana’yı Hacı Bektaş’a karşı üstün göstermeye çalışır. Hacı Bektaş’a küfür ettirir. Bunun nedenini anlamak için; o dönemin siyasal konjonktürünü iyi bilmek gerekir. Aşağıda o dönemi de kısaca anlatacağız.
A.Y. Ocak; Bektaşilik, Kalenderilik demektir diyor ve Bektaşiler, Hacı Bektaş’ın çevresinde toplanan ve ona bağlılığı yayan Kalenderilerdir diyor. Burada Kalenderiliğin ne olduğunu ve Hacı Bektaş’ın ne yaptığını konuşmak lazım. Ama o zaman konu dışına çıkarız. Kısaca Kalenderilik ile Hacı Bektaş’ın hiç ilgisi olmadığını söyleyelim. Zaten aşağıda bu fikrimizde neden ısrar ettiğimizi anlayacaksınız.
Abdülbaki Gölpınarlı; “Hacı Bektaş’ın Mevlana’ya karşı Türk Harsını koruduğu, Mevlevilerdeki Farsçaya karşılık Bektaşilerde Türkçenin işlendiği gibi götürü, yahut ısmarlama pek çok sözler duyuldu. Hatta onun bir Türkçü olduğu ve başında Ahmet Yesevi’nin bulunduğu bir teşkilat tarafından bu maksatla Anadolu’ya gönderildiği gibi, kargaları bile güldürecek hükümler verenler oldu. 237”
“….Hacı Bektaş bir halk isyanının arda kalanları tarafından ulu tanındı. Bilgisi, meşrep ve mezhebi bakımından yalnız medrese mensupları tarafından değil, tarikatçılar tarafından da kınanan bu zümre, ilk zamanlardan itibaren gizlenmeye lüzum görmüş ve tekkelerini, şehirleri bile dağ başlarında, ıssız yerlerde kurmuştur. Ortodoks Müslümanlıktan dışarı gören saltanat ve medrese, bu zümreyi vakıftan da mahrum etmişti. 240”
Gölpınarlı’nın; arayış içinde olan, Mevlana sempatizanı, Melamiliğe de özenen, gerçekte Sünni kafalı biri olduğunu söyleyelim. Ama kendisi için sakıncası olmayan konularda bazı gerçekleri yakaladığını da görüyoruz. Bize zaten bu lazım. İlk alıntı da; Türkçülük adı altında Mevlana’ya üstünlüğü vurgulanan Hacı Bektaş’a tahammülü yok. Bir delil bulsa Mevlana’yı Türkçü bile yapacak. Tabii bu duygusal, taraflı yaklaşım onu farkında olmadan bir gerçeğe götürmüş. Gerçekten de Hacı Bektaş’ın Türkçü falan olduğu yok. O hiçbir ırk ayırımı yapmadan, Anadolu’da yaşayan ışık insanlarını yok olmaktan kurtarmak için çalıştı. Elbette ışık insanlarının içinde Türkler de vardı.
İkinci alıntı da Gölpınarlı, bize acı gerçeği dile getiriyor. Hep saklanan, itilen, katledilen ışık insanları gerçeğini. Ama o da neden ışık insanlarının bu zulme maruz kaldığını söylemiyor. Çünkü söylese şunu dile getirmek zorunda kalacak: Işık insanları eşitliğe inandığı, zulme direndiği, sürü olmak istemediği, insan haklarından vazgeçmediği için hep zulme maruz kaldı.
Mikail Bayram; “Abdal Musa’nın, Fatma Bacı’ya yakınlığı bilinmektedir. Fatma Bacı’nın, Bacı teşkilatının ilk kurulduğu yer olan Kayseri’de Külah- duzlar mahallesinde oturduğunu ve Bacıların burada örgü ve dokumacılık yaptıklarını belirtmiştik. Kayseri’de bu mahallenin yakılıp yıkılmasından sonra Kırşehir’e giden Fatma Bacı’nın, burada da aynı sanatı devam ettirmiş olacağı tabiidir. Dolayısıyla, Abdal Musa’nın başındaki ak börkün, bacıların Kayseri ve Kırşehir’de ki Külah-duzlar mahallelerinde imal ettikleri külahlardan olduğu anlaşılmaktadır. Böylece, Yeniçerilerin börklerinin menşei aydınlanmış oluyor. Kırşehir’de Ahilerin katliama tabi tutulması, sonra diğer orta Anadolu şehirlerinde Ahilerin takibata uğramaları onların uç bölgelerine göç etmelerine yol açmıştır. Bacılarında Ahiler ile birlikte uç bölgelere gidip sanatlarını buralarda devam ettirdikleri muhakkaktır. Bu bakımdan Aşıkpaşazade’nin sözünü ettiği bükme elif tacın, yani yeniçeri külahının, bacıların imal ettiği ve menşe-i Kayseri’de ki külah-duzlar mahallesi olan külah modeline dayandığı kesinlik kazanmaktadır. Aşıkpaşazade’nin bu konudaki yorumunun eksik ve hatta maksatlı olduğu görülmektedir. 49”
Bu yazı aslen Yeniçeri börkü konusu için yazılmasına rağmen buraya koydum. Çünkü içinde bize ışık tutacak önemli bilgiler de var. Kayseri’nin bir zamanlar ışık insanlarının yurtlarından biri olduğu, burada Ahilerin ve Bacıların sosyal örgütlenmeyi düzenlediği gerçeği ile karşılaşıyoruz. Moğolların Kayseri’yi yakıp yıkması sonrası buradaki ışık insanları Anadolu’nun kurtuluşu için her yolu denediler. Mecburen yönlerini batıya çevirdiler. Bu arada Velayetname’de Hacı Bektaş’ında sık sık Kayseri’ye gittiğini, artık Sünni egemenlerin eline geçmiş yönetime karşı savaş verdiğini görüyoruz. Aynı şey Ahi Evren içinde geçerlidir. O da Sünni zihniyetin baskıları sonucu Kayseri’yi terk etmek zorunda kalıp, daha kırsal bir bölge olan Kırşehir’e gitmiştir. Hacı Bektaş’ında tercihi yine erkin elini pek uzatamadığı bu kırsal bölgedir. Ahi Evren, Hacı Bektaş, Fatma Bacı ve diğerlerinin bu bölgede buluşması tesadüf değildir.
Fatma bacının da hiçte dergâhta yaşayan bir ruhban olmadığını da görüyoruz. Bir diğer gerçekte; bir zamanlar ışık insanlarının hiçte en alt tabakadan ibaret olmadığı, yönetici, önder erklerine sahip, kararlar alabilen, savaşabilen liderler yetiştirebildiği gerçeğidir. Evet, bir zamanlar ışık insanı yöneticilerinin yaşamı düzenlediğini, teşkilatlar kurarak düzeni koruduğunu görüyoruz.
Hıristiyanlıktan sonra, bu seferde İslam’ın zulmü ile savaşmak zorunda kalan ışıklar, artık bir kaos ortamının içine düşmüşlerdi. Aynı anda bir yanda Bizans, bir yanda Selçuklu, bir yanda Moğollar Anadolu’yu kan gölüne çeviriyor, kendi egemen yönetici sınıf dinlerinin istediği gibi sürüler yetiştirmenin önündeki en büyük engel ışıkları yok ediyorlardı. Öyle ki, bazen ışıklar ile savaşırken, birbirlerinin ordularına destek veriyorlardı. Malya savaşında Selçuklu’nun Işıklara karşı Hıristiyan asker kullanması gibi. Moğol, Selçuklu dayanışması gibi. Kürtlerin bu katliamlar sırasında her savaşta yer almaları gibi.
Kürtler, Osmanlı zamanında da bu katliamlarda öncü rol oynayacak, soykırım yapacak, bir zamanlar ışık insanlarının yaşadığı yerlerde bir tek ışık insanı dahi bırakmayacaktı. O nedenle de Osmanlı tıpkı Selçuklu gibi Kürtlere hep imtiyazlar tanıyacak, çapulculuk yapmalarına göz yumacak ve kullanmaya devam edecekti. Çünkü Kürtler ilkel yaşam şekilleriyle, insan ve kadın haklarının olmamasıyla, aşiretler yoluyla dini temalı, kölelik sistemiyle yaşadıkları için tamda egemenlerin istediği gibi bir topluluktu. Kürtler ünlü Ermeni sürgünü sırasında da büyük katliam ve çapulculuk yaptılar ama yine korundular. Kimse burada gerçekten bir katliam olduğunu ama bu katliamı Kürtlerin yaptığını dillendiremedi. Çünkü yine Kürtler korunmalıydı. Bu gelenek Cumhuriyet döneminde de devam etti. Kürtlerin aşiret sistemine dokunulmadı, toprak reformu yapılmadı, aşiret reisleri yoluyla oy devşirildi, onlar kanalıyla gelişen her türlü kaçakçılığa göz yumuldu, devlet kademesinde kayrılmalarına göz yumuldu. Ama tek uyanık elbette Anadolu’da kurulan egemen devletler değildi elbette. Bir gün geldi başka ülkelerin egemenleri de Kürtleri kullanmaya başladı ve PKK ya da PYD gibi bu sefer de Türkiye egemenlerine sorun çıkaran örgütler çıktı. Eğer insanları köpekleştirir ve köpek gibi yaşatırsan, bir gün gelir o köpeği sana karşıda havlatırlar. Kısacası diyalektik yine işlemişti.
Claude Cahen; Baba İlyas’ın Anadolu’ya gelişinin, 1231’de Celalü’ddin Manguberti’nin ölümünden sonra, Alaüddin Keykubad’ın Rum beldesine yerleştirdiği Harezmli’lerin ardınca olabileceğini düşünmektedir. Bu düşünce tamamen bir hezeyandan ibarettir. Harezmli’ler Moğolların önünden kaçan bir boydur. 1. Alaeddin Keykubat onların özellikle Orta Anadolu’da yerleşmelerine izin verdi. Şunu anlamamız gerekiyor. Türkler tarihleri boyunca hiçbir dini ekol geliştirmediler. Gittikleri yerde ki hakim inancı kabullendiler. Öyle Babalık, Pirlik gibi ünvanların Türklük ile uzaktan, yakından ilgisi yoktur. Bütün bu kişi ve onlar kanalıyla gelişen aksiyonlar hep ışık insanlarının eseridir.
Aşıkpaşazade; Tarih-i Ali Osman’da Hacı Bektaş’ın hiçbir Osmanlı padişahı ile ilgisi olmadığını, kardeşi Menteş ile beraber Horasan’dan geldiğini, 1240 Babai isyanına katıldığını, kardeşi Menteş’in bu isyan sırasında Sivas’ta şehit düştüğünü yazar. Bu sözlerin sonunda yazısını şöyle tamamlar. “Hacı Bektaş sırrını, keşif ve kerametlerini, her nesi varsa Hatun Anaya emanet etti. Kendisi meczup bir derviş idi. Şeyhlik ve müritlikten uzaktı. Abdal Musa derler bir derviş vardı. Hatun Ana’nın muhibbi idi. O zamanda Şeyhlik ve müritlik fazla yoktu. Tarikat silsilesi de bulunmuyordu. Hatun Ana, onun (Hacı Bektaş’ın) üstüne bir mezar yaptı. Geldi Abdal Musa bir nice gün burada kaldı.”
Abdal Musa velâyetnamesi bu sözleri destekler niteliktedir. “O ilahi sırlarla dolu ve gerçek yüzlü ve latif gözlü ve güler yüzlü Sultan Hacı Bektaş Veli, Tanrı aziz sırrını kutsasın, bir gün hayatında otururken mübarek nefesinden nutka gelip şöyle dedi. Ey erenler, Genceli de genç ay gibi doğan adını Abdal Musa çağırtan. Beni isteyen gelsin, orada bulsun. Hünkar Hacı Bektaş vefat edince, Abdal Musa dünyaya geldi”. Bu sözler çok önemli ve anlamlıdır. Ayrıca Abdal Musa ve Hacı Bektaş arasında 100 yıllık fark olduğunu da belirtelim.
Aşıkpaşazade’ye göre Baba İlyas Rum beldesine Ertuğrul Gazi ile gelmişti. Bu arada Aşıkpaşazade’nin bu kitabını 1478 de yazdığını da ekleyelim. Yani Hacı Bektaş’ın ölümünden 207 yıl sonra. Aşıkpaşazade kendisinin Baba İlyas’ın Oğullarından Muhlis Paşa’nın torunu olduğunu söylüyor.
Hacı Bektaş ile ilgili en eski iki belge onun adının geçtiği 1295 ve 1297 tarihli iki adet vakıf belgesidir. Bu belgelerde sadece onun adı geçmektedir. Başka bir bilgi yoktur.
Hacı Bektaş’tan sonra ışık insanları yaşam savaşlarına devam ettiler. Abdal Musa’da bu savaş sırasında ortaya çıkmış önderlerden biridir. Kendisinin Hacı Bektaş’ın bayrağını devralması anlamlı değildir. Çünkü bir çok bilge ışık insanı tam 2 bin yıl boyunca özgürlükleri ve inançlarını yaşayabilmeleri için emek verdiler. Bayrak zaten hep elden ele geçti. Sonradan uydurulan Bektaşilik ile ne Hacı Bektaş’ın ne de Abdal Musa’nın ilgisi vardır. Sorun ve kasıtlı olan söylem bu insanları tutup Horasan çöllerine bağlamaktır. Bu insanlar Türk değillerdir. Horasan’dan falan gelmemişlerdir. Kaldı ki Türk kökenli dahi olsalar onlar artık ışık insanlarıdır. Bu Horasan konusunda daha önceki yazılarımda detaylı bilgi verdim. ‘Horasan’dan gelmek’ kelimesindeki gerçekleri anlattım. Işıklar için Horasan (ışığın kaynağı) kelimesinin Tanrı anlamına geldiğini, bu yüzden istisnasız tüm ışık insanı bilge ve ereninin Horasandan geldim dediğini anlattım. Aşıkpaşazade de bu Horasan yalanını tekrarlıyor. Ne de olsa Osmanlı’nın adamlarından biri. Elbette Aşıkpaşazade de Osmanlı’ya hizmet için onların isteğine uygun kurgu yapıyor.
VELÂYETNAMEYE GÖRE HACI BEKTAŞ
Hacı Bektaş Velâyetnamesi; Osmanlı yazıcılarının kaleme aldığı, en erken nüshasının 17. Yüzyıl olduğu bir Osmanlı propaganda kitabıdır. Hacı Bektaş’a ait değildir. O dönemde Safevi devleti ile olan propaganda yarışında iki tarafın da yazdığı uydurma, kendine göre oynadığı, İmam Cafer buyruğu isimli kitabın da yazılış mantığı aynıdır.
Aslında Hacı Bektaş’a ait bu güne kalan hiçbir eser yoktur. Sözlü söylenceler zamana, şartlara ve dillere göre değişerek ışık insanlarının felsefesini anlatarak, tıpkı diğer erenlerin dilinden olduğu gibi Hacı Bektaş’ın da dilinden bu güne kadar gelmiştir. Bu gün ışık insanlarının Hacı Bektaş’ın sözüdür diyerek dillendirdiği bir çok söz bu güne kadar uzanan zaman diliminde ışıkların dünya görüşünü şartlara göre ifade etmesinden başka bir şey değildir.
Velâyetname; bölge halkının Hacı Bektaş ile ilgili anlattığı hikâyelerden, Osmanlı’nın çıkarlarına dokunmayacak olanların seçilerek, istenildiği gibi bilgileriyle oynanarak yazılmış, kendi içinde çelişkilerle dolu bir kitaptır. Ancak anlatılan bazı şeyler simge dili ya da hal dili kullanılarak anlatıldığından yazıcı burada ki gerçek anlamı fark edememiş ve zararsız bularak yazmıştır. İşte burada devreye biz gireceğiz ve söz arkeolojisine başvuracağız. Sık sık yaptığımız gibi.
HACI BEKTAŞ KİMİN MÜRİDİ, KİMİN TORUNU?
Önce Velâyetname de ki uydurmalara değinelim. O devrin şartlarında, derin cehaleti göz önüne alırsak, insanların nasıl olsa hiçbir şeyi sorgulamadığı, sorgulayanların katledildiği bir dönemde Osmanlı yazıcıları istediği gibi yalanları arka arkaya yazabilmiştir. Örneğin; Velâyetname’ye göre Hacı Bektaş Musa-ı Kazım’ın 3. Kuşaktan torunudur. Musa-ı Kazım 799 da Hacı Bektaş 1271 de vefat etti. Arada 472 yıl var. Bu kadar zamanda -insanların ömrünün o dönemde ne kadar kısa olduğunu da düşünürsek- sadece 3 kuşak mı doğdu? Arada sadece 3 kişi mi var? Bu kuşaklar 150-200 yıl mı yaşadı? Zaten bu durumda Hacı Bektaş Arap oluyor. Her ne hikmetse bu Arap Anadolu’ya gelip Türkçü, Türkçe konuşan bir milliyetçi olup çıkıyor? Hem de kadın haklarını, bilimi savunuyor. Üstüne bu Arap Horasan’dan ama ille de Horasan’dan gelen bir Türkmen olup çıkıyor. Nasıl olsa sen ne diyorsun diyen yok.
“Hacı Bektaş-ı Veli, İbrahim-al-Sani diye anılan Seyyid Muhammed’in oğludur. Seyyid Muhammed, Musa-i Sani oğludur. Musa, İbrahim Mükerrem-al-Mucab oğludur….İbrahim-al-Mucab, İmam Musa-i Kazım’ın oğludur. Musa-i Kazım Cafer-i Sadık oğludur. Velayetname-14”
Bir diğer yalana geçelim. Velâyetname’ye ve iki yüzlü araştırmacılara göre Hacı Bektaş Türkistanlı Ahmet Yesevi’nin mürididir. Ahmet Yesevi 1160 da öldü. Hacı Bektaş ise 1271 de. Arada 111 yıl var. Ahmet Yesevi’den 40 yıl sonra dünyaya gelen biri nasıl onun müridi olabilir? Üstelik aynı Ahmet Yesevi Bektaşilik ile yüz seksen derece zıt Nakşibendiliğin de kurucusu sayılır. Düşünebiliyor musunuz; tarih boyunca Bektaşilerden nefret etmiş, onlarla sürekli Mevleviler gibi erk savaşına girmiş Nakşibendilik ve Bektaşilik aynı kökten çıkıyor!!Burada bir konudan bahsetmeliyim. Yukarıda anlattığım yalanın dillendirilmesinden sonra, egemen güçlerin uşağı yalancı tarihçiler bu sefer de, utanmadan, Hacı Bektaş’ın, Ahmet Yesevi’nin müridi Lokman Parende’nin müridi olduğunu iddia etmeye başladılar. Hem de düne kadar sarıldıkları Yesevi’den vazgeçerek. Ne de olsa kendileri gibi yalan üstüne yalan söyleyen Velayetname yazıcıları var. Yani Hacı Bektaş 40 yaşında iken 5 yaşında olan birinin müridi oluyor öyle mi? Yalan üstüne yalan. Nasıl olsa kimse araştırmıyor, sorgulamıyor. Salla gitsin. Bu gün bile kiremit kalınlığında kitaplar yazıp, aynı iddiayı tekrarlayan meslek şerefi olmayan tarihçiler ortalıkta cirit atmıyor mu?
“Sultan İbrahim-al-Sani, Hacı Bektaş’a öğretim yaptırmak istedi, bilgin bir adam aradı. Bu şehirde dediler, bilgin, üstün keramet sahibi bir adam vardır; Türkistan’ın doksan dokuz bin pirinin piri Hacı Ahmet Yesevi’nin halifelerindendir; adına şeyh Lokman-ı Perende derler. Velâyetname-19″. ” Hoca ( Ahmet Yesevi) erkana uygun olarak Hünkar’ı tıraş etti, emanetleri verdi….var seni Rum’a saldık, Sulucakaraöyük’ü sana yurt verdik, Rum Abdallarına seni baş yaptık. Velâyetname-35”
Velayetname öyle desteksiz sallar ki üç ayrı zamanın insanını bir araya getirirken bile Hacı Bektaş’ı hem Yesevi’nin hem Lokman Perende’nin müridi yapar çıkar. İnsanın bunları okurken mizahi şeyler yazası geliyor. Ama tüm bunlar bizim acı gerçeklerimiz. Kardeşlerim; her yanımızdan yalanlarla çevriliyiz. Hem de bilinçli söylenen yalanlarla.
DERGAHI HACI BEKTAŞ MI KURDU?
Diğer bir yalanda Hacı Bektaş dergâhının 1240 yılında Hacı Bektaş tarafından kurulduğu yalanıdır. O dergâh arkelojik olarak kesinlikle ispatlanmış bir şekilde 5000 yıllıktır. Belki kazılara devam edilse idi, tarih daha da eskilere gidecekti. Bu konuya yukarı da değindik. Aslında bu yalanı Velayetname’nin kendisi en baştan çürütür. Hacı Bektaş’ın dergâha gelişinin anlatıldığı bölümde zaten var olan dergâh, açıkça tanımlanır. İdris ve Kadıncık Ana’nın kontrolünde birden fazla binadan oluşan bir yerdir orası. Gördüğünüz gibi öyle desteksiz ve problem çıkmayacağına inanarak yalan söylüyorlar ki, bari Velâyetname’ye uygun uyduralım deme zahmetine bile katlanmıyorlar.
“Yunis Mukri’nin İbrahim, Süleyman, Saru ve İdris adında dört oğlu kaldı… İdris’in ahiret hatunlarından bir karısı vardı. Adına Kutlu Melek derlerdi, aynı zamanda kendisini sayıp ağırlarlar, kadıncık diye hitap ederlerdi… bir gece Kadıncık, belinleyip uykusundan uyandı. İdris sebebini sorunca Kadıncık acayip bir rüya gördüm dedi… On dört gecelik dolunay eteğimden koynuma girdi. Yakamdan çıkmak istedi, yakamı tuttum. Yenimden çıkmak istedi, yenimi tuttum. Bu sefer eteğimden çıkmak istedi, oturdum yere kapandım, derken belinleyip uyandım. İdris Kadıncık dedi, güneş peygamberdir, ay eren. Senden bir çocuk dünyaya gelecek, erenlerden olacak….”
“….Bu rüya üstüne bir hayli zaman geçti. Bir gün kadıncık bazı kadınlarla beraber çamaşır yıkamaya, kaynak başına gitmişti. İleriden Hacı Bektaş belirip çıkageldi…Kadıncık hemen kalkıp koştu, evine vardı, bir parça ekmeğin içine yağ koydu, getirip Hünkar’a verdi….Oradan kalkıp Sulucakaraöyük İBADETHANEsine vardı, İBADETHANEYE GİRİP oturdu. O vakitten bu ana değin o İBADETHANE damını, duvarını yenilemediler, öylece durur. Akşam oldu, köylüler gelip ibadet ettiler, dağıldılar. Gece vakti gene geldiler, ibadet edip evlerine gittiler. Hiç bir Tanrı kulu Hünkar’a kimsin, nesin demedi….Yatıp uyudular. Gece yarısında İdris belinleyip uyandı. Kalkıp elbisesini giydi…..Sabahleyin İBADETHANEYE GELİNCE gördü ki pencerelerden aydınlık çıkıyor. İBADETHANEDE çırağ yakmamıştık. Bu ışıkta nedir diye şaşırdı….İdris bunu görünce koşup eve geldi, Kadıncık da abdest alıyordu. İdris, Kadıncık dedi, o gördüğün düş zuhur etti; o er MEYDANEVİ‘nden gelen dervişten başkası değil….İkisi de kalkıp İBADETEVİNE geldiler. Vilayetname-48-50″
Burada da söz arkeolojisi yapalım. İlk pasajda İdris’in eşiymiş gibi tanıtılan kişinin aslında oraya sonradan gelen bir ana olduğu görülüyor. O kişinin Kutlu Melek gibi tuhaf bir isimle adlandırılması, onun sevilip orada ağırlanması İdris’in eşi için, zaten orada yaşayan biri için, söylenecek sözler değildir. İdris ismi de tesadüf değildir. Işık inancında İdris ismi (İslam’a İdris peygamber diye sonradan giren) büyük bir bilge için kullanılır. O insanlığa hemen her şeyi öğretendir. Terziliği, yazıyı o öğretmiştir. İnsanlara bu gün ışık dini dediğimiz dini de o öğretmiştir. O kendi Tanrı inancını ışık insanlarına anlattı. Yaşamın ışıkla başladığını anlattı. Onun Sümer dilindeki adı Enki idi.
Kutlu Melek kelimesi de, kutsal kitap diye adlandırılan, Sami kitaplarında da sık sık geçer. Bu kelimeden kastedilen kutsal kadındır. Kutsal, bilge kadın, ışık insanı. Üç ana figürün ögelerinden biri. Doğuran, doğurtan ve doğan. Yani Tanrı. Bu kişilerden kastedilen aslında Tanrı’dır. Yani Tanrı Hacı Bektaş’ın oraya gelmesini istemiştir. İlk alıntıda sanki kadıncık Hacı Bektaş’ı doğuracakmış gibi anlatılırken, ikinci alıntıda Hacı Bektaş oraya öylesine gelen, varlığı bile fark edilmeyen, kadıncık ananın da tanımadığı, sıradan biri olarak anlatılıyor. Ancak Hacı Bektaş ışık saçma mucizesini gerçekleştirince fark ediliyor. Çünkü ilk alıntıda Tanrısal bir karar, tıpkı doğum gibi anlatılırken, ikinci alıntıda ışık insanlarına ışık tutacak, önceleri sıradan ama sonradan tercih edilmiş birinin liderliği ele alışı anlatılıyor. Yani Hızır zor durumdaki ışık insanlarına Hacı Bektaş’ı lideriniz yapın demiştir.
Buradaki bir diğer konuda insanların akşamları ibadethaneye gelip ibadet etmesidir. İnsanlar gece de ibadet etmektedir. Hangi dinde gece ibadet vardır? Hemen cevabı verelim: Işık insanları gündüz çalışırlar ve ibadetlerini gece yaparlar. Bu gün dahi ışık insanları akşamları toplanır, deyişler söyler ve semah dönerler. O halde semah dönmek gibi bir ibadeti Hacı Bektaş’ın getirmediği bir gerçektir. İnsanların hiç tanımadığı Hacı Bektaş geldiğinde ibadet zaten bu idi. Hacı Bektaş kendisi de ışık insanı olduğundan, orayı tercih etti. Gidip bir camiye sığınmayı ya da bir Sünni dergâhında yaşamayı düşünmedi. Kırsalda, gözlerden uzakta inancını devam ettirmeyi seçti. Çünkü o da bir mağdurdu. Öyle Yesevi’nin şaşaalı bir şekilde haydi seni Anadolu’ya gönderdik dediği biri değildi. İleride anlatacağımız gibi Seyitgazi erenleriyle mucize yarışına falanda girmedi. Belli ki ya Malya savaşından, ya da mesela Kayseri gibi Sünni egemenlerin baskı kurduğu bir şehirden kaçmıştı.
Son olarak her iki pasajda da Hacı Bektaş geldiğinde eskiden var olan bir ibadethanenin zaten olduğunu, bir meydan evinin olduğunu yani kısacası oradaki dergâhın zaten var olduğunu net bir şekilde görüyoruz.
RUM ABDALLARI
Velâyetnamedeki söz arkeolojisi gerektiren en önemli olaylardan biri de Rum Abdalları konusudur. Hacı Bektaş Hindistan’dan İran’a kahramanlıklar yapıp, sonunda Anadolu’da görevlendirilirken, birden karşısına Rum Abdalları çıkar. Üstelik bu Abdalların merkezi de bakın şu tesadüfe ki Seyyid Gazi’nin türbesinin olduğu Sivrihisar’dır. O dönemlerde henüz İslam’ın girmediği, hele hele türbelerin, geleneksel İslami ermişlerin kök salmadığı bir bölge olan Eskişehir’in bir İslami din merkezi olması imkânsızdır. Bahsi geçen yer gerçekte Işık insanlarının binlerce yıldır kutsal saydığı, son ismi Battal Gazi olan ama gerçekte kim bilir kaç bin yıl öncenin bir ereninin gömülü olduğu bir dergâhtır. Bu dergâh Osmanlı imparatorluğunun kurulma kararını da veren, kendine bin yıldır zulüm üstüne zulüm uygulayan Hıristiyan Bizans’tan kurtulmak için savaşan, bu yüzden de sonraları Müslümanmış gibi görünen, ışık insanlarının başkentidir. Bu başkent; stratejik sebeplerden dolayı bir süreliğine meşaleyi Hacı Bektaş önderliğinde yine binlerce yıllık Sulucakarahöyük dergahına devreder. Ama Seyitgazi her zaman ışık insanlarının en önemli dergâhı olarak kalır. Burası Yunus’u da çıkaran dergâhtır.
1572 de 2. Selim’in gönderdiği bir fermanda Seyitgazi’de ki ışık insanlarının Mahya (Hacılar Bayramı) şenliklerinden bahsedilmekte ve bu kutlamalar günahkârlık olarak adlandırılmaktadır. “Anadolu Beylerbeyine, Kütahya ve Seyyid Gazi kadılarına hüküm ki; Halen Seyyid Gazi medresesine müderris olan Mevlana Yahya mektup gönderip, o makamdan daha önceleri reddolunan Işık Taifesi ( hüzme, ışığın parçası) hankahının (tekke) hizmetini yapmak ve onarıma muhtaç olan yerlerini geçici olarak tamir edip mal sahibi ettirmemek şartıyla mültezim (işletmeci) olduklarında, Allah rızası için hizmet etmek ve talebeye riayet edip, önceki kötü ve günah işlere bağlı adetlerini bırakıp, Ehl-i Sünnet ve cemaatten olup beş vakit namaza devam edip, yoluk ve çıplak gezmemek üzre, o hizmette bulunmak, izn-i hümayun verilip, bu güne kadar o hizmette bulunmaktadırlar. Lakin, adı geçenler, talebe ile birlikte olup, vakıf ürününden başka, vakıf için etraftan gelen sadaka ve adakları kendine alıp, evkafın önemli yerlerini onarmayıp, cami ve mezarı şerifin içinde tabl hane yapıp, yılda bir kez Mahya dedikleri bidatları yine peydah edip, etraftan nice günah işleyenler toplanıp, adı geçen kutsal yerde davul, nakkare, saz ve kopuz çalınıp, vakıf malı lüzumsuz yerlere harcanmak üzredir.”
Görüldüğü gibi bu dergâh Osmanlı döneminin sonlarında bile kendi inancını yaşamakta ve şeklen Müslüman görünmektedir. Burada kullanılan Işık tayfı sözüne dikkatinizi çekerim. Tam anlamı Işık tayfı ışık huzmesi demektir. Yani ışık insanları. O yerde ışık insanlarının hankahı yani tekkesi yani ibadethanesi. Safevi ile savaşa kadar Osmanlı, Anadolu’nun bu muhteşem dinine mensup insanlarına böyle hitap etti. Yani ışık insanları. Işığın oğulları. Hiç Kızılbaş ya da Alevi demedi. Yani ışık insanları hiçbir zaman Müslüman değildi. Alevi de değildi, Kızılbaş ta.
Şimdi Velayetname’den Hacı Bektaş ile Seyitgazi erenlerinin karşılaşmasını okuyalım.” Hünkar Hacı Bektaş Veli Rum ülkesine yaklaşınca, mana âleminden Rum erenlerine, esselamüaleyküm Rum’daki erenler ve kardeşler diye selam verdi. Bu sırada Rum ülkesinde elli yedi bin Rum ereni sohbette meclisteydi. Rum’un gözcüsü de Karacaahmet’di. Hünkâr’ın selam verdiği, Fatma Bacı’ya malum oldu. Bu kadın Sivrihisar’da Seyyid Nurettin’in kızıydı, henüz evlenmemişti, meclisteki erenlere yemek pişirmedeydi. Karacaahmet de Seyyid Nurettin’in müridiydi. Fatma Bacı ayağa kalkıp Hünkâr’ın bulunduğu tarafa döndü. Elini göğsüne koydu, üç kere aleykümselâm dedi, yerine oturdu. ”
“Meclistekiler bu hali görünce, kimin selamını aldın dediler. Fatma Bacı Rum ülkesine bir er geliyor, siz erenlere selam verdi, onun selamını alıyoruz dedi. Erenler, dediğin er nereden geliyor dediler. Fatma Bacı, kendisi dedi, Horasan erenlerinden, fakat şimdi Beytullah tarafından geliyor, dedi. Erenler ne yapmalı ki dediler, Rum ülkesine girmesin. Rum ülkesine gelirse ülkeyi o er alır, halkı kendisine muhip eder, artık Rum’da bize oyun kalmaz. Bir şey yapalım da Rum ülkesine sokmayalım…(Erenler ve Hacı Bektaş arasındaki masalsı mücadelelerden sonra Rum erenleri yenilgiyi kabul eder ama Hacı Bektaş’ın yanına gitmek istemezler. Ama Hacı Bektaş mucizeleri ile onları yanına getirtir. Buna rağmen ondan delil isteyen Rum erenlerine Hacı Bektaş gökyüzünden inen fermanı gösterir. Bundan sonraki cümleler ise çok ilginçtir. ) Hünkâr başlarındaki kisveleri tekbir etti, onlara tevella telkin eyledi. Böylece Rum ülkesine TEVELLAYI Hünkâr getirdi. Rum erenleri Hünkâr’a müridlerinden onar mürid verdiler. Hünkârın adını IHTIRIMCI koydular. Hünkâr bütün TAVLALARDAN boşanan bizim tavlamızda eğlensin. Fakat bizim tavlamızdan boşanarak hiç bir yerde eğlenecek yer bulmasın, kaşınacak tırnak dahi bulunmasın dedi. Rum erenleri makamlarına gitmek için izin istediler. Hünkâr her birine bir nasip sundu. Karacaahmet’e, Sultan Hoca Ahmet Yesevi, bize bir dev vermişti. O vakitten beri bize hizmet eder, onu sana armağan verdik, artık size hizmet etsin, ölümünüzden sonrada, mezarınızı beklesin dedi. Erenler izin alıp makamlarına gittiler.Velâyetname -40″
Öncelikle yukarıda anlattığımız, geldiğinde kimsenin tanımadığı, silik Hacı Bektaş’a bakalım. Sonrada bir mistik kahraman gibi gelen Hacı Bektaş’a bakalım. İşte Velayetname bunun gibi sayısız çelişki ile doludur. Bu yüzden bize düşen söz arkeolojisi yapmak.
Burada hikâyenin arasına gizlenmiş cümleler bize birçok ipucu veriyor. İnsanların Müslüman olmadığı bir bölgede, Seyitgazi’de, ışık insanları, Selçuklu döneminde zor günler geçiren orta Anadolu ışıklarını organize etme görevini, Hacı Bektaş’a veriyor. Seyitgazi belli ki üst makam. Hacı Bektaş bir ıhtırımcı. Yani örgütçü. Düşünelim; neden Horasan’dan gelmiş, arap kökenli bir ermiş örgütçülük yapsın? Neyin örgütçülüğünü yapsın? Sadece bu tanım bile bize birçok ipucu veriyor. Hacı Bektaş darmadağın olmuş Orta Anadolu ışıklarını topluyor, bir araya getiriyor. Malya savaşı sonrası tekrar toparlanmak için elinden geleni yapıyor. Gerek Ahi Evren, gerek Saru Saltık, gerek papaz görünümlü ışıklar, gerek halife diye adlandırılan kendi adamları, gerekse bu günkü Yunanistan’a kadar uzanan bölgelerde ki ışık insanlarıyla işbirliği içine giriyor. Kah Kayseri ye gidiyor, kah Selçuklu devlet adamlarıyla didişiyor, kah Türkmenleri organize ediyor. Ama hep akılcı. Onunla beraber sanki peygamber soyunu, daha da açığı Hz Ali’yi sevme anlamında Tevella inancı, devamında da Ali’yi sevmeyeni sevmeme anlamındaki Teberra inancı başlıyor. Çünkü bir şekilde Müslüman gibi görünmek zorunda olduklarını anlıyorlar. Hıristiyanlığa karşı yaptıklarını İslam’a uyarlıyorlar. İnsanda simgeleşen Tanrı bu sefer Ali adını alıyor. Yani İsa oluyor Ali, Saint George oluyor Hızır. Işıklar Saint olurken, bu sefer oluyorlar seyit. Bu anlatıda geçen müthiş bir ipucu da Tavla kelimesinde gizli. Tavla bir arada yaşayan at grubu demek. Bir anlamı da aynı düşüncede bir araya gelen insan topluluğu demek. Burada dini inanç anlamında kullanıldığı açık. Yani diğer dini inançlarla ilgisi olmayan, onlara inanmayan, -bütün tavlalardan boşanan- kendine özgü inançları olan, kendilerine ait tavlaları bulunan ışık insanlarına, ışık dinine Hacı Bektaş hizmet etsin denmektedir. Son olarak Hacı Bektaş’ın Karacaahmet’e hediye ettiği dev konusunda bir cümle edelim. Dev güç demektir. Koruyucu demektir. Hacı Bektaş’ın devi Seyitgazi’ye göndermesi kendisinin Seyitgazi’ye tabi olduğunu, gücün kaynağının orası olduğunu, korunması gereken sır merkezinin orası olduğunu gösterir.
HACI BEKTAŞ’IN ERMİŞ MAKAMINA ÇIKARDIKLARI KİŞİLER VESİLESİYLE MESAJLARI
İBRAHİM HACI
Hacı Bektaş genellikle çoban olmak üzere, bir çok kişiyi erenlik makamına çıkarır. Bu bildik mucizelerin arkasındaki söylenmek istenenleri bulmakta bizim görevimiz. Örneğin çoban olan İbrahim Hacı’yı erdirdikten sonra Bozok ve Uçok’ta görevlendirir. Bu anlatı sırasında Dede Garkın isimli bir erenle irtibatlı bir grup onun makamına karşı çıkar ve makamı geri alır. Buradan anlıyoruz ki Hacı Bektaş’ın ıhtırımcılık görevi sırasında onun erkini kabul etmek istemeyen başka fraksiyonlar var.
“Hünkar ..çobana adın ne dedi. Çoban adım İbrahim Hacı dedi…İbrahim Hacı bir anda nasibini aldı, gözünden perdeler kalktı, erenlik mertebesini buldu. Hünkar Hacı’ya yürü dedi, Bozok’la Uçok’u sana yurt verdik..kendisinin ölümünden sonra Dede garkın oğulları geldiler, İbrahim Hacı’nın oğullarına…Bektaş’ın tacı elifi ve hüseynidir, geyik derisi Dede Garkın’ındır..dediler…zorla Dede Garkın’lılara verdiler. Vilayetname 42”
BAHAEDDİN BOSTANCI
Yine Bahaeddin Bostancı bostan görevlisi iken erdirilir. Kayseri’de görevlendirilir. Burada ilginç olan tüm olanlar sırasında Hacı Bektaş’ın, Hızır ile beraber olmasıdır. Hacı Bektaş Velayetname’nin bir çok yerinde Hızır’la sohbet eder ve yardımlaşır. İslam ile hiç ilgisi olmayan, tamamen Anadolu kaynaklı bu Hızır kimdir? Neden Hacı Bektaş ile bu kadar yakındır? Cevap açık. Hızır Işık dininin Tanrısıdır. Bir eren falan değildir. Burada insan bedenine girmesi ile panteistik mesaj bir kez daha verilirken, diğer bir mesajda Tanrı Hacı Bektaş’ın yanındadır mesajıdır. Bir diğer konu da yine Kayseri ilinin konu olmasıdır. Velayetname’de Kayseri ismi sık geçer. Çünkü Kayseri özellikle Moğolların işgalinden sonra, ışık insanlarının kontrolünden çıkar. Artık ışık insanları kendi şehirlerinde bir suçlu muamelesi görürler. Ama mücadeleleri devam eder.
” Hacı Bektaş…gene Hızır’la buluştu, bir bostana girdiler…baktılar ki ileride bir bostancı durmada…Hünkar… icazet verip..nasibini aldın dedi..Hızır’la beraber kalkıp gitti. Vilayetname 44″
BOSTANCI BABA
Bu örnekte görüldüğü gibi Hacı Bektaş dürüst ve cesur ışık insanlarını yanına almıştır. Bu yiğit insanlar, bulundukları bölgede her geçen gün artan Sünni baskı karşısında, Hacı Bektaş gibi düşünmüş ve mücadelenin içine girmiştir.
“Denizli şehrinden bir harami vardı…tövbe edersem elbette Tanrı tövbemi kabul eder…Hünkar’a halini arz etti….değnek ne vakit yeşerir..o vakit Tanrı tövbeni kabul etmiştir…yıllar geçti…bari şu kötü kişiyi de yok edeyim de bahçeyi bozup gene haramiliğe başlayayım..bir vuruşta canını aldı…bir de ne görsün, değnek yeşermiş..Denizli’de tekkesi vardır”
SARU SALTIK
Saru Saltuk aslında ışık inancının en gizemli kişisidir. Sadece Anadolu’da değil, Bu günün Rusya Ukrayna, Romanya, Arnavutluk, Bosna gibi birçok Avrupa ülkesinde de bir eren olarak bilinir. Hıristiyanlar onu öyle benimserler ki Hasluck onu Saint Nicholas ile özdeşleştirir. Biliyorsunuz; Hıristiyanlık inancına göre, bu aziz ünlü Noel babadır. Hatta bir çok yerde sevilen aziz kimse, Saru Saltuk ismi onun ismine çevrilir. Bu durum Müslüman din adamları tarafından da öyle benimsenmiştir ki; Kanuni Ebu Suud Efendiye ”Bu Saru Saltuk kimdir?” diye sorunca, Ebu Suud “ Hıristiyan bir keşiştir” diye cevap verir. Ama çok sevildiği fark edilince Osmanlı Saru Saltuk içinde kendi işine geldiği gibi bir Saltukname yazdırmayı ihmal etmez. Tabii bu Hıristiyan keşiş!! Birden pek Müslüman bir sofu olur çıkar!!! Bu kişi ışık insanlarını merak eden, araştıran herkes için araştırılması gereken birisidir. Ama en başta ışık insanları bu kişi ile ilgili doyurucu araştırmalar yapmak zorundadır. Zorundadır çünkü; Saru Saltık ve onun gibi yiğitlere gönül borçları vardır.
Hacı Bektaş Velâyetname’de, aslında bir çoban olan Saru Saltuk’u erdirir ve onu Karadeniz bölgesine gönderir. Yine Hızır’ın yardımıyla Saru Saltuk masalsı mücadeleler verir. Velâyetname’de kısa tutulsa da Saru Saltuk’un bir çok ülkeye gittiğini bir çok yerde anılmasından anlıyoruz. Bu da Hacı Bektaş’ın Anadolu’yu kurtarmak, bir devlet kurmak, ışık insanlarının yok edilişini önlemek için nasıl çalıştığının bir diğer örneğidir. Belli ki Saru Saltuk’ta bu amaç için canını ortaya koymuş bir ışık insanıdır.
“ Hünkar haydi dedi seni Rum ülkesine saldık….Saru Saltuk’a bir yayla yedi ok verdi…Sinop üzerinden Karadeniz kıyısına..geldi…oradan…Gürcistan’a yürüdü…seccadeyi denize serdi…seccade rum ülkesine doğru yol aldı. Kaligra adlı bir kalenin yanına geldi….Kale Lazoğlanlarından bir kafir beyinde…Hızır’ı çağırdı. O sıralarda Hünkar Kızılca Halvet (cemevi) te oturmuş, Hızır peygamberle sohbet ediyordu. Hacı Bektaş Saru Saltık çağırınca Hızırım dedi..Hızır hemen kalktı…Velayetname 82”
AHİ EVREN
Hacı Bektaş denilince ilk akla gelen isimlerden biri de Ahi Evrendir. Ahi evren Hacı Bektaş’ın can yoldaşıdır. Dava arkadaşıdır. Sık sık buluşup kararlar aldığı kişidir. Işık inancının silahlı gücüdür. Velayetname’ye göre Ahi Evren Denizli’den Konya’ya, oradan Kayseri’ye, oradan da Kırşehir’e ( Gülşehir) gelir. Muhtemeldir ki Moğol kuşatmasında Kayseri’yi savunanlardan biridir. Belki de Kadıncık ve Hacı Bektaş’ta Kayseri’den aynı sebeple ayrılmak zorunda kalanlardandır.
Sünni din otoriteleri Sadettin Konevi örneğinde olduğu gibi, ona Konya’nın küsen Sünni din adamlarını getirtir. Onu ısrarla Sünni erenlerden yapmaya çalışır. Bir kısmı Ahilik Mısır’da başladı. Bunu Müslümanlar icat etti. Oradan da Anadolu’ya geldi derler. Bir kısmı da Sünni eren Ahi Evren’i, Sünni egemen Nurettin Caca’ya öldürtürler. Yani kardeşlerim; yalanın, eklemleyip, bükmenin sonu yok. Aynı otoritelerin ona Ahi Evren demesi bile, hem aşağılama, hem de gerçeği itiraf demektir. Ama ağızlarından çıkanı bile bilmezler.
Sünni zihniyet neden ona Evren diye isim taktı? Düşündüğünüz gibi evren burada uzay anlamına gelmiyor. Canavar, vahşi hayvan anlamına geliyor. Düşünün bir ermiş, hem Sünni bir ermiş neden böyle bir ad ile anılsın? İşin daha komiği bunun sebebi onun canavara dönüşmesi imiş. Her nedense bu Sünni ermiş, hep Hacı Bektaş ile birlikte. Sık sık buluşuyorlar. Her ne hikmetse bu canavar hep Sünnileri korkutuyor, pes ettiriyor. Hacı Bektaş ile özellikle Hırka dağında buluşup, uzun uzun konuşuyorlar. Bu canavara dönüşme Velayetname’de de geçiyor. Ahi Evren’in, Selçuklu yöneticileri ile başı hep dertte. Sünni ne kadar din adamı var ise, tekkelerinde, saraylarda keyif çatarken, Sünni!! Ahi Evren kırsalda sürekli Hacı Bektaş ile özgürlük için savaşmakta. Aslında bu gerçeği bilen yalancı din tarihçileri bana göre, bilerek ona Evren diyorlar. Bir yandan onun ismini asimile etmeye çalışırken bir yandan da sinsi bir şekilde onu canavara benzeterek aşağılıyorlar. Oysa gerçekte onun lakabı Ahi Eren’dir.
Şimdi detayları Velayetname’den dinleyelim.
“ Hacı Bektaş’la Ahi Evren birbirlerini pek severlerdi. Hatta Ahi Evren bir gün sohbet ederken kim dedi, bizi şeyh edinirse onun şeyhi Hacın Bektaş Hünkar’dır…Ahi Evren yedi renkte bir deri boyardı. Bu üstü kapalı dururdu…Gammazlar Kayseri Sancak beyine burda ulu bir üstad saraç( tabak) var. İşçileri çırakları çok. Her gün dilediği kadar deri satıyor, ondan da vergi almak gerek dediler. Kayseri beyi birkaç adam gönderdi…Kapıyı açıp içeri baktılar, bir de ne görsünler? Tabakhanenin içi evrenle dopdolu. Hepsinin gözleri külhan alevi gibi parlamada. Ağızlarını açıp kendilerine karşı kükrüyorlar. Akılları başlarından gitti…Bundan sonra Ahi Evren Kırşehri’ne geldi, orda yerleşti…Ahi Evren’e Hünkar’dan bahsettiler, kerametlerini söylediler. Hünkar’ı görmek, onunla görüşmek istedi….O tepenin üstünde buluştular….bir kere daha.. tepenin üstünde birbiriyle buluştular. Hacı Bektaş Veli gene bir kere Ahi Evren’i ziyaret için yola çıktı….Ahi Evren’in tekkesine gittiler….Hünkar Ahi Evren’le Kırşehri’nden beri Gölpınar kıyısında sohbet etmedeydi. Velayetname 92”
“Kırşehrinde Ahi Evren derler bir derviş var, onunla görüşmeye gitti diye haber verdi….O sırada Hacı Bektaş Ahi Evren’le önce anlattığımız pınar kıyısında o ağacın başında oturuyordu…Ahi Evren hemen Evren şekline girdi, bir anda oraya vardı, elbiselerin üstüne çöreklendi, kuyruğunun üstüne başını koydu. ..Elbiselerin üstünde koca bir ejderha var. Velayetname 101”
Biz Velayetname’den sadece birkaç isim tanıttık. Velayetname’yi okuduğunuzda, bu isimlerden daha çoğunu görürsünüz. Müslüman keşişten, Frenk diyarındaki papaza kadar. Bunu yapma nedenimiz bir gerçeği size belgesiyle sunmaktır. O gerçekte Hacı Bektaş’ın bir çok yiğitle beraber, ışık insanlarının geleceği için ömrü boyunca çalışmasıdır. O bir ışık eridir. O bir tekkede oturup mucizeler gösteren bir şeyh değildir. O halkını korumaya çalışan bir cesur yürektir.
NURETTİN CACA ( HOCA) OLAYI
Kadıncık Ana’nın kaynı, İdris’in kardeşi, Sarı İsmail Hacı Bektaş’ın varlığını Kırşehir beyi Nurettin Caca’ya ispiyonlar. Sonrasını Velayetname’den dinleyelim.
“Nurettin Hoca’ya vardı. Sultanım dedi, kardeşimin evine bir derviş geldi, garip halli bir kimse. Kalkıp bir yere gitmez. Bir adam gönderinde bu dervişi ordan yollasın. Bunun üzerine Nurettin Hoca bir naip gönderdi. Naip…dervişin oturmakta olduğunu gördü…bundan böyle siz burada oturamazsınız. Hacı Bektaş..beni kimse buradan ayıramaz..Naip…Kırşehri’ne gitti. Hünkar’ın sözlerini Nurettin Hoca’ya söyledi. Nurettin hemen atına bindi, Sulucakaraöyük’e geldi. Üçpınar’a varınca pınar başında bir dervişin oturduğunu gördü…dervişsiz misiniz dedi. Hünkar evet dedi, bize ne buyuruyorsunuz? Nurettin Hoca Hünkar’ın tırnaklarıyla bıyıklarını uzamış gördü…Nurettin Hoca Hünkar’a bu tırnaklarınızı niçin kesmezsiniz dedi. Hünkar şahin pençesiz olmaz dedi. Nurettin Hoca peki dedi ya bıyıklarınızı niye kesmiyorsunuz? Hünkar şahin çelenksiz olmaz diye cevap verdi.”
“Nurettin Hoca Hünkar’a kızıp abdest alın da dedi namaz kılalım…Hünkar su getirin dedi..hizmetçi hemen gidip su getirdi..Hünkar suyu ellerine döktü, bir de baktılar ki kıpkızıl kan olmuş. Nurettin Hoca’ya bu kanla abdest almak doğru mudur diye sordu. Nurettin Hoca doğru değil dedi…kendisi maşrapayı alıp..doldurdu..Hünkar suyu avucuna döktü, yine su kıpkızıl kan kesilmişti. Nurettin Hoca bunu görünce büyüye yordu, derviş dedi, kalk, gönlün nereye isterse oraya git, seni bir daha buralarda görürsem ocağını yıkarım.”
“ Nurettin Hoca bu sözleri söyleyince Hünkar, yarın öğleyin dedi, seni tutarlar, oğlancıklarını bile görmeye izin vermezler, bir yaş derinin içine korlar, öyle bir yere götürürler ki bir torba toprakla bir avuç arpa, canını kurtarmana sebep olur. Sonra öyle bir yere varırsın ki uçar kuşları görünce hasret çeker, acaba bu kuşcağızlar, bizim ilimize uğrar mı diyerek zarı zarı ağlarsın. Nurettin Hoca bu sözlere fena halde kızdı, eğer dedi yarın öğleye kadar dediklerin başıma gelmezse gör de bak, sana neler ederim ben.”
“ O gece yattı, ertesi gün Kırşehri’ne hareket etti. Kırşehri’ne yakın Yüceırkadca denen yere varınca abdest alıp öğle namazını kıldı. Bir de baktı ki yedi tane bey, karşıdan çıka geldi. Bunlar, hemen, Nurettin Hoca sen misin dediler. Evet benim dedi. Padişah emretti dediler, seni nerede bulursak aman vermeyeceğiz, evine gitmene bile izin vermeyeceğiz, tutup bağlayıp yaş göne sararak götüreceğiz dediler…yaş göne sardılar, Sultan Aliyüddin Padişah’ın huzuruna götürdüler. Padişahın her tarafı kireçle sıvanmış derin bir zindanı vardı, pek kızdığı kişileri oraya attırırdı. Bu zindana atılanların gözleri, kireçli duvara baka baka, üç yıla kalmaz, kör olurdu. Nurettin Hoca’yı da oraya attırdı. “
“Nurettin Hoca Hacı Bektaş’ın sözlerini hatırlayıp ah eder, eyvahlar olsun, öyle bir azizin kadrini bilemedim, ona kötülük ermeye niyetlendim der dururdu. Gene Hacı Bektaş’ın sözlerini hatırlayıp zindancıya bir avuç toprakla bir avuç arpa getirtti. Toprağı yere saçtı, üstüne de arpayı serpti, su verdi, arpa bitti. Yeşil arpaya baka baka gözlerine zarar gelmedi.”
“ Bir müddet sonra Sultan Alaeddin, Nurettin Hoca’yı zindandan çıkarttı, onun gözleri de öbürleri gibi kör olmuştur dedi. Nurettin’i Padişah’ın huzuruna götürdüler. Gözlerinin kör olmadığını görünce sebebini sordu, anlattı. Sonra da uç illerden bir yere tayinini emretti. Emrini yerine getirdiler, ömrü boyunca artık Rum ülkesine gelemedi. Kuşları gördükçe Hünkar’ın sözlerini hatırlar, acaba bu kuşcağızlar, bizim illere uğradılar mı der, ağlardı. Ölümünden sonra tabutunu Kırşehri’ne getirdiler, oraya gömüldü, mezarı ordadır. Velâyetname 55”
Önce bir konuyu dile getirmeliyim. Bir yukarıda padişahlar gibi Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş’a bakın bir de ispiyoncuların garip halli diye tanımladığı, hiçte korkmadığı, değer vermediği, istemediği Hacı Bektaş’a bakın. Her iki Hacı Bektaş’ta aynı kitapta!
Bu olayı detaylı şekilde işlememin bir nedeni var. Tıpkı Herodot’un tarihi gibi Velâyetname deki bazı olaylar gerçektir. Nasıl ki Herodot’un kitabındaki Truva’nın gerçek olduğu ortaya çıktı. Bu Nurettin Hoca olayının da gerçek olduğu ortaya çıkmıştır. Eminim Velâyetname’de anlatılan birçok olay da gerçektir. Bu toprakların geçmişlerine karşı sorumluluk hisseden evlatları tek tek tüm hikâyelerin gerçekliğini araştırmalı ve gerçekleri gün ışığına çıkarmalıdır. Bir diğer konu da 1. Alaeddin Keykubat ışık insanlarına iyi davrandığı için anlatıcıların her iyi hükümdarın adını Alaeddin ya da Aliyüddin diye anmalarıdır. Şimdi olayın tarihte nasıl gerçekleştiğini konuşalım.
Nurettin Hoca ya da Caca Mevlana’nın has adamlarından biridir. Ayrıca Moğol koruması altındaki Selçuklu devletinin başveziri Muineddin Pervane’nin en yakın arkadaşı ve yardımcısıdır. Pervane İran asıllıdır. Muineddin Pervane’nin Mevlana ile yakınlığı ise dillere destandır ve Mevlana’nın her eserinde adı geçer. Hele Mevlana’nın Pervane’ye yazdığı mektuplardaki övgülerinin haddi hesabı yoktur. Nurettin Hoca Moğol kökenlidir ve asıl adı Cibril Nurettin’dir.
Konunun detaylarını başka bir yazımızda konuşuruz ama kısaca size o günün tablosundan bahsetmem gerekiyor. Dönem; Moğolların Anadolu’yu işgal ettiği dönem. Bir tarafta İzzettin Keykavus’un yanında olup, Moğolları bu ülkeden sürüp, sömürge olmaktan kurtarmaya çalışan Hacı Bektaş ve arkadaşları, diğer tarafta Moğol uşağı, topladığı ağır vergiler ve katliamlarıyla ünlü Rükneddin Kılıçarslan ve yakınlarının yanında olan Mevlana var. İşte bu Nurettin Caca da, Moğol işbirlikçilerinden biri. Zaten kendi de Moğol. Yukarıdaki söylencede Hacı Bektaş’ın Caca’ya söylediği kanla abdest alma benzetmesinde o devirde yapılan zulüme, katliamlara gönderme var.
Olayın gerçekliğine gelince: 1254 de İzzettin 2. Keykavus , bazı emirlerin kaçırıp, Kayseri de Sultan ilan ettiği Rükneddin’i yendi ve onu tutan beyleri de birer birer yakaladı. Bu beylerden biri de Caca idi. En az iki yıl zindanda kaldı. O dönem zindana atılanları yaş göne sarıp, duvarı beyaz kireçle kaplı zindanlara atarak kör etme uygulaması gerçekten de vardı. İki yıl sonra Moğollar Baycu komutasında İzzettin 2. Keykavus’un ordusunu yendi. Sonrasında da hapisteki beyler gibi Caca’da kurtarıldı. Bütün bu olaylardan sonra Caca gözden düştü ve Eskişehir emirliği gibi Selçuklu devletinin en uzak illerinden birinde emirlik yaparken öldü.
Bu hikâyeden çıkardığımız sonuç Hacı Bektaş’ın Anadolu’da örgütçü kimliği ile doğru orantılı olarak, yönetici sınıf ile iletişim halinde olduğudur. Kimi zaman onlarla çarpışmış, kimi zaman da ortak hareket etmiştir. Burada Nurettin Hoca karşısında tırnak, bıyık benzetmesi ile Hacı Bektaş güçlü olduğunu ima etmiştir. Buralarda bizim sözümüz geçer demiştir. Ardından kanlı su benzetmesi ile de “Sizin kıldığınız namaz geçerli değildir. Çünkü sizin ellerinizden kan akıyor, insanları haksız yere öldürüyor, onların mallarını ellerinden alıyor, onları köle gibi kullanıyorsunuz. Zaten bizim dinimizde sizinkinden farklıdır. Bizi sizin gibi inanmaya zorlamayın.” demek istemiştir. Burada; Hacı Bektaş’ın, Velâyetname’nin birçok yerinde sürekli namaz kılan, Kabe’ye giden, oruç tutan, çilehaneden çıkmayan biri olarak tanıtılmasına ( Osmanlı yazıcılarının istediği gibi) rağmen, satır aralarında gerçek Hacı Bektaş; yani namaz kılmayan, İslam’a göre yaşamayan Hacı Bektaş anlatılmaktadır. Hacı Bektaş hep namaz kılmamakla suçlanır. Eflaki örneğinde olduğu gibi Mevleviler başta olmak üzere tüm Sünni tarikat mensupları Hacı Bektaş’ı İslam’a göre yaşamamakla suçlamaktadır. Bu doğrudur. Çünkü Hacı Bektaş Müslüman değildir. Doğal olarak ta Müslüman gibi yaşamamakta ve cem yaparak ibadet etmektedir. Velâyetname’de de cem yaptığı defalarca vurgulanmaktadır. Kızılca Halvet adı verilen cem evini de kuran bizzat kendisidir. Soruyorum size; İslam da cem yapmak diye bir şey var mıdır?
HACI BEKTAŞ MEVLANA İLİŞKİSİ
Osmanlı yazıcısı zoraki bir hikaye ile Mevlana ile Hacı Bektaş’ eşleştirmek, kaynaştırmak istemiş. Oysa ikisinin hiçbir ortak yönü olmadığı ortadadır. Biri halkı için oradan oraya koşturan, savaş veren, diğeri ise oturduğu şehirden dışarı bile çıkmayan, sarayla al gülüm ver gülüm yaşayan, yöneticilere övgü dolu mektuplar yazan biri. Üstelik Mevlana onca eserinde Hacı Bektaş’tan tek kelime etmemiş . Belli ki ikisi hiç karşılaşmadı. Belki de birbirlerinin isimlerini bile duymadılar. Ama amaç Hacı Bektaş’ı da Mevlana gibi düzen taraftarı, egemen inancı olan Sünni inançlı biri olarak göstermek olunca elbette Hacı Bektaş’ı da bir yerlere bağlamak gerekiyor. Türk yaparlar, Arap yaparlar, yetmez Muhammed’in soyuna bağlarlar, padişah çocuğu yaparlar, namaz kıldırır, hacca gönderirler, çile çektirirler.
“ Hünkar..Saru.. tez Konya’ya, Molla Celaleddin’in huzuruna git, onlarda bir kitabımız var, onu al gel. Saru İsmail hemen yola düştü. (Bu Saru ispiyoncu Saru) Konya’ya yaklaşınca gördü ki Molla Celaleddin çıkageldi…Saru İsmail, bir gün su ılıtmıştım, mübarek arkanızın kirceğizini arıtsam dedim; şimdi onun vakti değil, Molla Celaleddin’de bir kitabımız var, Konya’ya git onu al gel dedi….Molla Celaleddin bu sözleri duyunca dedi ki; Hacı Bektaş’ı Veli katına her gün yedi deniz, sekiz ırmak uğrar. Onların suya girmeye ne ihtiyaçları var ki, böyle dedin erenler? Saru İsmail bu sözü duyduktan sonra efendim dedi, kitabı verin de gideyim. Molla kitaptan maksat, bu anlattığımız öğüttü dedi. Bunun üzerine Saru İsmail vedalaşıp geri döndü. Velayetname 85“
İşte hikaye bu. Zoraki eşleştirme. Anlamsız sözler. Hacı Bektaş’ın yıkanmaya ihtiyacı yok. O ermiş biri. Bunu öğrenmek için sen Mevlana’nın yanına git. O sana öğretsin. Saçma sapan, anlamsız, zoraki bir karşılaştırma. Bak bunlar birbirini onaylıyor, aynı yolun yolcusu demeye getiriyorlar. Bu yazıcı, bu hikayeyi yazmadan önce keşke Mevleviler’in Hacı Bektaş’a bakışını inceleseydi. Mesela Ariflerin Menkıbeleri’ni okusaydı. Mevlana’nın o eserde nasıl Hacı Bektaş’ın boğazını sıkarken küfrettiğini bilseydi.
HACI BEKTAŞ’IN ELMA TOPLAMA HİKAYESİ
“Bir gün Hünkar Saru’ya, kalk ta dedi, seninle biraz bağda, bahçede gezelim…Saru dedi, gönlümüz yemiş ister, çık şu elma ağacından elma devşir. Vakit kıştı, yer karla örtülmüştü. Saru Hünkar’a kış günü dedi, hiçbir ağaçta bir yaprak bile yokken yemiş mi olur? Hünkar Saru dedi, sen aşağıda dur, ağaca ben çıkayım….Hünkar Saru dedi, yukarıya bak, nice güzelim elmalar var, hangisini koparayım. Saru yukarıya bakınca birden Hünkâr’ın hayâlarını gördü. Fakat baktı ki biri ak gül, öbürü kızıl gül. Başını aşağıya indirdi, onun gerçek erenlerden olduğunu anladı. Velâyetname 58”
Bu hikâye de Osmanlı yazıcısına fark ettirilmeden yazdırılmış, geleceğe taşınmış bir gerçeği bize anlatıyor. Kırmızı ve beyazın Anadolu’nun ezoterik rengi olduğu gerçeğini. Tarih boyunca Anadolu’da kurulan neredeyse tüm devletler kırmızı beyazı, hatta ay yıldızı bayrakları yaptılar. Çünkü ay dişil, güneş eril simge idi. Bu birleşmeden adeta bir çocuğun doğuşu gibi bir devlet doğuyordu. Hıristiyanlığın Anadolu ışıklarından çaldığı teslis inancıydı bu. Beyaz yaşamın başlangıcı, ışığın rengiydi. O tüm renkleri içinde barındırıyordu. Tıpkı Tanrı gibi. Kızıl ya da kırmızı ise Tanrıya kavuşma heyecanını yaşayan, onu arzulayan erme yolundaki insanı simgeliyordu. Bu renklerin testis sembolünde belirtilmesi, Anadolu ışıklarının bayrağını ben taşıyorum mesajıdır. Lider, güç benim mesajıdır. Yani zor günler yaşayan Işık dinini yaşatmak adına, Seyitgazi’den aldığım yetki ile savaşanların lideri benim mesajıdır.
Ne yazık ki bazı yorumcular; kırmızı beyaz testis sembolünü kendini kastre eden Ma dinine mensup rahip anlamında algılıyorlar. Bu düşünce baştan sona hatalar içeriyor. Öncelikle kastre edilen birinin testisinin biri kırmızı biri beyaz olmaz. İkisi de parçalanmış ve başlangıçta mora yakın, sonra koyu renkli, deri rengine yakın bir renk alır. Ama asıl önemli olan ışık inancı ile Ma inancını özdeşleştirmek yada birbirinin devamı olarak görmek hatasıdır. Ma inancı ile ilgili olarak yukarıda detaylı olarak konuştuk. Eklememiz gereken şey ışık inancının gerçekleridir. Bu inançta kendine zarar verme yoktur. İnsan bedeni kıymetlidir. Ona asla eziyet edilmez. Hele hele kendini kastre etmek, kabul edilemez bir ilkelliktir. Evlenmek, çocuk sahibi olmak önerilir. Bir insanın kendi cinsiyetini yok etmeye çalışması ışık inancında, ancak bir sapıklık olarak görülür. İnsanlık erdemi üzerine yükselen bu din, çağımız insanına verecek hiçbir şeyi olmayan ilkel Ma dininin kuralları ile aynılaştırılamaz. Kaldı ki Ma inancında, kendini kastre eden erkeklere kadın adıyla hitap edilmez. Onlar kutsal erkeklerdir.
Yine Velâyetname’de ki Hacı Bektaş’a Saru isimli müridinin Ece diye hitap etmesinden yola çıkarak, yukarıdaki iddiayı edenler bu sözleri de kendilerince belge olarak sunuyorlar.
“ Hünkâr, mübarek eliyle sudan alır, civarına serperdi, serptiği yerden buğu çıkardı, göğe akardı. Saru bu hali görüp Hünkâr’a Ece dedi. O civar halkı, Hünkâr’ı ece diye anarlardı. Bu söz Oğuz dilinde eren, evliya demektir. Velâyetname 72”.
Zaten bu söz yazıcının da tuhafına gitmiş olacak ki; Oğuz dilinde evliya demektir diye kıvırıyor. Elbette Ece kraliçe demek. Görüldüğü gibi burada da bizlere bir mesaj var. Namaz kılan, oruç tutan hem Arap, hem Türkçü ama her ne hikmetse İslam’ı yaşamamakla suçlanan bu erene neden kadın lakabı takılsın? (Aslında takılır. Öyle ya; Peygamber soyundan gelen Arap erene, kendini kastre ettiren zihniyet bunu da yapar tabii.) Zaten kadın lakaplı birinin, neden peşinden gidilsin? Işık dininde kadın kıyafetiyle gezen, ya da hareketleri kadın gibi olan, ya da kendini kastre ederek kadınsı olmaya çalışan var mıdır? Öyle ya bu durum da Yunus da, Abdal Musa‘da aynı durumda olmalıydı. Onlara da Ece denmeliydi. O halde neden sadece Hacı Bektaş’a Ece deniliyor? Cevabı çok açık. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi bir zamanlar burası Ma ana tapınağı idi. Tabii ondan öncede ışık dini tapınağı idi. Ma dini hakim inancı gelince orası kadın önder görünümlü bir tapınağa dönüştü. Tıpkı Zeus tapınağı olduğunda erkek önder görünüme dönüşmesi gibi. Ancak Hıristiyanlık ile beraber Meryem ana figürünün de etkisiyle durum eşitlendi. Ama sonuç olarak orası hep kadın erenlerin, son ismiyle Bacıyan-ı Rum’un çok etkin olduğu bir merkez olarak kaldı. Hacı Bektaş geldiğinde, o dönemin şartları gereği yönetimi bir erkeğe veren kadın erenler, geri plana çekilmeyi tercih etti. Ama orası, gönüllerde binlerce yıl kadın erenlerle anılan bir yer oldu. İşte bu tanımlama Bacıyan-ı Rum’a bir göndermedir. Yani aslında kadın erenlerin etkin olduğu yerin, Hacı Bektaş tarafından devralındığını anlatan ve bir vefa örneği olarak ta aslında orası kadın erenlerin yeridir mesajını veren bir sözdür bu. Yani Hacı Bektaş bizim gönül ecelerimize vekalet ediyor denilmektedir. Aslında bu devir bir milattır. Çünkü sonraki dönemlerde, Bu dergah hep erkeklerin öne çıktığı bir tapınak olarak kalacaktır.
MOLLA SADETTİN OLAYI
“Aksaray’da Molla Sadettin derler bir bilgin vardı. Bu bilgin..Kayseri’de bir erene muhip olmuştu. Her yıl onu ziyarete giderdi. Giderken de Tuzköy’üne uğrar, köyün kahyasına konuk olurdu. Bir yıl gene o köye uğradı, kahyaya konuk oldu. Kahya buralarda bir eren belirdi, bir çok kerametleri var. …Yalnız bir hali var, köy mescidine gidip namaz kılmıyor da kendi dervişleriyle cem ediyor. Bu yüzden bazı fakılar onu cemaati terk ediyor diye yeriyorlar dedi. Molla Sadettin..bu er nerde? Kahya Sulucakaraöyükte…Hünkar’ı buldular.”
“ Hünkar’da geldi, selam verdi. Mollaların hiç biri selamını almadı. Kimsecikler Hünkar’a yer göstermedi, onu ağırlamadı. Hünkar sekinin üstüne çıktı, oturdu. Vilayet elini uzattı. Sadeddin’in ağzından soktu, yüreğini tuttu, çıkardı, sıktı, hatta üç damla kan, sekinin altına damladı. Molla Sadeddin bunu gördü, aklı başından gitti, sekinin altına düştü…Mollaya ne oldu diye başına üşüştüler…bir müddet sonra aklı başına geldi, dört bir yana bakındı, Hünkar’ı göremedi….Kavlimiz böyle miydi dediler, hani bilgince sorular soracaktın, halbuki karşısına oturdun, ağzını açtın, derken aklın başından gitti, yere yıkıldın, kendinden geçtin. Biz seninle uğraşırken dervişte kaybolmuş. “
Molla Sadettin bir kere daha Hacı Bektaş’ı bu kez namaz kılarken görür. Ardından bu kez Nurettin Hoca olayındaki gibi Hacı Bektaş’ın bıyığı ve tırnağı konusu işlenir. “ Hünkar’a malum oldu. Said’im dedi (Sadeddin) bende erin tırnaklarıyla bıyıklarını kesecek bir kimse ararım şu alemde, eğer gücün yeterse kes…gücü yetmedi, bir tırnağını bile kesemedi..bıyıklarını kesmeye uğraştı, bunu da başaramadı. Velayetname 99”
“Derken ibadet vakti geldi, Sadettin ayağa kalktı. Hünkar Sadettin dedi, niçin ayağa kalktın? Sadettin ibadet vakti oldu dedi, abdest alacağım. Hünkar Hakka giden Hak uğrum Hakkı için biz abdest almayız, amma sen alacaksan al…Sadettin suyu eline dökünce baktı ki kan olmuş. Şaşırıp kaldı…ibriği bir başkasına, sonra öbürüsüne verdi..Sadettin eline döktükçe baktı ki kan. Hünkar Said’im olmaz dedi ve Saru İsmail’e Said’e bizim ibriğimizi ver de onunla abdest alsın dedi. Said o ibrikteki suyla abdest alıp içeri geçti, imamlık etmek istedi. Hünkar…erin önüne geçip imamlık edecek er görmedik, sen edebilirsen et, biz de uyalım dedi…Sadettin tevhid getirip ibadete durdu. Gözünden perde açıldı, Kabe’ye dek her yanı gördü. Baktı önü, Hünkar’la doldu. Sağına baktı, soluna baktı, gördü ki her yerde Hünkar var. Başını kaldırdı, yukarıya baktı, arşa dek Hünkar’la dolu olduğunu gördü…Velayetname 103”
“..bir karataş vardı. Hünkar daima o taşın üstüne oturur, bazı kerede yatardı..o taşın üstüne yattı. Molla Sadettin’i çağırıp yağmur yağdı, şu ibadethanenin üstüne çık da damını loğ taşıyla düzelt dedi. Sadettin dama çıktı..şeytan kalbine vesvese verdi..bu kadar bilgim, hünerim vardı, bir derviş, hepsini bıraktırdı, kendisine kul etti beni….bari şu taşı kafasına atayım da ölsün..Hünkar’ın üstüne yuvarladı. Hünkar Allah deyip taşı tuttu…Said’i yalnız başına Kızılırmak’ın Aksaray keçesine sürdüler. Velayetname 104”
“..Hünkar Said’i çağırdı….suda üç erbain çıkarman gerek. Bir kazan getirtti..Said gir suya dedi..kırk gün sonra kapağı açtılar. Said kazanın içinde yok olmuştu. Hünkar gene emretti, kapağı örttüler. Kırk gün sonra Hünkar’ın buyruğuyla açtılar. Said küçücük bir çocuk halinde, kazanın içinde belirdi. Gene kapağı örttüler, kırk gün sonra açtılar, gördüler ki, Said eskisi gibi, kazanın içinde oturmada. Said’i kazandan çıkardılar. Said bundan sonra hoş bir hale büründü. Hünkar’ın Makalat’ını Türkçeye çevirdi. Velayetname 105”
Molla Sadettin Aksaraylı bir din alimi olarak tanınır. Velayetname’den de kolayca anlayabileceğimiz gibi Hacı Bektaş ile uğraşan, onu yok etmeye çalışan, Konya, saray bağlantılı bir zalim. Eli kanlı, Anadolu ışıklarının özgürlük savaşında, onlara karşı savaşan, Moğollarla işbirliği içindeki Selçuklu ile işbirliği içinde Sünni bir din adamı. İşte bu adam Hacı Bektaş’ın sözleri diyerek, Makalat’ı yazıyor. Hem de Arapça. Aşağıda Makalat hakkında konuşacağız. Nasıl alçakça yazılmış bir tuzak kitap olduğunu göreceksiniz. Oyunun büyüklüğünü anlayabiliyor musunuz kardeşlerim? Hacı Bektaş’ın kanını içse doymayacak biri ona atfederek kitap yazıyor. Amaç Hacı Bektaş’ı bir an önce Sünnileştirmek, tasavvuf denilen o ikiyüzlü inanç sisteminin bir üyesi yapmak. Işık insanlarını da bak sizin önderinizde bizden biri diyerek asimile etmek. Oyun büyük. Hem de çok büyük.
Velayetname kah onu Hünkar’ı kovmaya yada öldürmeye çalışan biri olarak tanıtır, kah Hacı Bektaş’a mürit yapmaya çalışır. Molla Sadettin’in gerçekte mürit olduğu falan yoktur. Burada anlatıcıların en azından dilek olarak mucizelerle Hacı Bektaş’ı üstün gösterme çabası vardır. Güç savaşında Hacı Bektaş’ın ruhani yönünü öne sürerek kendi inançlarını galip görme arzuları vardır.
Yukarıda verdiğim örneklerde yine uzun tırnak ve bıyık, kanla abdest alma söylemleri tekrarlanmış. Yine Selçuklu idaresinin zalimliği ve adaletsizliği vurgulanmış. Ama öyle önemli üç konu var ki gözden kaçırmamamız gerekir. Birincisi ilk alıntı da anlatılan olayda Hacı Bektaş’ın namaz kılmayıp cem yapması. Soyunuz peygambere dayanacak. Bir çok yerde gece gündüz namaz kıldığınız anlatılacak. Sonra birden cem yapan biri olacaksınız. Bu da uzak bölgelerin bile dikkatini çekecek. O dönemin ışık insanları bize ne güzel mesajını göndermiş. Evet Hacı Bektaş bir ışık insanıdır ve doğal olarak cem yaparak ibadet etmektedir.
İkinci konu Sadeddin’in namaz kılarken her yerde, Kabe’de, arşta Hacı Bektaş’ı görmesidir. Bu açıkça Tanrı’nın tasviridir. Arşta duran, her yerde olan Tanrıdır. İslami açıdan bakarsak hikaye açıkça Hacı Bektaş’a Tanrı demektedir. Dolayısıyla bu durum dinden çıkma, şirk demektir. Yani bunu İslami olarak açıklayamazsınız. Ama ışık inancıyla açıklayabilirsiniz. Işık inancında Tanrı insandadır. Tüm evren insanda saklıdır. Onun için Tanrı insan şeklinde tasvir edilir. Onun için bütün ışık erenleri kendilerini insan simgesinde Tanrı olarak görür. Aynayı yüzüne tuttuğunda Ali’yi görür. Ben Ali’yim, Ali benim der. Ben rahmanım der. Onun için Tanrı bu kez, Hacı Bektaş sıfatında yüzünü gösterir. Hacı Bektaş’ta Tanrıdır. Alidir. Odur. Tıpkı Pir Sultan gibi, Abdal Musa gibi, Yunus gibi. Bu mesaj niteliğindeki hikaye de bizi gerçeğe bir kez daha götürüyor.
Üçüncü konu Sadeddin’in kazana konulup, önce yok olması, sonra çocuk olarak görünmesi sonra da normal yaşına gelmesi hikayesi. Bu hikayenin İslam’la ilgisi olmadığı gibi, İslam’a göre yine dinden çıkmaktır. Çünkü insanı Tanrı yaratır. İnsan Dünya’da sınavını verir. Öldükten sonra da ceza ya da ödül verilir. Yeniden doğmak diye bir şey yoktur. Hikayede anlatılan, bu gün de bir çok ezoterik örgütün uyguladığı inisiasyon törenidir. Yani siz bu örgüte girdiğinizde harici Dünya’nın tüm öğretilerinden vazgeçer, yok olur, sonra girdiğiniz örgütte çocuk saflığında fikirlerinizle yeniden doğar ve o örgütün bir parçası olursunuz. Tasavvufçular da daha o dönemlerde, kurulan tuzak gereği, inisiasyonu uygulamaktadır. Amaç, gerçekte ışık insanlarının dini inançlarının bir parçası olan bu uygulama yoluyla, ışık insanlarına sempatik görünüp, onları içlerinde asimile etmektir. Çünkü onların tarikatlarına giren ışık insanını, bu kez beyin yıkama yolu ile Sünnileşmek beklemektedir.
KAYSERİ BEYİ VE HACI BEKTAŞ
Malya’da bir olay sonrası, ölen bir çocuğu Hacı Bektaş diriltir. Bunun üzerine oranın ileri gelenleri Kayseri’de bir hapishanede yatan genç bir mahkumu Hacı Bektaş’ın kurtarmasını isterler. Hünkar’da bu isteği kabul eder Kayseri’ye gider. Devamını Velayetname’den dinleyelim.
“ Hünkar Kayseri beyine gidip hapiste olan kanlı yiğidi halas etmesini dileyince, bey sözünü kabul etmedi. Hünkar’ı bilenler …dileğini reddetmek doğru olmaz dediler. Bey..keramet sahibiyse başındaki kızıl tacı bana versin, bende kerametine inanayım, mahpusu ona bağışlayayım dedi. Hünkar..başsız gövdeye başımızdaki tacı vermeyiz. Bey bu sözü duyunca, benim dedi, gövdemin başı yok mu? Hünkar yarın öğleyin görürsün, başını gövdenden nasıl alırlar dedi. Bey bu söze pek kızdı, derviş dedi, yarın öğleye kadar mühlet sana, başımıza bir şey gelmezse görürsün, neylerim sana…Hünkar ordan kalkıp Bostancı Çelebi’nin evine konuk oldu. “
“ Bey o dervişle kavlimiz öğleye kadar dekti dedi, tellallar, şehre dağılsın, halka haber versin, herkes bir arka yükü odun getirsin, şehir meydanına yığsın, o yalancıyı ateşte yakayım. Tellallar şehir içinde halka nida ededursun, bir kuluna da git dedi, o dervişi, şehir meydanına getir. O kul, beyinin emriyle Ulu camiye, Hünkar’ın katına geldi, gel dedi, seni bey çağırıyor, kalk da gidelim. Hünkar var da dedi, beyini gör, dön gel gene. Kul, beyim beni şimdicek gönderdi, onun katından geliyorum dedi. Hünkar, nefesimizi dirilt, git beyi gör de öyle gel dedi. Erenlerin yanındaki muhibler, bundan bir şey çıkmaz, erenlerin nefesini kabul et, git, sonra hemen gel dediler. ”
” Gelelim bu yana, beyin haline, o kulu Hünkar’a gönderdikten sonra kendisi, meydana doğru yürüdü, kapıya varınca gördü ki, karşıdan kırk tane süslü püslü yiğit gelmede. Birisi, bu şehrin beyi siz misiniz dedi. Bey, evet deyince içlerinden biri, başından bir mühürlü mektup çıkardı, beye sundu, padişah hükmüdür dedi. Bey fermanı aldı, mührünü açtı, içine bakınca benzi sarardı, titremeye başladı. Mektubu sunan, padişahın hükmüne itaat eder misin dedi. Bey, evet deyince, Sultan Alaeddin’in hükmü şu: Seni nerede bulursak aman vermeden başını alıp gideceğiz dedi, kılıcını kınından çekti, bir anda beyin başını kesti, mızrağa taktı. Atlarının başlarını çevirdiler, ters yüzüne yola revan oldular.”
” Bu yandan kul, geriye dönüp meydan kapısına varınca bir de ne görsün? Beyin başsız gövdesi, al kanlar içinde meydanda yatmakta. Feryat ederek saraya geldi, hali bildirdi. Saray halkı da feryada başladı. Gidip saraya getirdiler, kefenleyip gömdüler. Kayseri halkı, bunu görüp Hünkar’ın ayağının tozuna yüzler sürdüler, o mahpus yiğidi hapisten çıkardılar. Velayetname 116″
Yine Kayseri. Yine erk mücadelesi. Bir zamanlar ışık insanlarının yuvası olan Kayseri’de verilen, bitmek bilmeyen mücadeleyi anlatan bir hikaye daha. Görüldüğü gibi Hacı Bektaş postunda oturup, nutuklar atan biri değil. Sürekli geziyor, savaşıyor, halkı için bir şeyler yapmaya çalışıyor. Muhtemelen bu olayda yine Rukneddin Kılıçaslan ile İzzettin Keykavus’un taht savaşı sırasında oldu. Rükneddin’in Kayseri’de padişah ilan edildiğini biliyoruz. Buna karşılık İzzettin onunla savaştı ve yendi. Gelen askerler İzzettin’in askerleriydi. Hacı Bektaş’ın İzzettin taraftarı olduğunu söylemiştik. Hatırlarsanız Ahi Evren de Kayseri’deydi. Burada Hacı Bektaş’ın Kayseri’yi tekrar ışık insanlarının yurdu haline getirmek için nasıl çırpındığını görüyoruz.
HACI BEKTAŞ’IN DUVARI DOĞRULTMASI
“ İdris önde, ardında Hacı Bektaş, en arkada da Kadıncık, yürüyüp doğruca eve geldiler. Tenha bir yeri halver yurdu ( cemevi) seçtiler. Erenlerin bir çilehaneleri de Kadıncık’ın evine yakındır. Hünkar, bazı kere Kadıncık’ın evinde ibadet ederdi, bazı kere o çilehanede. Hünkar bir gün Kadıncık’ın evinde ibadet ederken duvar eğildi, yıkılacak hale geldi. Kadıncık, Erenler Şahı dedi, duvar eğildi gibi, ordan uzaklaşsanız. Hacı Bektaş, mübarek eliyle duvara dur diye işaret etti, duvar durdu. Kadıncık, Erenler Şahı dedi, bu duvar, bu haliyle durur mu? Hünkâr kıyamete kadar durur, yıkılmaz dedi. Gerçekten de bu zamana kadar öbür duvarların hepsi yıkıldı, yapıldı, o duvar, hala durur, yıkılmaz, yıkılacağı da yoktur. Velâyetname 52”
Bu müthiş hikâye bize çok önemli bir mesaj veriyor. Mesajın ötesinde sarsılmaz bir inancı yüzyıllar öncesinden bize taşıyor. Diyor ki; ışık inancı hiç bir zaman yıkılmayacak. Dünya yok olana kadar egemenler ne yaparsa yapsın ışık dini yok olmayacak diyor. Bu duvarı binlerce yıldır dimdik tutan, bu ışık erlerine çok şey borçluyuz. Onlar sayesinde, bize insan olduğumuzu hatırlatan ışık dinini tanıdık. O kadar zorlu şartlarda, her şeylerini kaybetmeyi göze alarak, bu inancı günümüze taşıyan insanlara bir gönül borcumuz yok mu? Bu gün çok daha iyi şartlarda ışık dinini deklare etmek dururken asimilasyon politikalarına alet olmak, bizi ihanet damgasına maruz bırakmaz mı? Erenler; biz o şartlarda bu duvarı yıktırmadık, neden şimdi duvar yıkılırken engel olmadığınız gibi, bir kazmada siz vuruyorsunuz demez mi? Dilerim bu hikayedeki gibi olur ve ışık dininin duvarı hiç yıkılmaz.
MÜSLÜMAN KEŞİŞ
“İslam ülkesinin öte yanındaki bir memlekette, bir keşiş vardı. Bir yıl kıtlık olmuştu; keşiş de sıkıntıya düşmüştü. Bir gün, ne olurdu, Hünkâr lütfetseydi de bana biraz buğday gönderseydi diye düşündü. O anda Hünkar’a malum oldu, bir dervişine biraz buğday verdi… Derviş buğdayı alıp giderken yolda, buğdaya alıcılar çıktı. O kadar fazla para verdiler ki dayanamadı, bir miktarını sattı, yerine toz ve saman doldurdu…kiliseyi buldu, keşişle görüştü..buğdayı teslim etti.”
“Keşiş dervişi konukladı, bir nice gün ağırladı. Derviş, bunu görünce içinden ah dedi, ne olurdu bu çeşit kişi Müslüman olsaydı. Dervişin düşüncesi, keşişe malum oldu, dedi ki; derviş ben de Müslüman olurdum ama senin gibi Müslüman olup erenlerin gönderdiği buğdayın bir kısmını satarım, yerine toz, saman doldururum diye korkuyorum..Derviş keşişin sözlerini duyunca utandı..keşiş..dervişi alıp kiliseye götürdü…ta dibe vardı..bir taşı kaldırdı…beraber içeri girdiler.Derviş baktı ki orası güzel bir oda. Karşıda bir raf var. Rafta da bir bohça, bohçanın üstüne de bir elifi taç konmuş. Keşiş elbiselerini soyundu, elifi tacı başına giyindi..ibadet etti..dervişe biz de Hünkar’ın dervişiyiz dedi..Velayetname 96”
Velâyetname’nin birçok yerinde Hacı Bektaş ile işbirliği içinde Hıristiyan keşiş söylemi vardır. Bazen bu keşişler Frenk diyarında bile olur. Bu arada Frenk diyarının şimdiki Yunanistan olduğunu söyleyeyim. Bunun sebebi açıktır. Işık insanları Hıristiyanlığın egemen olduğu dönemlerde baskı ve zulümlerden dolayı Hıristiyanmış gibi göründü. İbadethanelerini kiliseye çevirdiler. Hıristiyan din adamı kisvesine büründüler. Tıpkı İslam’ın egemen olduğu dönemlerde olduğu gibi. Örneğin Hacı Bektaş dergâhının tarih içinde kaç tane değişim geçirdiğini yukarıda yazdık. İşte ışık insanlarının yaşadığı doğu Anadolu’dan balkanlara kadar olan bölgelerde bu miş gibi görünme hep oldu. Hacı Bektaş döneminde Anadolu’nun ve Balkanların hem Hıristiyan hem de İslam hakimiyeti nedeniyle kimi ışık insanları Müslüman kisvesine bürünürken aynı zaman da kimi ışık insanları da Hıristiyan kisvesine bürünmüş halde yaşamaya devam etti. Ama bu insanlar gerçekte ışık insanıydı. Şekli görüntüleri kendilerini saklama gayretinden başka bir şey değildi. Özde bu insanlar birbirlerine destek olmaya, yardımlaşmaya hep devam ettiler. Amaç aynıydı, inanç aynıydı, savaş aynı şey içindi. Hayatta kalabilmek, dinlerini ve sosyal yaşamlarını devam ettirebilmek.
HACI BEKTAŞ’IN SEYYİD GAZİ TÜRBESİNİ ZİYARETİ
“Hacı Bektaş Seyyid Gazi’nin türbesini ziyarete niyet etti. Seyyid Gazi’nin mezarı, bir vakitler belirsizdi. Sonradan Sultan Alaeddin’in anası, rüyasında gördü. Gördüğü yere büyük bir türbe yaptırdı, bu suretle mamur oldu. Hünkar, yalnızca Sulucakaraöyük’ten yola çıktı. Yapılan türbenin, Seyyid Gazi’nin mezarı üstüne yapılıp yapılmadığı hakkında şüphe edenlerin, artık şüphesi kalmadı. Yolda bir köyde, muhiplerden birinin evine kondu. O muhip, erenlere teslim oldu. Erenler, onu traş ettiler, kuşak kuşattılar. Giderlerken ‘Erenler Şahı’ dedi, bunca nesneye razı değiliz, bize kerem edip armağan verseniz. Hünkar, başından tacını, belinden kemerini, ayağından paşmaklarını çıkarıp verdi, armağanımız olsun, buyurdu. Yola revan oldu.”
“Bacı iline varınca gene bir muhip, Hünkâr’a teslim oldu. Hünkâr onu traş etti, tac giydirdi, derviş etti. O adamın bir sürü koyunu, bir sürüde kuzusu vardı. Bütün halkı çağırdı. Bir sürü kuzuyu kurban etti. Hünkar; ‘ Bu kuzuların bir kaçı yeter bize, ne diye hepsini boğazlıyorsun’ dediyse de o adam, ‘Erenler şahı’ dedi, kuzu da nedir, canım yoluna kurban olsun. Bu hareketi; erenlere hoş geldi, sen dedi, erlik ettin, aşkımıza bir sürü kuzuyu kurban eyledin”
“ Hünkar..Seyyid Gazi’nin mezarına yaklaştı. Orada bir pınar vardı. Adına ‘Akpınar ‘ derlerdi. Orda batın erenleri Hünkar’ı karşıladılar, hoş geldin, kadem getirdin, gelişin kutlu olsun dediler. Türbeyi bekleyen zahir erenleri de karşı çıktılar, merhabalaştılar, Hünkar’ı ağırladılar. Hünkar türbeye gelince..’EsselamüAleyküm’ suyun başı dedi. Seyyid’in kutlu türbesinden ‘Aleykümselam ilim şehrim’ diye cevap geldi. Derken Hünkar kıyısı, ucu olmayan bir deniz oldu. Seyyid’in türbesi, o denizin içinde bir kabak gibi yüzmeye başladı. Sonra gene Hünkar’da, Seyyid’in türbesi de eski haline geldi. “
“Derken bu sefer Seyyid Gazi’nin türbesi, ucu bucağı görünmeyen bir deniz oldu. Hünkar o denizde bir gemi haline geldi, yüzdü, yürüdü. Biraz sonra Hünkâr’da, Seyyid’in türbesi de gene gerisin geriye eski haline döndü. Hünkâr Seyyid’in türbesinin kapısında bir taşı ısırdı. O taş, hala orada durur. Bir müddet sonra Hünkâr, ordan kalkıp Sulucakaraöyük’e geldi, devletle karar etti. Fakat tacı, paşmakları, kemerleri, orda kaldı, hala da ordadır. Velâyetname 122”
Bu ziyaret hikayesi tam anlamıyla bir örgüte kabul töreninin ve karşılığında o örgütün ona kaynak sağlayarak görev vermesinin hikayesidir. Ezoterik örgütlere katılırken bir kabul ritüeli uygulanır. İnsanlar üzerindekileri çıkarır ve yarı soyunuk durumda başvurduğu kuruma kendisinin zavallı bir durumda olduğunu belirtir ve kabulünü ister. Örneğin bu gün bile uygulanan Bektaşi ya da Alevi kabul törenlerinde iple bağlama, dara durarak bekleme gibi ritüeller uygulanır. Bu bir yolculuktur ve yalnız çıkılır. Masonlarda da aynı ritüel uygulanır. İnsanoğlunun yalnız başına yola çıkıp, kendi gibi kardeşleriyle kucaklaşacağı insan-ı kamil olma yolculuğudur bu. İşte Hacı Bektaş’ta bu yolculuğa yalnız çıkar.
Büyük makamlar alarak, Yesevi tarafından Anadolu’da görevlendirilmesinden sonra Hacı Bektaş’ın nasıl büyük mucizelerle Seyitgazi erenlerini alt ettiğini hatırlayın. Gerçekte bir alt etme değil, Seyitgazi tarafından onaylanmanın hikayesidir o. Hacı Bektaş inisiye olur ve görev alır. İşte bu hikayede gerçek daha da belirginleşir. Çevresinde bir sürü insan olan koskoca Hünkar’ın Seyitgazi’ye şaşaalı bir kalabalıkla gitmesi gerekmez mi? Hayır o tek başına gidiyor. Çünkü o kabul bekleyen. Başvuran.
Daha Seyitgazi’ye gelmeden inisiye olmanın ilk kuralı harici kıyafetlerini çıkarma ritüelini uyguluyor. Tacını, kemerini, paşmağını yani ayakkabısını bir Seyitgazi erenine teslim ediyor. Artık huzura çıkmaya ve onay almaya hazırdır. Zaten bir muhibin koskoca Hünkarın eşyalarını, hele hele tacını alması mümkün müdür? Düşünebiliyor musunuz? Hacı Bektaş’a muhip oluyorsunuz. Sonra pirinizin neyi var neyi yoksa alıyorsunuz. Akla zarar bir ifadeyle ‘ bunca nesneye razı değiliz, bize kerem edip armağan verseniz’ diyerek hem de. Ayakkabı mı armağan? Hele hele Elif-i tacı Hacı Bektaş’ın birine vermesi mümkün mü?
İkinci bölümde Seyitgazi erenleri Hacı Bektaş’a kuzularını kurban ediyor. Yani kendilerine bağlı ışık insanı yiğitleri emrine veriyor. Daha açığı silahlı güç veriyor. Yukarıdaki hikayelerden birinde, Hacı Bektaş bizim tavlamızda eğlensin denilmişti. Ihtırımcılık (Örgütçülük) görevi verilmişti. İşte bu hikaye de o durumu pekiştiren bir hikaye. Seyitgazi’ye tabii olan ve kabul gören Hacı Bektaş silahlı destek sözünü de alıyor.
Sonra türbede karşılıklı deniz olup, birbirinde yüzme hikâyesi anlatılıyor. Yani sen bensin, ben senim. Biz biriz. Ama daha önemlisi Hacı Bektaş’ın Seyit Gazi’ye ‘Suyun başı’ demesi, Seyit Gazi’nin de Hacı Bektaş’a ‘İlim şehrim’ demesi. Yani Hacı Bektaş Seyitgazi’yi piri olarak kabul ediyor. Seyitgazi dergâhını inancının merkezi olarak görüyor. Seyitgazi erenleri de Hacı Bektaş’ı kendilerinden biri olarak gördüklerini, ışık dininin gerektirdiği bilgilerle donanmış bir komutan olarak kabul ettiklerini, ‘İlim şehrim’ diyerek söylüyor. Yani Hacı Bektaş inisiye ediliyor ve kendisine yardım sözü veriliyor.
Ardından Hacı Bektaş bir taşı ısırıyor. Bu da Seyitgazi’den güç aldığını bize anlatıyor. Öyle ki taşta bile iz bırakacak kadar kuvvetli bir ısırık, Hacı Bektaş’a verilen desteğin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Hacı Bektaş’ın geri dönerken tacını, kemerini vs Seyitgazi’de bırakması da; artık onun bir Seyitgazi ereni olduğunu, Seyitgazi dergahına kabul edilmiş bir ışık önderi olduğunu gösteriyor. O artık Seyitgazi kardeşlik örgütünün bir üyesidir.
HACI BEKTAŞ’IN ERTUĞRUL VE OSMAN BEYE TAÇ GİYDİRMESİ
“O gün Hünkar Hırkadağı’ndaki Ardıç ağacının dibindeydi. Erdoğdu, ( Ertuğrul) bunu haber alınca atını o yöne doğruca sürdü, oraya geldi, Hünkar’ı buldu. El kavuşturup karşısında durdu. Hünkar, dile gel, söyle dedi. Erdoğdu Alp, ‘ Erenler Şahı dedi, halim şu, senden hayır-dua almaya geldim.’ İleri vardı, elini öptü, ayağına düştü. Hünkar safa geldin, kadem getirdin ey büyük Erdoğdu Alp’im; yedi yıldır saltanat Selçuk boyundan alındı. Rum erenlerinin her biri, bu seccadeye birisini layık gördüler. Ben senin ve evladının ruhlarını vilayet kabzasında saklayıp durmadayım, yürü, zahir padişahına var, gönlündekini söyle, gönlünde biz otururuz, dilinden biz söyleriz. Seni ona şirin gösteririz, kardeşinin sancağını alırsın; atın yürük, kılıcın keskin olsun, önünden, sonun gür olsun dedi. Erdoğdu’ya kılıç kuşattı. Velayetname 124”
“..Sultan Alaeddin’in adamları çıkageldiler…oğlunuz Sultan Alaeddin padişah, mübarek ellerinizi öperler, bu yiğit, Kayı boyundan Otman Bey’dir dediler, ahvali anlattılar. Hacı Bektaş-ı Veli, Otman beyin yüzüne baktı; ‘ safa geldin Otman’ım, kadem getirdin, başındakini çıkar, ileri gel’ dedi. Otman, huzura geldi, diz çöktü. Hünkar o tacı aldı, tekbir edip Otman beyin başına giydirdi. Belindeki kemeri çıkardı, tekbirleyip Otman beyin beline kuşattı. Önündeki çerağı uyandırdı, tekbirledi, öğüt vererek Otman beyin eline sundu…Hünkar adımı sana bağışladım, senin soyunun adını bu adla ansınlar. Gün doğusundan gün batısına dek çerağın yansın. Rum erenleri bu makamı birisine vermek istedi, her biri bir eri tuttu. Bense yedi yıldır senin ve soyunun ruhlarını vilayet kabzasında saklayıp durmaktayım….oğlumuz sultan Alaeddin padişah’a söyleyin, buna yüce bir makam versin, o da bizim gibi kafirlere havale etsin bunu dedi…Otman..kendisine uyanlara, Hünkar’ın kendine giydirdiği tac gibi taclar giydirdi. Savaş erleri, hep yanına toplandı. Onlar da aynı tarz Velayetname127”
Bu hikaye de Osmanlı yazıcısı belli ki daha sağlam olsun, çift dikiş olsun diye hem Ertuğrul’u hem de Otman’ı Hacı Bektaş’ın onayından geçirmiş. Yukarıda ve diğer yazılarımızda belirttiğimiz gibi, Osmanlı Hacı Bektaş dergahı ile arasını hep iyi tutmak istemiş. Çünkü milyonlarca ışık insanı oraya büyük saygı duyuyor. Yine Seyitgazi dergâhı ile de aynı durum söz konusu. Osmanlıyı Işık insanı büyüklerinin onayladığını göstermek ve ışık insanlarını kendine tabi tutmak, bu vesile ile de savaşlarda kanlarını dökmek, topraklarda köle gibi çalıştırmak, hiç bir hak vermeden yaşatmak için kendilerine bir sebep bulma gayreti söz konusu. Böyleymiş gibi görünürken daha Orhan Bey zamanından itibaren Selçuklu gibi Osmanlı’da bizzat kendi devletinin kuruluşunu sağlayan ışık insanlarını yönetim makamından uzaklaştırıyor, katlediyor, dinsizlikle suçluyordu.
Evet, Osmanlı’yı kuran güç, ışık insanlarıdır. Amacı da zalim Bizanstan ve Bizansın uşağı Selçuklu devletinden kurtulmaktır. Büyük ihtimal ile Sultan Öyüğüne ( Eskişehir) gelen muhtemelen Moğol kökenli ya da göçer kökenli bu küçük çapulcu topluluğu Seyitgazi dergâhı tarafından seçilmiş ve adım adım büyütülmüştü. Işık önderlerinin hepsinin büyük emeği ile Osmanlı, Bizans hariç neredeyse hiç savaşmadan tüm batı Anadolu’yu ele geçirdi. Ama sonuç yine aynı oldu. Yine egemenlerin çok sevdiği yobaz hakim inanç devreye girdi ve hazin sonuç tekrarlandı.
Elbette bazı tarihler Hacı Bektaş’ın yaşadığı tarihle örtüşüyor. Örneğin Ertuğrul Hacı Bektaş’ın çağdaşı. Ama o dönemde Hacı Bektaş’ı, İzzeddin ile birlikte sorunun çözümünü Selçuklu düzleminde ararken görüyoruz. O dönemde Seyitgazi dururken Hacı Bektaş’ın Ertuğrul Gazi’yi onaylaması çok anlamlı değil. Kaldı ki Hacı Bektaş’ın hem Otman’ı hem de Ertuğrul’u onaylaması zaten akıl dışı. Bu arada Otman’ın Hacı Bektaş öldüğünde sadece 13 yaşında olduğunu söyleyelim. Yani Otman’ı onaylama olasılığı zaten sıfır.
Yukarıda söylediğim gibi amaç Osmanlıyı ışık insanlarının gözünde legalize etmek. Biz sizin devletiniziz, bize tabi olun mesajı vermek. Ama gerçek tam tersi. Yaşanan onca isyan da bu gerçeğin belgeleri.
MAKALAT ÜZERİNE
Hacı Bektaş’a atfen yazılan bu eser; tümüyle, (sonradan adına tasavvuf denilecek olan ışık inancının donelerini kullanarak) Anadolu insanını köleleştirme politikasının bir eseridir. Tasavvuf; yönetici sınıfa koşulsuz itaat eden, sürekli ibadet edip, hakkını aramayıp, her şeyi kader bilen, halktan koparak, tamda egemenlerin istediği gibi, köle insan tipi yetiştirir. Gerçekte İslam ile hiç ilgisi olmayan ibadet şekilleri, ritüelleri olan tasavvuf, kendini en üstün Müslüman sayar ve geçmişte ışık insanlarını, şimdide aydınları Sünnileştirme tuzağı olarak kullanılır. O nedenle tasavvuf, saraylar tarafından hep desteklenmiş ve korunmuştur. Ama bu tuzağa düşmeyen ışık insanları ise hep katledilmiştir.
Makalat’ın Yazarı Molla Sadettin gerçekte ışık inancından nefret eden, Mevlana ve Moğol işbirlikçisi, Selçuklu yanlısı biridir. Bu eserde hep bildik, nefsini arıtma, oruç tutma, namaz kılma söylemleri vardır. Ama bu söylemlerin ortak noktası, gerçekte ışık inancının felsefesi üzerine oturup, onu tamamen kapatması ve çarpıtmasıdır. Tasavvuf bir tuzaktır. Tıpkı arıların dikkatini çekmek için güzel görünen bir çiçeğin, kendine çektikten sonra o arıyı yok etmesi gibidir. Amaç; Dünya nimetlerini yalnız kendine saklayan, servet ve refah içinde yüzen egemenlere isyan etmeyen, hak aramayan, hırsızlıkları sorgulamayan, Dünya yaşamını bir zulüm gibi gören, böyle yapınca da Tanrı’nın kendini takdir edeceğine inanan sürüler yetiştirmektir. Bu sürüler gönüllü olarak tüm nimetleri egemenlere bırakır. Nasıl olsa her şey Hak istediği için olmaktadır. Tasavvufçuların insanlık için beklentisi yoktur. Adeta bir zombi gibi yaşar. Doğal olarak her türlü bilimsel gelişime karşıdır. Filozofları ve bilim adamlarını küçümser. Tasavvufçu olmak demek, yobaz insan olmak demektir. Bu gün bile tasavvufçulara baktığımız zaman, mikrofonu gördüğünde şatafatlı sözler eden ama topluma hiçbir sosyal açılım getirmeyen, yönetici sınıf yalakası, ahlak normları tartışılır insanlar görürüz. Onlar sofralarda, ışıltılı ortamlarda hep gösteri yaparlar. Hepsi bu.
Şimdi Makalat’tan, yukarı da söylediğimiz Hacı Bektaş’ı asla anlatmayan sözlerden, birkaç örnek verelim. Tabii bunlara ışık inancı sosu katıldığını da ekleyelim.
“Talip odur ki Dünya’dan ve ötesinden ihtiyaçsızdır. 17” “ Nasıl ki peygamber efendimiz buyurmuştur: ‘Dünya haramdır ahiret ehline ve ahiret haramdır Dünya ehline ve ikisi de haramdır Hak ehline. 18” “ Zühd Dünya’yı bırakmaktır ve bütün ibadetlerin başıdır ve Dünya sevgisi bütün hataların başıdır. Takva Tanrı’dan başka her şeyi terk etmektir. 19” “ Derviş gerekiyor ki kendini yaratık, çaresiz, görevli ve Hakk’ın her zaman gözetlediği varlık bilsin ve hükümdarların hükümdarı olan Tanrı’nın hükmüne razı ve sevinçli olsun. 22” “ Derviş gerekiyor ki; hepsini Hakk’tan bilsin ve her ne ki Hak’tan gelse hepsini canı gönülden alsın ve kanaat etsin, hatta sevinsin ve gülümser olsun, o zaman Allah’ın makamı elde edilir ve sabırlı olanların meydanına girer. 22” “ İbadet odur ki karşılığı Huri ve Gılman ve saraylar ve çocuklar ve Cennet nimetleri ola.26” “ Bilesin ki Kuran aşıktan maşuka yazdırılmıştır. O zaman ey derviş bilesin ki Kuran Tanrının sözüdür.28” “ O zaman ey derviş bilesin ki yüce Tanrı’nın rızası ve Hazreti Mustafa’ya tabi olmak Kurandadır; o halde o kimse ki bu gün kendine Kuran’dan pay almazsa ve kendi ruhunu onunla süsleyip ve aydınlatmazsa ve nurlandırıp Yüce Değerli’nin rahmetine layık etmezse o kör olur ve karanlıklarda kalır.28” “ Derviş gerekiyor ki..Dünya sevgisini azaltsın..Tanrı’nın sevgisinden boş kalmasın…şehvetin lezzetlerini bıraksın..29”
Yukarıda söylediklerimizi sanırım bu sözler belgeliyor. Ben tam burada Hacı Bektaş’a atfedilen Kuran’dan pay almayanın, karanlıklarda kalması sözlerine değinmek istiyorum. Hani tasavvufçular evrensel olduklarını iddia ederler, tüm dinlere hoşgörü ile baktıklarını iddia ederler ya. İşte bu sözler tamamen yalandır. Hangi tasavvufçunun eserlerini okusanız, yobaz bakış açısı ile sadece Kuran’ı kurtarıcı görür ve diğer dinlere mensup olmayı karanlıkta kalış olarak nitelerler. Onlara göre kurtuluş Kuran’dadır, diğer kitap ve inançlar insanları felakete sürükler. Önce Müslüman olmalı, Muhammed’i peygamber saymalı, namaz kılmalı, oruç tutmalıdır. Öyleyse hangi mantıkla evrensel olduğunuzu iddia edersiniz? Tasavvuf asla evrensel değildir ve Sünni İslam inancıdır.
Görüldüğü gibi eğer egemenlerin sizi sömürmesine sesinizi çıkarmıyor, onlar saraylarda, köşklerde çatır çatır dünya nimetlerini yiyor, giyiyor ve kullanırken siz uzak duruyorsanız ve buna rıza gösteriyorsanız, sizi cennette saray, köşk ve kadın bekliyor. Yani size Dünya’da yasaklanan şeyler öbür tarafta ödül oluyor. Aslında bu düzeni değiştiremeyeceğini anlayan, pes etmiş, durumun farkında olan kişiler içinde tarikatlar ve tasavvuf bir kaçış noktası oluyor. Kısacası bu kanalla kendilerini avutuyor, kandırıyorlar. Şimdi yukarıda anlattığımız Hacı Bektaş’ın bunları söyleme olasılığı olup olmadığını düşünün. Bir ışık dini liderinin ağzına konulan sözlere bakın. Bakın, belki biraz düşünür de oyunu fark edersiniz. Şimdi ışık insanlarının neden hep yok edilmek istendiğini anlıyor musunuz?
“ Cihat az yemek ve az konuşmak ve az yatmak, Fena ve Fakr’dır. Fena yüce Tanrı’dan başkasından umudu kesmektir.33” “ Ona ki hayat, şehvetler, lezzetler Dünya ve ehli onun katında acı olmuş olsun, o zaman Cennet ondan meydana gelir.36” “ En büyük mucize nebiler ve velilerin sözleridir.37” “ Evliyaların kubbelerimin altındalar onları benden başka kimse tanıyamaz. Bunun konusunda ki şeyhin yüce kerametleri vardır ki müritler ondan faydalanırlar. Ve şeyhin bakışının etkisinden görücü, arı ve aydın olurlar ve ten hapsinden kurtulurlar. Öylece ecel kılıcından kurtulurlar.58” ”ve her kimse ki şeyhten keramet görmüyor şeyhten değildir mürittendir. Yoksa şeyh baştan ayağa keramettir.59” “ …Batın temizliği için gereken su şeyhtir…Kendi kendine ve üstadsız nasıl kavuşulur? Yüce Tanrı kereminden o iş için üstadlar belirledi ve öğretmenler gönderdi ki Nebiler ve Velilerdir. O halde o hazretler olmadan bu iş mümkün değil ve üstadsız bilen çok azdır..ve müride yakışmaz ki ‘ sen nereden almış isen ben gidip ondan dilerim’ desin ve öylece yakışmaz ki ‘ben peygamber veya şeyhten almıyorum, oradan dilerim ki onlar almışlar’ desin.60 “
Bu sözleri bir kez daha okuyun kardeşlerim. Bu gün de alçakça, onursuzca uygulanan oyundur bu. Kendini ermiş gibi gösterip, başkalarına şeyhlik yapıp, onları sömürmek, kendine köle yapmak, sürüleştirmek ve egemenlerin istediği gibi onları gütmek, din tacirlerinin klasik uygulamasıdır. Bu insanlar egemenlerin acımasız kurgusu gereği insanla Tanrı arasına girerler. Kendilerine delil olsun diye din kitaplarından kırptıkları ayetleri ( ki tam aksi sayısız ayetler vardır) gösterirler. Eğer bana gelir, her şeyini bana verir ve kölem olursan seni cennete sokarım, Tanrı ile arana beni sokmazsan ecel kılıcı seni keser derler. Sorumlulukta kabul etmezler. Eğer mürit keramet görmedi ise müritten, gördü ise şeyhtendir. Yani sıfır iş riski. Din tacirleri, egemenlerle sürekli dirsek temasındadır. Sürekli onlardan nemalanır ve zenginleşirler. Eğer fırsatını bulurlarsa da hepten iktidarı ele geçirmeye çalışırlar. Gerekçe de hazırdır. Tanrı adına ülkeyi, hatta Dünya’yı yönetmek. Tüm şehvet ve lezzetleri müridine yasaklayan din taciri, kendisi söz konusu olduğunda en lüks arabalara biner, lüks evlerde yaşar, sürekli egemenin gözüne girmek ve taktirini kazanmak ister. Kısacası insanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen hırsının doruğa çıktığı yerdir din tacirliği.
“ Tanrı kullarını koruyan ve bunun beyanında su fırtınası bak ki bela suyudur halbuki kolaydır. Çünkü nesnelere beladır, ama cehalet fırtınası ondan daha kötü ve acıklıdır. Çünkü her kimse ki onda batsa sonsuza dek kurtulamaz. 37”
Bu sözü özellikle koydum. Çünkü din tacirleri; ışık insanlarını asimile etmek isterken, onlar uyanmasın diye ışık insanlarının kabul edeceği birkaç söz koymayı da ihmal etmezler. Yani bir bal, bir zehir. Tezat olan da Makalat’ta yukarda yazdığım sözlere ancak cahillerin inanmasıdır. Gerçekten de cahiller hem kendilerini, hem ailelerini, hem de ülkelerini felakete sürüklerler. Cehalet ile ilgili söz ile yukarıdaki diğer sözlerin nasıl birbiriyle çeliştiğini görüyorsunuz.
İRENE MELİKOFF: Hacı Bektaş’ı konuşurken İrene Melikoff’dan bahsetmemek olmaz. Ömrü boyunca Aleviliği ve Bektaşiliği araştırmış bu Polonya asıllı Fransız bayan, söz konusu Hacı Bektaş olduğunda, ikinci bir Massignon konumundadır. Ancak söz konusu kişi, Arap çöllerinde yaşayan Hallac-ı Mansur değil, Anadolu ışığı Hacı Bektaş olunca tanı koymak zorlaşıyor. Çünkü, sadece kendine özel ezoterizmi ve ayrı bir uzmanlık gerektiren Anadolu gerçeği karşımıza çıkıyor. Anadolu’nun bilinen ve bilinmeyen tarihini irdelemek, Aleviliği bu günkü hali ile değil, bundan binlerce yıl önceki haliyle irdelemek, bir Fransız için öngörüsü çok zor bir gerçekliktir. O nedenle Melikoff’da bizim sözde tarihçi ve diyanetçilerimizin tuzağına düşüyor. Örneğin Anadolu erenlerinin Horasan’dan gelmesi ve Türk olmaları konusunda yalanı fark edemiyor. O da Hacı Bektaş’ı Yesevi’ye bağlamaya çalışıyor. O da çamurda patinaj yapan araçlar gibi ne yazık ki yerinde sayıp, ta Orta Asya’ya kadar gidip Hacı Bektaş’ı Türk göstermeye çalışıyor. Bir yığın Türk kaynaklarını kullanarak bunu ispatlamak için gayret ediyor. Yazdığı Hacı Bektaş isimli kitabında kıvranıp duruyor. Sonuçta bir arpa boyu yol gidemiyor. Ama yine de bu işte bir tuhaflık var diyebiliyor. Bir şeylerin söylendiği gibi olmadığının farkına varıyor. Şimdi bu farkındalıkları ifade eden sözlerinden birkaç örnek alalım.
“Rum erenleri ise Hacı Bektaş’a açıkça karşı durarak Horasan erenlerinin gelişine engel olmaya çalışmışlardır. Bu da onların ayrı bir kökenleri olduğunu gösterir. Rum erenleri, katışmamışlıklarını koruyan ya da Anadolu’da sürekli kaldıkları için yeni gelenlere karşı yeterince hazırlıklı olmayan insanlar olarak görülmektedir. 32”.
Melikoff burada net bir şekilde Rum erenlerini İslam dışı ve Anadolu ‘da sürekli kalan, yeni gelenlere hazırlıklı olmayan insanlar olarak tanımlamış. Tıpkı bizim düşündüğümüz gibi. Böyleydi, çünkü, onlar farklı dinden idi ve ışık insanlarıydı.
“ ( Babai) Ayaklanmanın ilk evresi Baba İlyas’ın zaviyesinin bulunduğu Amasya çevresinde başladı. Oradan Tokat, Çorum ve Sivas’a yayıldı. Daha Mühim görünen ikinci evre, başta Maraş, Kefersud, Malatya, Elbistan yöreleri olmak üzere, Güneydoğu Anadolu’da geçti. Bu bölgelerden birincisi yüzyıllardan beri, bir karışıklık merkezi olagelmişti. 8. Ve 9. Yüzyıllarda Paulisyenlerin ( Paulikan) – Divriği ( Tefrike), Niksar, Malatya ( Meliten) bölgelerinde hızla gelişen bir Mani mezhebi üyelerinin- resmi öğretiye başkaldırışları da buradan yayılmıştı. 11. Ve 12. Yüzyıllara doğru Paulisyenler Trakya’ya sürgün edildiler ve belki de Balkanlardaki Bogomil direnişine zemin oluşturdular. Daha sonra da Çorum, Sivas, Divriği alanı resmi öğretiye karşı direnmenin, Kızılbaş ayaklanmalarının üs merkezi olacaktır. Kısacası, resmi öğretiye karşı, her çağda, bir başkaldırma merkezi olagelmiş bölgelerin eşiğinde duruyoruz demektir. 74-75″
Melikoff; ayaklanma bölgelerinden yola çıkarak Bizans döneminde de Mani’cilerin ayaklanma çıkardığını, o bölgenin hep isyan merkezi olduğunu söylüyor. Yani coğrafi şartlar yüzünden böyle oluyor diyor. Önce ışık insanlarının inancı ile Mani inancının hiç alakası olmadığını söyleyelim. Bu gün net olarak biliniyor ki Mani inancı ışık insanlarının inancı hiç olmadı. İkinci olarak coğrafi şartlardan bahsediyor. Oysa Ege bölgesi de yüzyıllarca Pers döneminde bile isyanlara sahne oldu. Peki orada neden isyan çıktı? Gerçekte tüm isyanların temelinde önce ekonomik sebepler sonra da inanç çatışması vardı. Kaldı ki Melikoff, Trakya’ya sürgün edilen ışık insanlarının (Paulisyen), Bogomil isyanının hazırlayıcısı olduğunu söyleyerek kendiyle çelişiyor. Eğer sorun coğrafi bölge ise bu insanlar neden Trakya’ya gittiğinde üzerinden yüzlerce yıl geçse bile yine isyan ediyor? Çünkü gerçekte sorun ışık insanları ile yöneticiler arasında. Yöneticiler köle insan istiyor, ışık insanları özgürlük istiyor. Yöneticiler her emre sorgusuz itaat eden istiyor, ışık insanları her şeyi sorguluyor. Yöneticiler hakkını aramayan istiyor, ışık insanı hakkını arıyor. Bu güne kadar uzanan sorunun özü bu. Yine Kızılbaş ayaklanmaları da bu bölgede oldu diyor. Madem sorun coğrafi bölge idi neden aynı bölgedeki Sünniler isyan etmedi. Neden sadece Kızılbaşlar isyan etti. Demek ki sorun başka. Sorun hep aynı. Zulüm hep aynı.
“ Paulisyenlerin inançları üzerine pek az şey biliyoruz. Mani dininden oldukları söylenmektedir. Ancak bu, Maniheizm’in sapmışlıkla anlamdaş sayıldığı bir dönemdedir. Paulisyenlerin yayılım bölgeleri, Bizans kaynaklarına göre Colonac ( Şebinkarahisar), Neo-Cesarea ( Niksar), Theodosioupolis ( Erzurum), Meliten ( Malatya), ; yani Alevilerin yerleşme bölgeleri idi. Fitne merkezi, Theprike ( Divriği) idi. 873 de Thephrike düştüğünde, Paulisyenler çok sert tepki gösterdiler. 8. Ve 10. Yüzyıllarda pek çok Paulisyen Trakya’ya göçtü ve Tuna boyunca yerleştiler. Bogomillerin muhtemel kökeni bunlar idiler. Paulisyenlere akraba bir mezhep olan ve 9. Yüzyılın başında hala görülebilen Thonrakiler ( Işık insanları anlamına geliyor) üzerine bilgilerimiz biraz daha fazladır. Thonrakiler, müstesna bir belge, Gerçeğin Anahtarı adlı Ermenice bir yazma bırakmışlardır. 229”
Burada da Melikoff gerçeğin sınırlarında dolaşmaya başlamış. Bir gün nefesimiz yeterse anlatacağımız Paulisyenlerin yaşam öyküsünü bilmeden, bu günkü ışık insanlarını anlamamız imkansızdır. O nedenle bu konuyu aydınlatan bir yazıyı bloğuma eklemeyi çok istiyorum. Melikoff’un özellikle kullandığı sapkın, fitne merkezi gibi tabirlerin günümüze kadar uzanan tarih yelpazesinde ışık insanları için hep kullanıldığını, ışık insanlarına sırf köle olmayı kabullenmedikleri için ne iftiralar atıldığını size belgeleriyle göstereceğim. Ama bu yazı konusuna çıkmamak için biz yine Hacı Bektaş konusuna dönelim.
Melikoff burada çok önemli bir şey söylüyor. Bizans döneminde, İslamın hakim olmadığı, tamamen Hıristiyanlığın hakim olduğu bir bölgede o zamanda fitne ve isyan merkezi olarak anılan aynı bölgede Alevilerin yaşadığını söylüyor. Düşünebiliyor musunuz? Bizans döneminde adları Paulisyen ve suçlamalar aynı, Selçuklu dönemi, adları ışık insanları ve suçlamalar aynı, Osmanlı dönemi adları Kızılbaş ve suçlamalar aynı, Cumhuriyet dönemi, adı Alevi ve suçlamalar aynı. Artık gerçeği görmeli ve bu insanların her dönemde aynı inancı taşıyan, farklı bir dinden olan insanlar olduğunu anlamalıyız.
“Hacı Bektaş bir tarikat kurmadı ve müridi de olmadı. Çağrısını, tarihçiye ( Aşıkpaşazade) göre, daha sonra yol evladı olacak olan Hatun Ana’ya ( Kadıncık) emanet etti. Kadıncık Ana, tarihçinin sözünü ettiği, dört sosyal zümreden biri olan Bacıyan-ı Rum’dan idi. Bacıyan-ı Rum, kadınlar safını oluşturmaktaydı. Hacı Bektaş’ın velayet ve yetilerinin tanığı, onun ‘yol evladı’ bu Hatun Ana’dır. O da bunları Abdal Musa’ya açıkladı. Bu bize Abdalan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum arasında sıkı bir ilişki olduğunu düşündürüyor.”
İşte tam olarak doğru bir teşhis. Evet Hacı Bektaş bir tarikat kurmadı. O bir özgürlük savaşçısı idi. O bir şeyh değildi. O Müslüman hiç değildi. Anadolu da binlerce yıllık sosyal örgütlenmeler dayanışma içine girdi ve yaşam savaşı verdi. Ahiler, Bacılar, Abdalanlar ve diğerleri. Hepsi el ele verdiler. Anadolu’da ki Hıristiyan etkinliğinden Müslüman etkinliğine geçiş döneminde karşılaştıkları değişken ve giderek arta sorunlarla baş etmeye çalıştılar. Geçmişten o güne kadar giderek eriyerek verdikleri onur kavgaları yenilgiyle sonuçlandı. Osmanlının gelişme dönemlerinde tamamen sistem dışına itildiler. Artık sürek avında devamlı kovalanan hayvanlar gibi hep kaçan hep saklanan ve hep katledilen ve hep asimile edilen zavallılar durumuna düştüler. O muhteşem uygarlık bu hazin sonla noktalandı.
“Elvan Çelebi, Hacı Bektaş’ı büyük atasının altmış halifesi arasında saymaktadır. Bu altmışlar arasında, Osmanlı hanedanının kurucusu Osman Gazi’nin ileride kayınpederi olacak Edebali’de bulunuyor. Ne Hacı Bektaş, ne de Edebali ayaklanmaya katılmışlardı. Böylece, eline silah almamış bulunan Hacı Bektaş, aralarında Edebali- Hacı Bektaş’la ilgili olarak Elvan Çelebi’nin andığı tek ad – başta olmak üzere, dostları ile birlikte yaşamını sürdüreceği Sulucakaraöyük’e çekildi.”
“Hacı Bektaş Baba İlyas halifeleri arasında sayılmakta ise de önde gelen bir kişi olarak görünmüyor. Kendini ayaklanmanın dışında tutmuş, muhtemel olarak, belki de ancak 1246 da, Sultan 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümünde, olaylar durulduğu zaman ortaya çıkmıştı. Fakat ne tarikat kurmuş, ne de sağlığında müritleri olmuştu. Adının öne çıkması, 14. Yüzyılda Osmanlı Sultanlarının kendisini yeniçeri ocağının piri saymaları iledir. Hacı Bektaş, bu sırada sağ değildi. Ünü kendisinden sonra ve kendisine rağmen yayıldı. 79-80″
Özellikle son alıntı, altına imzamı atabileceğim bir teşhis. Evet, Hacı Bektaş bir tarikat kurmadı. Bu gün Bektaşillik denilen uydurma tarikat, bir Osmanlı senaryosudur. Daha doğrusu bir Osmanlı tuzağıdır. Bu senaryo gereği, sonradan, Yeniçerilik denilen ışık inancının ilkeleriyle tamamen zıt askeri örgüt, uydurulan bu tarikata bağlandı. Böylece ışık insanları aldatıldı. Bu dönemde bile ışık insanları tüm hakları elinden alınan, vergiler altında inletilen sürüler olarak görülüyordu. Çift başlı Bektaşilik komedisinde Dedebaba skeci emperyalist güçlerin kahkahaları arasında oynamakta, karagöz hacivat gibi asıl dedebaba benim soytarılığı düşünenleri üzmektedir. Yetmezmiş gibi yeniçerilerin Bektaşiliğe bağlanması inanılmaz bir aymazlıkla gurur duyulacak bir şeymiş gibi gösterilmeye çalışılmakta, Osmanlıya övgüler düzülmektedir. Osmanlı döneminin Bektaşilik ile ilişkileri ayrı bir yazı konusudur. Şimdilik bu kadarla yetinelim.
“ (Hacı Bektaş) Kendisine saygı ancak 14. Yüzyıl başlarında bir kuruluş bütünlüğüne ulaşacak olan tarikatının 16. Yüzyıl başlarındaki oluşumu ile birlikte büyüdü. 93”
Yukarıda da dediğim gibi Hacı Bektaş konusunu bir de Osmanlı düzleminde incelemek gerekir. Bir gün öyle bir yazıyı da yazabilirsem bu konunun da detaylarını konuşuruz.
“Söz konusu olan, yönetim dışı kaldıkları için, hala iyi tanımlanamamış bir halk sufiliğidir. Bektaşi tarikatını yaygınlaştırma amacıyla, 15. Yüzyıldan başlayarak, Osmanlılarca oluşturulan kuvvetler, bu kımıldanışları yönetimin denetiminde tutma ve sıkı bir düzen altına sokma düşüncesiyle yönlendirilecektir. Bektaşi tarikatı, bu yönetime karşı ve cemaat dışı halk sufiliğinden gelişti; kendisini belirginleştiren Türk halk sufiliği biçimini almak üzere, kendi alt yapısından ayrılmaya başladı. 98”
Belli ki Melikoff defalarca tekrarladığımız gerçeği görmüş. Bektaşilik denilen tuzak tarikatın altında, Osmanlı oyununun olduğunu söylemiş. Bu şeytani oyun, bu günde uygulanmakta, devlet kontrolünde giderek yok edilecek şekilde Işık inancı, Bektaşiliğinde kullanıldığı projelerle yok edilmektedir.
“1. Makalat, Tarikat’tan söz ediyor; fakat biliyoruz ki Hacı Bektaş tarikat kurmamıştır. 2- Makalat, Hacc’ın farz olduğunu söylüyor; oysa Hacı Bektaş hiç hacca gitmemiştir; onun hacı oluşu düş yoluyladır. 3- Makalat evlenmenin gerekliliğinden söz etmektedir; Hacı Bektaş ise bekar bir derviştir. Bu farklılıklar da, Makalat’ın gerçekliğinden duyduğumuz şüphelere gelip katılmaktadır. 113”
Makalatı biz de yukarı da işledik. Bu tür tuzak kitapların, asimilasyon ve yanıltma araçları olduğunu söyledik. Melikoff’ta bunun farkına varmış.
F.W.HASLUCK:
Hasluck bir Hıristiyan olarak, duygusal biçimde, bir zamanlar Hıristiyanlara ait olan mabetlerin tekkelere ya da camilere çevrilmesine kızarak yorum yapıyor. Bu biraz kindar, biraz kızgın yorumlardan Bektaşiler’de nasibini alıyor. Biz konumuzla ilgili bir kaç sözünü aldık. Bilinmelidir ki Hasluck’ta Bektaşilik denilince ilk akla gelen otoritelerden biridir.
“ Bektaşi tekkelerinin yerleri hakkında şurasını da kaydedebiliriz ki, başka tarikatların ki genellikle büyük iskan merkezleri dahilinde ve ya civarlarında bulunduğu halde, Bektaşilerinki kural olarak ya tamamen münzevi yerlerde veya köylerin kenarlarında bulunmaktadır. Bunun sebebi şüphesiz ki kısmen propaganda ve tesirlerinin en ziyade köylü halk üzerinde kendini göstermesi, kısmen de Sünni hocaları tarafından haklarında husumet hisleri mevcut olmasıdır. 23”
Burada Bektaşilerin bir proje olarak, Osmanlı topraklarında yaşatılmasına rağmen, gerçekte nefret edilen ışık insanlarını temsil ettiği bilindiğinden, yasal olduğu halde tahammül edilememiş ve Sünni tarikatlar tarafından yok edilmeye çalışılmıştır. Bu tarikatlar arasında başı çeken Nakşibendiler ve Mevlevilerdir.
“ Anadolu azizlerinden Hacı Bektaş Veli’nin, hakikatte ismini taşıyan tarikatın itikatlarıyla hiçbir alakası yoktur. Bektaşiliğin hakiki kurucusu Fazlullah isminde İranlı bir mutasavvıf olup tarikatın asıl ismi de Hurufiye idi…. ( Fazlullah’ın) ölümünden kısa bir süre sonra öğrencileri Hurufiliği Hacı Bektaş tekkesinin yoldaşları arasına bizzat Hacı Bektaş’ın gizli talimatı olarak sokmuş ve onun adının himayesi altında Hurufilik o zamandan itibaren zındıkane ve kafirane akidelerini yaymıştı.71″
Hasluck’un bu iddiası tamamen gerçek dışıdır. Her şeyden önce 1271 de ölmüş Hacı Bektaş’ın 1339 da doğmuş Fazlullah ile işbirliği yapması imkânsızdır. Üstelik Hasluck Fazlullah’ı Hacı Bektaş’tan önce öldürüyor. Gerçek şudur: Tüm mazlumlara olduğu gibi o dönemde mağdur olan Hurufilere de ışık insanları kapılarını açmıştır. Hurufiler katliamdan kaçarken ışık ve Bektaşi dergahlarına da saklandılar. Zaman içinde Hurufilikten alıntılarda Bektaşilik içinde eridi ve bir parçası oldu.
“ Hacı Bektaş genellikle Sünniler tarafından Nakşibendi tarikatına mensup bir aziz sayılır. 73”
Doğrudur. Sünniler ve özellikle Nakşibendilerin ışık insanlarına tahammülü yoktur. Evirip çevirip, kitabına uydurup, Osmanlı’nın Hacı Bektaş’a atfedilen düzmece kitaplarını da kullanarak ve belge sayarak Hacı Bektaş Sünni derler. Yukarıda defalarca belirttiğim gibi amaç ışık insanlarını asimile etmektir. İstenen düzenin devamı için kurgulanan senaryo da ışık insanlarına yer yoktur. Işık ulularını kendilerindenmiş gibi gösterince ışık insanlarının direncini ve onları dinlerine bağlayan tüm sebepleri kaldıracaklarını iyi biliyorlar.
“Anadolu Selçuklu Sultanlığının altın devri şüphesiz ki, 1. Alaeddin zamanı olup, başkenti olan Konya bu günkü çöküş halinde bile sahip olduğu abide ve kitabelerle onun zamanının medeniyet ve sanat hususundaki tekâmülüne tanıklık etmektedir. Alaeddin yüksek irfanlı bir adam ve aydın bir hükümdardı. İstanbul’da sürgünde on bir yıl geçirmiş olması dolayısıyla Hıristiyanlığa karşı aşinalık ve ünsiyeti vardı. Aynı şekilde Hıristiyanlık aleminde bir sürgün devresi geçirmiş olan seleflerinden 1. Keyhüsrev de hemen Hıristiyan gibi olmuş ve Hıristiyan bir eş almıştı. Bu zat daha sıkı bir Müslüman olan Halep’teki komşusu tarafından İslamiyete karşı sadakatsızlıktan daha büyük bir töhmetle zan altında bırakılmıştı. Aynı şekilde Alaaddin’in torunu ve bir Hıristiyan anneden doğma olan İzzeddin’in Hıristiyan olduğu Pisidya başpiskoposu tarafından beyan edilmiş olduğu gibi, bunun oğulları da İstanbul’da bulundukları zaman takdis ayinine kabul ediliyorlardı. Buna dayanarak gerek Alaaddin ve gerek sülaleleri Hıristiyanlıkla aşinalık ve emniyet hasıl etmişlerdi.”
“Alaaddin’in yanında göze çarpacak başka bir sima vardı ki o da Buharalı mutasavvuf şair Celaleddin’dir….Celaleddin dostu ve felsefede üstadı olan Şemseddin Tebrizi ile birlikte Mevlevi adıyla bilinen dervişler tarikatını kurmuştur. Bu tarikat bütün tarihi boyunca Hıristiyanlara karşı insani ve hoşgörülü olmuş, bütün dinlerin felsefi bir esas üzerinde birleşebileceği görüşündedir. 142”
İlk alıntıyı yazıma koyma nedenim; Türk milliyetçisi ya da Türk İslam sentezcisi görüşte olanlara bir gerçeği hatırlatmak. Ne Selçuklu ne Osmanlı gerçekte Türk ya da Müslüman değildi. Onlar Hıristiyandı. Ancak uzun uzun ayrı bir yazı konumda anlatabileceğim nedenlerden dolayı çıkarları için ve kullandıkları kitle Müslüman olduğu için öyleymiş gibi göründüler.
İkinci alıntı, Mevlana’nın ve devamında Mevlevilerin Hıristiyanlara karşı işbirliği ve hoşgörüsü ile ilgili. Eğer bu sözlerin ne kadar doğru olduğunu merak ediyorsanız, benim, Mevlananın diğer dinlere bakış açısı isimli yazımı okumanızı öneririm.
İSMAİL KAYGUSUZ: Bu yazarı yazıma dahil etme nedenim, onun alevi bir araştırmacı oluşudur. Bir Alevinin de, konu kendi putu olduğunda, nasıl çark edeceğini, nasıl kendiyle çelişeceğini göstermek istedim. Okuyalım:
“..İttihat Terakkici araştırmacılardan bu yana milliyetçi ve resmi çevreler, Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi’nin ölümünden yaklaşık 40 yıl sonra doğmasına rağmen, onun tarafından Anadolu’yu Türkleştirmek ve Türkçeyi yaymak için gönderildiği ciddi ciddi ileri sürdü, yazdı çizdiler. Bile bile yanlış olanda ısrar etmek, tarihe müdahale etmektir. Bu ise baskıcı devlet anlayışının yansımasıdır. 64”
Ne kadar doğru bir eleştiri değil mi? Son derece akılcı ve objektif bakış açısı. Bakın aynı İsmail Kaygusuz hemen bir sayfa sonra ne diyor. Güleriz ağlanacak halimize.
“Hacı Bektaş’ın soyunun İmam Musa Kazım’a kadar çıkması, onun Türk- Türkmen olmasına engel değildir. Yedinci İmam Musa Kazım’ın ölümüyle, on birinci kuşaktan Hacı Bektaş’ın doğumu arasında tam 400 yıl var. Adı geçen İmam ve oğlu İmam Rıza, Horasan bölgesinde yaşamış olup, kendileri ve çocukları yerli halkla evlilik ilişkileri kurmuşlardır. Yalnız onlar değil, 8. Yüzyılın başlarından beri Hasan ve Hüseyin soylular zaten İran, Horasan, Daylam, Tabaristan, Türkistana yayılmış bulunuyorlardı. 65”
Evet. Durum bu. Sen Yesevi’nin, Hacı Bektaş’ın piri olamayacağını işine geldiği için gör. Bunlar Türkçülük yapıyor de. Ama sıra Musa-i Kazım yalanına gelince putunu kırdırmamak için sürekli saçmala. Musa-i Kazım gibi bir Arapın, çocuğunu Türk yapabilmek için çırpın dur. Üstelik aradaki 400 yılı da söyle. Horasandaki evliliklere kadar git. Söyle İsmail Kaygusuz; senin o kınadığın insanlardan ne farkın kaldı?
“ Hacı Bektaş Veli, Yesevi yolcusu değildir, olamaz da…Hacı Bektaş 1200 ün ilk on yılı içinde doğmuş olduğuna göre, Lokman Perende’den olsa olsa okuma yazma öğrenmiş ve ilk dinsel bilgilerini almış olmalıdır…Elbette bu kişiler sadece şöhretleri yüzünden değil, Hacı Bektaş’ın menkıbelerinin yazıya geçirildiği dönemin, Osmanlı siyasetinin gereği olarak Velayetname’ye sokulmuştur.66”
“ Hacı Bektaş Dergahı, Sünniliğin medreseleri karşısında, günün bilimlerinin ışığı altında ve çağını aşarak, Alevi-Bektaşi öğretisinin kurallarının öğretilip uygulandığı Halk Üniversitesi konumu kazanmıştır. Hiç kuşkusuz bunda, başta Bereket Hacı ve çevresi olmak üzere, Malya yenilgisiyle ardından gelen Babai kırımından kurtulmuş bulunan Baba İlyas halifelerinin büyük katkıları vardı. 81”
Yukarıda ki iki yazıya baktığımızda, birden ani bir dönüşle Kaygusuz’un tekrar mantıklı bir araştırıcıya dönüştüğünü görüyorsunuz. Ama Musa-i Kazım konusuna sakın girmeyin, birden bukalemun gibi renk değiştirir. Yesevi’nin öğrencisi olma konusuna gelince kesinlikle olamaz diye kükrer. Ama ömrü boyunca Anadolu’ya gelmemiş bir arabı Türkleştirmek için elinden geleni yapar. Bu arabın çocukları Anadolu’ya gelince birden Türk milliyetçisi ve de Türkmen olup, eline saz alıp semah dönmeye başlar.
“ Hacı Bektaş Veli’nin, el verdiği ve icazetlendirdiği üç yüz altmış halifesini Anadolu’nun dört bir yanına ve balkanlara kadar göndermiş ve onların siyasal doğrultuda birçok eylemlere katılmış olması; Moğol istilacılar ve korumalığındaki, Konya Selçuklu feodal devletine karşı İzzeddin Keykavus’u desteklemesi bunun açık kanıtlarıdır. Büyük olasılıkla dergâhta saklanıp, yetiştirilen ve resmi tarihin Cimri diye adlandırdığı İzzeddin’in oğullarından Siyavuş’u Konya’da padişah yaparak, kendisi başvezir olan Karamanoğlu Mehmet Bey hareketi de aynı Sulucakarahöyük siyasetinin ürünüydü. Bu dönemlerde hangi Anadolu beyliğini incelemiş olsanız, oraya yerleşmiş ve etkin bir veya birkaç Hacı Bektaş halifesi bulursunuz. 82”
Bu bloğu açarken en başta yazdığım gibi, işimize geldiğinde doğruları söyleme ama işimize geldiğinde hemen yan çizme huyu bizi aydınlanmadan uzaklaştırır. Yukarıda ki alıntıların ne kadar doğru olduğunu görüyorsunuz değil mi? Bu doğruluğu kendimizi yargılamaya geldiğinde de söylemedikçe gerçeğe kavuşamayız. Özellikle son paragraf Hacı Bektaş döneminin tarihsel gerçeklerini çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Zaten yukarıda bizde yazdık.
YAŞAR NURİ ÖZTÜRK: Bu yazar magazinel kimliği ile dikkat çekmekle birlikte birçok dini konudaki eserleri ile de dikkat çeken ve tartışılan biridir. Kendisinin Hacı Bektaş ile ilgili eseri ise tartışmanın ötesinde tam bir komedidir. İşine gelmeyen konularda yalanları görmezden gelen Yaşar Nuri, işine gelen konularda ise Hacı Bektaş’ı Sünniliğe eklemlemek için elinden geleni yapmaktadır. Kitap tam anlamıyla egemenlerin politikasına hizmet etmektedir. Şimdi kitabından alıntılar yapalım.
“ Mevlevilik uğruna bazı şeyleri değiştirmekten, hatta zaman zaman yalana başvurmaktan çekinmeyen Eflaki, eserinde Mevlana’dan aşağı göstermek gayretinde olduğu Hacı Bektaş’ı, çamurlamak için Babai göstermiş olabilir. 52”
Alıntıları dikkatle okursanız asimilasyon politikası gereği önce ağıza bir parmak bal çalınıyor. Öztürk önce Alevilere ben sizin yanınızdayım mesajı veriyor. Güya Alevileri tutuyor. Bu hazırlama safhasından sonra adım adım gerçek niyet ortaya çıkacak. Bu arada Babai olmak, Yaşar Nuri için çamurlu olmak anlamına geliyor. İnsanın içi kinle dolu olunca ışık insanlarının ağzına sözde bal çalarken bile zehir çalıyor. Babailerin onurlu direnişini lekelemeye çalışıyor.
“ Hacı Bektaş’ın Horasan erlerinin en büyük manevi önderi olan Ahmet Yesevi’den, doğrudan ve dolaylı olarak feyz aldığı, Bektaşilik araştırmalarının bu gün ulaştığı aşama içinde kesinlik!!!!arzediyor. Ahmet Yesevi ile Hacı Bektaş arasında yüz yılı aşkın bir zaman vardır. Bu iki şahsın tarihsel olarak görüşmeleri mümkün değildir????O halde, Bektaş’ın, Ahmet Yesevi’den feyz alması aradaki bir şahsın elinden olmuştur. Bu şahsın Lokman Perende adlı bir mürşit olduğu, Bektaşi Velayetname’lerinde yazılıdır. Velayetname-i Hacı Bektaş’a göre, Hacı Bektaş, küçük yaşında, Ahmet Yesevi’nin halifelerinden biri olan Lokman’a teslim edilmiş ve ondan terbiye görmüştür.?????? Ne var ki, Bektaşi silsilenamelerinin bir çoğu ve Ahmet Yesevi’nin halifelerine dair bilgi veren kaynakların hiçbiri, Lokman Perende diye bir zattan söz etmiyor????Haririzade’nin Tibyanu’l-Vesail’indeki, bir Halveti şeyhi???? Tarafından verilen bir Bektaşi silsilenamesidir ki, Hacı Bektaş ile Ahmet Yesevi arasına Lokman’ı Perende’yi yerleştirir.!!!??? Lokman-ı Perende hakkında kesin bilgilere sahip değiliz???….Lokman es Serahsi..Hacı Bektaş’ın mürşidi olduğu söylenen zat olması, gerçekten mümkün görülüyor. Şöyle veya böyle Hacı Bektaş, Yesevilikten beslenmiş bir gönül eridir????-55”
Bir insan sadece bir paragrafta nasıl bu kadar saçmalar? Nasıl bu kadar kıvırır? İnsan inanamıyor. Öztürk’ün buradaki amacı Hacı Bektaş’ı Yesevi’ye bağlamak. Sonrada asimilasyon politikalarına hizmet etmek için son darbeyi vuracak. Yani Hacı Bektaş’ı Sünni ilan edecek. Kendide bal gibi biliyor ki, Yesevi ile Hacı Bektaş’ın ilgisi yok. Onun için bir dediği bir dediğini tutmuyor. Önce kesinlikle Hacı Bektaş Yesevi’den feyz aldı diyor. Sonra arada yüz yıl var, bu mümkün değil diyor. Daha sonra Hacı Bektaş Lokman Perende’den ( Hacı Bektaş 40 yaşında iken Lokman perende 5 yaşındaydı) el aldı diyor. Sonra Bektaşi silsilenamelerinde böyle bir şey yok diyor. Daha sonrada bir Halveti şeyhinin yazdıklarını belge gösterip, Hacı Bektaş’ı tekrar Perende’nin müridi yapıyor. Sonra Perende hakkında kesin bilgilere sahip değiliz diyor. Daha sonra Lokman Perende’nin Hacı Bektaş’ın mürşidi olması mümkün değil diyor. En sonunda da şöyle veya böyle Hacı Bektaş Yesevilikten beslenmiştir diyor. Bu nasıl bir fikir uçuşmasıdır? Bu nasıl bir lakaytlıktır? Ama diyorum ya niyet başka.
“ Tasavvufun ruhu kitabımızın Yesevilik bahsinde işaret ettiğimiz, Gazali eliyle sistemleşen Sünni tasavvufa mensubiyet gerçeği, az önce değindiğimiz noktalar dikkate alındığında, Bektaşilik içinde geçerli olacaktır. 56”
İşte yavaş yavaş niyet ortaya çıkıyor. Gazali isimli Sünniliğin ve egemen sınıfın çok sevdiği sistem adamının adını kullanarak, Bektailiği Sünni ilan etmeye başladı bile. Amaç Alevilere, bak ben sizi tutan aydın bir din adamıyım yalanıyla önce ağza bir parmak bal çaldıktan sonra tuzağa çekmek.
“Bektaşi silsilesinin Ali veya Ebubekir’le Hz. Peygambere ulaşması konusunda hiçbir müşkülümüz olmayacaktır. Şöyleki tarikatlar içinde yalnız Nakşilik, Ebubekir’i, Hz. Peygamberden sonraki halka saymakta, diğer bütün tarikatlar Hz Ali’yi esas almaktadır. Bu bakımda Nakşilikle bir yerde silsilesi birleşen Bektaşilik’i Bekri bir tarikat sayabiliriz???!!! Ama unutmamalı ki, Nakşilik’te de silsilelerin büyük kısmı, Hz. Peygambere Hz Ali aracılığı ile ulaşmaktadır.??? O halde Bektaşilik’in, Nakşilik’le, silsile birliği arzetmesi, Hz. Peygambere Hz Ali ile ulaşmasına engel olmuyor.???!! – 57”
İnanın içimden, bu kadar güzel kıvırıyorsa, bu dansöze helalinden para takmalıyım diye geçiyor. Bazen de Öztürk bunları yazarken sarhoş muydu diye düşünüyorum. Düşünebiliyor musunuz Öztürk Bektaşiliğe Bekri tarikat diyor. Yani silsilesi Ebu Bekir’e dayanan tarikat. Nakşibendilik Ebu Bekir’i peygamberden sonraki halka sayarken nasıl oluyorsa aynı tarikat peygambere Hz Ali aracılığı ile ulaşıyor. Nakşilikle Bektaşilik silsile birliği içindeymiş??? Dolayısı ile ikisi birden peygambere Hz Ali aracılığı ile ulaşabiliyormuş. İddia ediyorum; benim diyen matematik hocasını getirin, bu problemi çözemez. Pes Yaşar Nuri pes. Ya da insaf mı demeliyim?
“ Hacı Bektaş, Mevlevilerle değil, Ahilerle yakınlık içindeydi. Çünkü: Mevlevilerde Türkmen zevki değil İran zevki egemendi. Onlar Selçuklu sarayıyla aynı zevkleri paylaşıyorlardı….Hacı Bektaş’ın arkasına taktığı Türkmen kitleydi. Bu kitle, Mevlana’nın yakınlık ve dostluk içinde olduğu Konya- Selçuklu sarayı ile asla ülfet halinde değildi. Saray, başta İran dili ve zevkleri olmak üzere, bir yığın yabancı zevk ve eğilimin cirit oynattığı bir çevre idi. Mevlana ve Mevleviler bu çevreyle kaynaşma halindeydiler-78”
Bunca saçmalamadan sonra, asıl niyetini belli etmeye başladıktan sonra, Alevilerin ne oluyor demesinden endişe etmiş olacak ki, tekrar Alevilerin ağzına bir parmak bal çalıyor. Güya Hacı Bektaş’ı övüyor. Ne ilginç değil mi dostlar, Hz Ali’nin soyundan gelen arap Hacı Bektaş acayip Türkçü. Türkmenleri de bir seviyor ki, sevgisi Dünya’ya sığmaz.
“Bektaşilik’in, tasavvuf tarihinin en hoşgörülü tarikatı olduğunu bilmemize rağmen, o devirde Bektaşilerin Hıristiyanlarla, Mevleviler ölçüsünde samimi münasebetler içerisinde olduklarını göremiyoruz!!! Bu olamazdı, çünkü Sultan 1. Alaeddin( saltanatı 1219- 1236) Hıristiyanlarla çok sıkı fıkıdır?? Alaeddin’in en yakın dostu Mevlana ise, Hıristiyan papazlarla, destanlaşmış dostluklar kurmuş durumdadır??? 79”
Öztürk tekrar başa döndü. Eviriyor,çeviriyor, kıvırıyor. Ne doğruysa tam aksini söylüyor. Önce Mevlana ve dolayısıyla Mevlevilerin Hıristiyanlara nasıl baktığını anlamak için Mevlana’nın diğer dinlere bakış açısı isimli yazımı okumanızı tekrar öneriyorum. Biliniz ki tüm tasavvufçular gibi Mevleviler de Müslüman olmayan herkese düşmandır ve onları aşağılarlar. Tam aksine Bektaşiler Hıristiyanlar karşı son derece hoşgörülüdür. Hasluck Bektaşilerin ulaştığı tüm bölgelerde Hıristiyan halk ile Bektaşilerin nasıl kaynaştıklarını anlatır. Hatta her iki inanç mensubu da, aynı yerde ibadet ediyor ve hatta aynı erene ziyarete geliyorlardı. Velayetname’de de bir sürü Hıristiyan konulu hikaye anlatılır. Yukarı da defalarca anlattık; Hacı Bektaş’ın Frenk diyarı denilen Bu günkü Yunanistan’da bile Hıristiyan dostları vardır.
Sanırım bu kadar alıntı yeter. Bu yazımızda Hacı Bektaş’ın kim ve ne olduğu sorusuna cevap aradık. Elbette Hacı Bektaş konusu burada bitmez. Osmanlı Hacı Bektaş bağlatısının da bir yazı konusu edilmesi gerekir. Ayrıca Ahi Evren, Saru Saltuk gibi isimlerinde tüm detaylarıyla incelenmesi gerekir. Ben bu buradan ışık insanı kardeşlerime sesleniyorum. Lütfen ulularınıza sahip çıkın. Sizlerde araştırın. Sizlerde gerçekleri gün yüzüne çıkarın.
Aslında bütün mesele ışık insanlarının, ışığın kaynağı yani Tanrı’nın yeri anlamına gelen Horasan kelimesini asıl yurtları olarak tanımlaması ile başladı. Yani o Horasan başka, bu Horasan başka idi. Sır dilinden anlamayanlar bu sözü İran topraklarındaki Horasan olarak değerlendirdiler. Tıpkı Osmanlı yazıcıları gibi. O yüzden Hacı Bektaş’ı da Horasan’a, oralarda yaşamış bir şeyhe bağlamaya çalışıyorlar. Anadolu erenlerine bakarsanız tamamı Horasan’dan geldiklerini söylerler. Yani Horasan, eren üretme merkezimidir? Horasanlıların Anadolu’ya göç etme gelenekleri mi vardır? Sonuçta Horasan çoğu çöl olan, tarihte iz bırakmamış bir bölgedir. Buna bağlı olarak Anadolu erenlerinin HU dan ( Tanrıdan, ışıktan) geliriz sözünü çarpıtarak, Hoy’dan gelirize çeviren güdümlü tarihçiler, onları Horasan’da olmayan Hoy şehrinden göç ettirirler. Yani tüm Anadolu erenleri Horasandan, aynı zamanda Azerbeycan’da ki Hoy şehrinden göç etmişlerdir. Hacı Bektaş’ta işte bu yalanın kurbanlarından biridir. Ama bir ayrıcalığı vardır. Çünkü, ayrıca sonradan hayata geçirilmiş bir Osmanlı projesidir. Onun sayesinde milyonlarca ışık insanı dergah vasıtasıyla Osmanlıya bağlanmıştır. İşte bu projedeki Hacı Bektaş hiç var olmadı. Hacca giden, namaz kılan, Osman’a taç giydiren, çocukken Kur’an’ı ezberleyen Hacı Bektaş bir Osmanlı kurgusundan başka bir şey değildir.
Saygılarımla
https://evrenvenur.wordpress.com