Evrim ALATAŞ : Köyümün kadınlarına

Evrim ALATAŞ : Köyümün kadınlarına  Siz deyin Anadolu kadını, ben diyeyim yoksul Alevi-Kürt kadınları... Çiçekli şalvarları,...

Evrim ALATAŞ : Köyümün kadınlarına 

Siz deyin Anadolu kadını, ben diyeyim yoksul Alevi-Kürt kadınları... Çiçekli şalvarları, beyaz tülbentleriyle evvela yoksuldular. Naylon terlikleriyle yazlık, erkeklerden kalma eskimiş ayakkabılarıyla kışlıktılar. Üstleri kurutulmuş patlıcan kokan, kazakları yamalı, parmakları nasırlı kadınlar. Kollarını sarkmış memelerinin üstünden çaprazlama geçirip, ellerini koltuklarının altında ısıtıp da ya hayvan yolu, ya karşı köyden gelecek okul çocuğu yolu gözleyen kadınlar. Ama hep gözleyen...

Çocukluğumun kadınlarıydı hepsi. Şimdi sonbahar vurmuş yapraklar gibi solup, teker teker göçüyorlar. Biri daha gittiği için, aklıma düştü her birinin yüzü. Bu yazı onlara.

Alevilikten belki, pek çok yere göre erkeklerle baş edebilme konusunda bir adım öndeydiler. Ama bu kadar. Cemlerde yerleri vardı, cemaatlerde de. Köye Köy Enstitüsü ve ilkokul kurulduğu vakit, önce çocuklar, sonra onlar tanıştı Türkçe ile. Siyah önlüklü çocuklar, sararmış yapraklara basa basa, yeni dilin gri binasının yolunu tuttuklarında, fasulye torbaları dikmeye başladı onlar.

Soğuk kış sabahlarında, horozlardan önce kalkıp sobaları tutuşturdular. Sonra ahıra girip hayvanlara baktılar, sonra çıkıp ekmek pişirdiler, sonra ekmeğin kokusuna uyanan çocukları oturtup odun ateşinin başına, tembihlediler: "Ateşle oynama, altına işersin!"

Her anne, tembih kadar sırdı da. En azından biz çocuklar için. Mesela sacda pişen ekmeğin yanık karasını yediğimiz vakit, para bulacağımızı tembihlerlerdi parasız köyde. Dayanıp yerdik karaları. Köyün kendi gündeliği içinde, kimse söylemezdi, bunun ekmeği tüketmek üzere kurulmuş bir oyun olduğunu. Ya da yemek yemezsek eğer, karnımızın kurtlanacağı korkusunun koca bir balon olduğunu.

Köyün kendi ahenginde, sonbahar vakti duvar dibinde oturup, kazak örüp dedikodu yaptıkları, damlarda salça kuruttukları, yoğurt mayaladıkları ve çocukların çişleriyle çürümüş döşekleri söküp teker teker dere tepe yıkadıkları kadar, köyün ahenginin dışına olup bitenlerin ağırlığıyla da çöktüler.

1960 sonlarına kadar, en azından yapılan cemlerin sırrını tutarlarken, 68 ile beraber yepyeni bir yolda buldular kendilerini. Artık çocuklardan kavurma, yağ, çay saklayıp da yokluğu ve yoksulluğu katık etmek kadar, çocuklarını da saklar oldular. Kitap, kaset saklayan çocukları, anneler götürüp de tepelere bahçelere, samanların, odun yığınlarının içine gömdüler. Çünkü o vakitler, köyün tepesinde göründü mü cemseler, köyün gençleri kadar, annelerini de telaş alır, askerin önüne çıkarlardı: "Kimse yok komutan beg!"

O vakte kadar sevişen yılanların üstüne tülbent atıp dilek tutanlar, kapıda öten kargaya Kürtçe "Hayırlı habeeeer" diye bağıranlar, yağan yağmura kaşık, ölen yılana un atanlar, yani korkuları, kederleriyle yaşayanlar, artık başka bir eşiği geçiyordu. Nısnıslar, cinlerle çocukları uyutmaya çalışan kadınlar, benim çocukluğuma kadar sürecek olan yeni ünlemi kondurmuşlardı dudaklarına: "Hişşttt, bacadan asker gelir!"

Neler mi yaptılar? Bilir misiniz ki Denizler geldiği vakit, evlerin karanlık odalarına saklayan onlardı. Tabancaları sütyenlerinin arasına koyup o kocaman memelerini daha da büyütenler, içeride Nurhak yolcusu gençler varken, köyü basan askerlere kahve, ayran, kayısı, ceviz ikram edip de hürmetten ve saygıdan, askerlerin içeriyi aramasından vazgeçirtenler.. Sonra mesela 1 Mayıs mitingi için Malatya'nın köyünden kalkıp, İstanbul'a gelip, parmaklarını apartmanlara doğru sallayıp, "Devrim olsun, bu evlerin hepsi bizim olacak" diyenler. Ve bırakın evleri almayı, yıkık dökük toprak evlerde hayatının sonuna kadar kalıp yılanla, fareyle uğraşanlar onlardı.

Onlar da değişti

Neler mi yaptılar? Yıllarca askerlerin bastığı evlerde, yere yıkılan yüklükleri toplayıp, birbirine karıştırılan fasulyeyle buğdayı ayıklayıp, dam loğlayıp, inek sağıp, tarla ekip çocuk doğurdular. Ayıp olduğu için ahırlarda doğurdular. Çocukla dışarı çıkan kan revanı, koyunların, ineklerin kan revanı gibi ahırın diplerine gömüp, göbeklerini kestip bebeklerin, beze sarıp, konu komşudan uzak, odaların diplerine çekildiler.

Vakit döndükçe, dünya döndükçe, onlar da değişti elbet. Samanlara sakladıkları çocukları cezaevlerine konulduğunda, ellerini koyunlarında birleştirip içli ağıtlar yaktılar. İşkenceden hayaları şişmiş oğlanları yatırıp tahta divanlara, karı pekmeze katıp ağızlarına sürdüler. Ve bir sürü şeyi yapamadılar elbet. Çünkü çocukları ateşle oynamaya başladığı vakit, her birinin ocağına ateş düştü.

Radyoda, oğullarının tutuklandığını duyduğu anda kalp krizi geçirip öldü kimi. Ve hepsi, bir zaman sonra buluşacakları köyün mezarlığında toplanıp Bahriye Üçok'un öldürülmesini protesto etmek için temsili cenaze töreni yaptı mesela. Yani öyle çoktu ki hikâye, trajedi ile komedi iç içe geçip gökkuşağı gibi bir film şeridi bıraktı köyün üstüne.

Kimi yıllar sonra cezaevinden çıkan çocuklarını evlendirmek için köy köy dolaşıp "kız aradı", kimi ise köyün ortasına atılan cesetlerin ardından hayatla, devletle, annelikle, her şeyle arasına kocaman, soğuk bir duvar koydu.

İşte böyle, o kadınların her biri, ama her biri, şimdi teker teker giderken, arkasında anlatılmayacak bir ağırlık bırakıyor. Ve hiçbir yazı, onları anlatmaya yetmiyor.

EVRİM ALATAŞ
RADİKAL2  - 9 Mart 2008

Makale Haberleri

Ölümsüz bir analiz olarak: Büfeci İslamı - Ufuk Güldemir
Ali mi Aleviliği, Alevilik mi Ali'yi yarattı?
Şebnem Korur FİNCANCI yazdı: Aralık 78
Alevi düşmanlığı yapan Rabia Mine'ye PSAKD yöneticisinden cevap
Din ortaklığının kitle kontrol silahı : Korku