'Geçmişi anlatmak bugünümüze de ışık tutuyor'

'Geçmişi anlatmak bugünümüze de ışık tutuyor' Türkiye’nin en önemli polisiye yazarlarından Ahmet Ümit,...

'Geçmişi anlatmak bugünümüze de ışık tutuyor'

Türkiye’nin en önemli polisiye yazarlarından Ahmet Ümit, son romanı Bab-ı Esrar’da yedi yüz altmış iki yıl önce işlenmiş Semş-i Tebrizi cinayetinin arkasındaki sırrın peşine düşüyor. Anadolu medeniyetlerini anlatmayı romancılığının işlevi olarak gören Ahmet Ümit ile son romanı üzerine konuştuk.

Sizin romanlarınızda Anadolu medeniyetlerinden gelen birikimin, oradaki değer yargılarının yoğun etkisi olduğunu görüyoruz. Romanlarınızda bu motifleri hangi amaçla kullanıyorsunuz?

Uzunca bir süredir, “Bir Ses Böler Geceyi” adlı romanımdan bu yana Anadolu medeniyetleri ilgimi çekiyor. Bu konuyu anlatmayı çok seviyorum ama sevmenin ötesinde de Anadolu medeniyetlerini anlatmayı benim romancılığımın bir işlevi olarak görüyorum. Çünkü yeryüzünde Anadolu’daki gibi yahut Türkiye sınırları içerisinde yer alan topraklardaki gibi zengin bir tarihsel kültüre sahip başka bir toprak parçası yok. Bu toprakların oldukça eskiye uzanan bir tarihi var. Yüz binlerce yıl önceye; ilk insanlara, mağaralarda yaşayan insanlara kadar uzanıyor. İşte Çatal Höyük mesela. Bundan sekiz bin- on bin yıl öncesine kadar uzanıyor. Medeniyetin ilk izleri burada. Ama sadece bu değil; üç büyük imparatorluk: Hitit İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu bu topraklarda kurulmuş. Onların dışında da irili ufaklı pek çok medeniyet var. Fakat ne yazık ki biz bugün, bu topraklarda bizden önce yaşamış uygarlıklarla kültürel akraba olduğumuzun farkında değiliz. O nedenle geçmişi anlatmak aslında bugünümüze de ışık tutuyor.

Son kitabınız Bab-ı Esrar’da diğer romanlarınıza göre biraz daha mistik bir dil kullanmışsınız. Romanınızda bu anlatım dilini kullanmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında daha önceki kitaplarımda da böyle bir yöntem vardır. Mesela “Patasana”da bir tablet bölümü vardır, bir de günümüzde geçen bölüm vardır. Tablet bölümünde Hitit Dönemi anlatılır, diğer normal diyebileceğim bölümde ise günümüz anlatılır. Önemli olan romanın içeriğine uygun bir dil yaratmaktır. Bu roman; Bab-ı Esrar, Mevlana ve Şems’i, on üçüncü yüzyılı anlattığı için ve konusu tasavvuf ve Mevlevilik olduğu için okur kendisini o dünyanın içine sokabilsin, o atmosferi yaşayabilsin diye böyle bir dil kullanmak istedim.

Tasavvufa kitabınızda yer alan bazı karakterlerinizle -özellikle Susan karakteri- bir takım eleştiriler de getiriyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Aslında iyi roman yanıtlar vermez, sorular sorar, eleştiriler getirir. Bir yanıyla Anadolu’daki bu uygarlıkları anlatmak, özellikle Bab-ı Esrar’a gelirsek, burada tasavvufu ve Mevleviliği anlatırken aynı zamanda bunun eleştirisini de yapmak gerekir. Yani romanın içerisinde tezi sunmak ama antitezini de birlikte sunmak gerekir. Çünkü bana göre tasavvufun olumlu bir çok yanı olduğu gibi olumsuz bir çok yanı da vardır. Bunların hepsini sergilemek, en azından okurun kafasında bu konuda ciddi sorular oluşturmak için gereklidir. Bana sorarsanız yani bir yazar olarak benim inandığım şey, esas olarak tasavvuf ya da Mevlevilik değil. Benim görüşlerim Susan’ın görüşlerine daha yakındır. Ama Susan’ın görüşlerini de tarafsız bir şekilde anlatırım. Yani romandan Susan’ın görüşleri doğrudur diye bir şey çıkmaz. Nasıl ki Mevlevilik ve tasavvuf yanlısı karakterler büyük bir inatla kendi görüşlerini açıklarken aynı şekilde Susan’da aynı eşitlikte kendi görüşlerini açıklar.

Kitabınızın arkasında bu yazdığınız konu ile ilgili kadar çok geniş bir kaynakça görüyoruz. Bu bakımdan okurlarınıza nelerden etkilendiğinizi, bu kitabı yazarken en çok hangi kaynakların size faydalı olduğunu açıklar mısınız?

Şimdi bir kere iki şeye dikkat ettim. Bir; Mevlana ve Şems’in yaşadığı on üçüncü yüzyıl nasıl bir yüzyıldı? Bu nedenle biraz Selçuklular üzerine okumalar yaptım. O dönem Konya’sı, Anadolu’su nasıldı? Bunun üzerine okumalar yaptım. Ama Şems ve Mevlana arasındaki ilişkiyi anlamak için daha çok Mevlana’nın ailesinin onayladığı kaynaklara yöneldim. Çünkü bu hassas bir konu, somut insanları anlatıyorsun. Bunlar hayali kahramanlar, karakterler değil. O nedenle aile tarafında yazdırılmış Ahmet Eflaki’nin “Ariflerin Menkıbeleri” gibi ya da Mevlana zamanında yazılmış, kaleme alınmış metinler yahut Bahaeddin Veled’in kaleme aldığı metinler gibi metinlerden yararlandım. Ama tabii bu gibi metinlerden yararlanarak hikayeyi yeni bir şekilde anlattım. Fakat hikayenin aslına sadık kaldığımı söyleyebilirim. Yani özellikle Mevlana ile Şems arasındaki ilişkide sadık kaldığımı söyleyebilirim. Sadece Şems’in Kimya ile ilişkisinde –Kimya’nın ölümü şöyle gerçekleşmiştir: Şems karısı Kimya’ya kızar, bir bakış atar. Kimya’nın boynu tutulur, ölür.” der.- “Şems Kimya’nın gırtlağını sıktı, Kimya öldü” şeklinde kendi yorumumu kattım. Onun dışında o şahsiyetlerin, kişiliklerin hayatlarına mümkün olduğunca sadık kalmaya çalıştım.

Türkiye’de Mevlevilik veya diğer başka kültürlerin imgeleri her zaman gözümüzün önünde fakat genellikle bu imgeler turizm amaçlı veya ticaret amaçlı kullanılıyor. Siz bu imgelerin bu şekilde kullanılması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Aslında bu doğal bir şey, bunu kâr elde etmek için kullanacaklar. Bu imgelerin turizm için kullanımına da itiraz etmiyorum. Ama esas olarak insanlarımızın hatta entelektüellerimizin turizm çerçevesinin dışına çıkamaması, Mevlana dendiğinde “Kim olursan ol gel” sözünden ibaret sanılması ki o söz bile Mevlana’ya ait değil. “Mevlana hoşgörülü bir insandır” denilip geçilmesi, bunun arkasındaki derin kültürün yani hetorodoksi kültürünün bilinememesi, bunun araştırılamaması. Türkiye’deki ya da daha doğrusu Anadolu’daki Hıristiyan kaynakların bilinememesi, mesela Hıristiyanlığın üç büyük şehri var, biri Kudüs’tür, diğeri Antakya’dır öteki Edessa’dır yani Urfa’dır. Yani iki büyük şehir aslında Anadolu’da bulunuyor. Ama bütün bu zenginlik, işte Roma’nın büyük şehirleri, İstanbul, Antakya gibi ya da Antalya gibi. Bunların bilinememesi korkunç bir şey. Yoksa bu iş turizm için kullanılsa ona bile razıyım ben. Onu bile yapmıyoruz.

Bu topraklarda yaşıyoruz. Bu topraklarda Türklerin tarihi yahut İslamiyet’in tarihi bin küsur yıl falandır taş çatlasa… Ama biraz önce konuştuk bu toprakların binlerce yıllık bir tarihi var. Biz Türk ve Müslüman olmadığı için bu tarihi reddediyoruz adeta, kabul etmiyoruz. Bu sekterlikten kurtulmak, bu önyargıdan kurtulmak gerekiyor. O kültürleri kabul etmek bizim ne Türklüğümüze, ne Müslümanlığımıza halel getirmeyecek. Tam tersine bizi dünya vatandaşı yapacak.

Neticede romanınız bu yüzyılda da geçiyor ve romanınızda yaşayan Mevlevilik imgesi var. Mesela Konya’da Poyraz’ın kızını alıp dergaha götürmesi veya romandaki İzzet Efendi gibi karakterler. Mevlevilik ve Mevlana’nın düşünce sistemi hala insanlar arasında yaşatılıyor mu? Yaşatılıyorsa bunun ne kadarını romanınızda yansıtabildiniz?

Aslında ülkemizde Müslümanlık dendiği zaman ne yazık ki son dönemde Ortodoksi Sünni İslam anlaşılıyor ve onun tarikatları anlaşılıyor. Oysa Türkler ilk kez Orta Asya’dan geldikleri zaman binli yıllarda, on birinci yüzyılda çok farklı bir İslam anlayışları vardı. Onlarınki hetorodoksiydi. Yani bir yandan Şaman eğilimler taşıyorlardı. Bir yandan çok değişik Pagan kültürünün etkileri vardı. Hatta Anadolu’daki Hıristiyanlığın etkileri de o Müslümanlığı etkiliyordu. Böyle çok sesli, çok kültürlü bir Müslümanlık anlayışı, hetorodoksi dediğimiz anlayış söz konusuydu. Bu insanlar daha özgürlerdi. Çünkü o zaman Anadolu çok daha kozmopolitti. Anadolu’da Türkler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Kürtler; çok değişik etnik gruplardan insanlar ve dinsel gruplar vardı. Böyle bir kaotik ama pozitif anlamda kaotik bir ortam yaşanıyordu. Günümüzde ise baktığımız zaman. Türkiye bir laik ülke falan dense de baktığımızda biz Sünni İslam tarikatlarının etkili olduğunu görüyoruz. Aleviler haklarını yeni yeni almaya başladılar bu ülkede. Haklarını kazanmaya başladılar. Bu nedenle de Mevlevilik biraz çekingen kalmış. Şehirli bir tarikattır. Ama tabii ki bence hetorodoksidir. Hatta rahatlıkla şunu söyleyeyim. İslam içerisindeki ilerici olabilecek tarikatlardan bir tanesidir. Fakat Mevlevilik bugün daha çok törensel düzeyde kalmaktadır.

Uğur Halil Karakullukcu / EVRENSEL - 08 Şubat 2009

Makale Haberleri

Ölümsüz bir analiz olarak: Büfeci İslamı - Ufuk Güldemir
Ali mi Aleviliği, Alevilik mi Ali'yi yarattı?
Şebnem Korur FİNCANCI yazdı: Aralık 78
Alevi düşmanlığı yapan Rabia Mine'ye PSAKD yöneticisinden cevap
Din ortaklığının kitle kontrol silahı : Korku