Fehmi SALIK
“Güneşi Gördüm” filmini henüz görmedim.
Ancak film üstüne yapılan yorumlardan, verilen bilgilerden, TV’lerdeki reklâmlardan anladığım kadarıyla Mahsun Kırmızıgül’ü kutlamak gerekir.
Bu film bana bir yönüyle, 1997’lerde yazdığım bir öyküyü anıştırdı.
Önce şu ‘anıştırma’ sözcüğünü açmak istiyorum:
“Anıştırma: Söz arasında ya da sözün gelişine göre çok bilinen bir olayı, ünlü bir kimseyi, bir atasözünü, bir özdeyişi anımsatma, düşündürme, sezdirme. (Ali Püsküllüoğlu, Edebiyat Sözlüğü)”
Söz konusu öykümün adı: “İkizler”dir.
Öykü, 1997 Mayıs’ında, İstanbul ‘Belgi Yayınevi’nce düzenlenen, kapak resmi değerli ressam Alime Mitap tarafından çizilen ve İzmir ‘Etki Yayınevi’nce basılan “Güneşi Emen Ölü” adlı kitabımda yer almıştır.
“Güneşi Emen Ölü”, 21 öyküden oluşmaktadır. Kitapta ‘İkizler’, 20. sırada bulunmaktadır.
Olay, Diyarbekir’de kendi köyümün çevresinde geçmektedir. Olayın kahramanları kendi köylülerimdir.
Öykü biraz uzundur; sona doğru olan bölümünü, buraya almak istiyorum:
“…Azize Öztürk, çocuklarına iyi baktı; yemedi yedirdi; giymedi giydirdi; okuttu onları. Onlar da adlarından güzel söz ettirdiler çevre köylerde ve Diyarbekir’de. İkisi de 1.80’e yakın, ince belli, geniş omuzlu, kalın pazulu, attığını vuran, tuttuğunu koparan, büyük babaları Amey’e yakışan birer delikanlı oldular.
Sonra ‘o gün’ geldi. Muhtar Delibaş Haydar, Ali Cemal Öztürk’ü çağırıp ikizlerin askerlik celbini uzattı onlara.
Adamın sevinci, yere göğe sığmaz oldu. Sevgisini paylaşmak için karısına koştu hemen.
Kadın bir şişti, bir kabardı; bütün dünya onundu artık.
Asker anası olacaktı; hem de çifte asker.
Köyün ileri gelenleri, Ali Cemal’i uyardı:
“İkiz oldukları için istesen ikisini birden göndermeyebilirsin.”
Bu görüşe en çok ikizlerin anası karşı çıktı.
“Ben bugün için doğurdum onları; bugün için besledim büyüttüm. İkisi de gitsin ki ikiye katlansın sevincim…”
Kısa bir süre sonra bir söylentidir aldı köyü:
“Hakverdi Öztürk’e Apocular el atmış; Gazi’ye ulaşamamışlar bir türlü…”
Gerçekten de Hakverdi, ortalıkta görünmez olmuş.
Öte yandan Gazi’ye de devlet el koymuş.
İkizlerden biri ‘dağ’a, diğeri ‘asker ocağı’na yürümüş.
Ali Cemal’le karısı, kuzu kuzu boyun eğmişler bu duruma; başka da ne yapabilirdi ki fukaralar?
Yıl 1992, ayların ilkiydi.
Paşalar, beyler, hanımefendiler, yeni yıl kutlamalarının sarhoşluğundan kendilerini henüz kurtaramamışlardı. Viski, şampanya kadehlerinin şakırtısı üstünden tam dört gün geçmişti. Lamı cimi yok, Ocak ayının 5’iydi. O güne dek ‘adak kanları’yla toprağı ıslanan ‘Deveboynu’, bu kez insan kanıyla kızıla boyanmıştı.
Bir savaş vardı Deveboynu’nun eteğinde.
O gündü işte; iki taraf da kayıplarını toplarken, üç kişiyi bulamamışlardı.
Edirne tevellütlü askerin biri, parçalanan karnından dışarı sarkan bağırsaklarını eliyle yerine koymaya çalışırken, ötede iki ağır yaralı, birbirlerine yardım için didinip duruyordu. Bunlardan biri asker, öteki gerillaydı. Yöre soğuk ve karanlıktı. Kar diz boyuydu. Palu dağlarından kopup gelen bir rüzgâr, kurşun yarasının acısını gölgede bırakıyordu. Deveboynu, olanlardan habersiz, mışıl mışıl uyuyordu.
Asker olan ikinci yaralının bacağı, gerillanınsa kolu kopmuştu.
Gerilla olanı, bir ara kulağını iyice kabarttı; acı acı inleyen askerin sesi, ona hiç de yabancı gelmiyordu.
Edirne doğumlu olanı, seslendi onlara:
“Benim yaşamam mümkün değil artık. Siz kendinizi kurtarmaya bakın. Gazi Öztürk, Diyarbakırlıdır. Buraları iyi bilir o.”
Gerilla Hakverdi, birden titredi; sağ kalan kolu da kopar gibi oldu; inleyen askerin üstüne kapandı; ağzıyla, burnuyla her yanını koklamaya başladı yaralının.
“Gazi! Kardeşiiimmm!” diye olanca gücüyle bağırdı.
Kurşun hızıyla çıkan ses, Deveboynu’nun oyuklarına çarpıp yeniden üzerlerine döndü.
Hakverdi sağlam omzunu, azgın bir boğa gibi kardeşinin gövdesine dayadı; bir heybe gibi sırtladı onu. Ne kar engel olabildi bu duruma; ne bıçak gibi kesen soğuk; ne de Hakverdi’nin omuzdan kopma sol kolu…
İkinci adımda o da devrildi Edirnelinin yanına.
Belki de anaları Azize Öztürk’ün, Deveboynu ziyaretine birer adağıydı onlar.
Azize Öztürk’ün yaktığı ağıt, Kadıköyü’nü yerinden oynatıyor, canlı/cansız ne varsa birlikte ağlıyordu onunla.
Ben de ağlıyordum…
***
Gözlerim açılıyor bu zaman; ‘oh’ diyorum.
Eşim başucumda, elindeki tülbentle alnımdaki teri siliyor. Bakışlarımız iç içe giriyor. Ayaklarımdaki sancıyı unutuyorum.
Benden önce eşim konuşuyor:
“Tam on gündür uyur uyanık kıvrandın. Doğru dürüst bir şeyler inmedi midene. Karnın sırtına yapıştı. Bugün işte daldın biraz. Zaman zaman sayıkladın. Bana kalırsa köyündeydin yine; köylülerinle konuşuyordun?”
Eşimi onaylıyorum.
TV ekranları, Diyarbekir’de çamura saplanan ‘açlık kamyonu’nu sergiliyor dünyaya. Bir avuç yiyecek uğruna ak saçlı analar, çamura batmış çırpınıyor.
Bu anaları, bu çamuru tanıyorum ben.
Tutamıyorum kendimi artık; Kazak Abdal gibi boşalıyorum:
“Sebep olanın anasını, avradını…”
Rahatlıyorum…”
“Güneşi Gördüm”ü görmesem bile, dediğim gibi, bu oluşumdan aldığım zevk, bende diğer izleyici ve yorumculardan daha çok oldu. Sanki benim öyküm, film olmuş gibi sevindim.
Mahsun Kırmızıgül’ü ne denli övsem, kutlasam azdır yine de.
Bu durum, sanatçı geçinen Kürt kökenli diğerlerine de örnek olur umarım.
Filmi izlediğimde inanıyorum ki daha değişik duygularla yoğrulacağım.
Hele bir izleyeyim; yorumumu yazarım sonra…
Fehmi SALIK -
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy79965 = 'fehmisalik' + '@';
addy79965 = addy79965 + 'gmail' + '.' + 'com';
var addy_text79965 = 'fehmisalik' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';
( '' );
79965 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
KAYNAK : Alevihaber.com - 16 Mart 2009