Eser KARAKAŞ
Laiklik meselesi ve ilgili tartışmalar ülkemizde tam bir kör dövüşü manzarası sergiliyor.Son seksen küsur senedir, en azından da 1937'den bu yana belki de başka hiçbir konu bu kadar sert ve suçlayıcı tonlarda, üstelik kimin ne dediği pek de belli olmadan tartışılmamıştı.
Ortada ilkokul aşamasından siyaset bilimi profesörlerine kadar kullanılagelen bir tanım, "din ve devlet işlerinin karşılıklı olarak ayrışması" tanımı mevcut ama bu tanımı benimseyenlere, benimser gibi gözükenlere "peki ama bu devasa devlet kurumu, Diyanet İşleri Başkanlığı ne anlama geliyor?" sorusunu yönelttiğinizde ise "o iş ayrı bir mesele" gibi çok ilginç cevaplar alabiliyorsunuz.
Oysa, "o işin ayrı bir mesele" olmadığı aşikâr; ama saha biraz dikenli diye kimse pek girmek istemiyor gibi bir görüntü doğrusu siyasette, üniversitelerde ve medyada egemen.
Bu dikenli sahaya siyasetçilerin girmek istememelerini bir ölçüde anlar gibi olmak lazım; zira Siyasal Partiler Kanunu'nun o çok ilginç 89. maddesine göre Diyanet İşleri Başkanlığı'nı genel idare dışına taşımayı amaç edinen partiler Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılabiliyorlar.
Zaten Türkiye'nin bir hukuk devleti olup olmayacağının kriterlerinin başında da siyasal Partiler Kanunu'nun bu maddesinin geleceği bulunuyor.
Tam bir karmaşa ve anlamsızlık içinde yürütülen laiklik tartışmaları ülkemizde başka bir olumsuz geleneğin de işareti; bu olumsuz gelenek de benzer tartışmaların hiçbir somut ölçüt kullanılmadan yürütülüyor olması ve belki de daha önemlisi ve vahimi ortaya somut ölçütler koymaya yani tartışmaları daha anlamlı bir yere çekmeye çalışanları da ipe sapa gelmez suçlamalara muhatap etmek.
Devletin yegâne fonksiyonu
Benim bu yazıda tartışmaya açmak istediğim konu önümüzdeki aylara ve belki senelere de damgasını vuracak olan laiklik meselesini somut bir ölçüt çerçevesinde yürütülmesine yardımcı olacak olan vergi konusu.
Laikliğe ilişkin konuları vergi ekseni üzerinden yürüttüğünüz sürece tartışmalar çok daha anlamlı bir zemine kayabiliyor. Tartışmaya başlamadan konuyla çok yakından ilişkili bazı kavramlara yorum/açıklık getirmek istiyorum.
Devletin yegane fonksiyonu kamu hizmeti üretmektir; yani devlet zaten kamu hizmeti üreten aygıta verilen isimdir.Kamu hizmetinin de bu yazı çerçevesinde giremeyeceğim ama çok somut bir tanımı vardır ve kamu hizmeti kavramı öyle zaman ve mekana göre pek değişen bir şey de değildir, yani çerçevesi çok net olarak çizilmelidir.
Kamu hizmeti üretimi de pahalı bir şeydir ve vergiler sadece ve sadece çerçevesi iyi çizilmiş, belirlenmiş kamu hizmetinin finansmanı içindir.Devlet kamu hizmeti üretmek için vardır ve vergi de kamu hizmetinin finansmanı için salınır. Laiklik konusuna tekrar geri dönersek, o üzerinde pek düşünülmeden kullanılagelen ama özünde yanlış olmayan tanım (devlet ve din işlerinin karşılıklı olarak ayrışması) çerçevesinde laik bir devlette dinsel bir hizmet üretimin kamu hizmeti olarak algılanamayacağı ve dolayısıyla devletin asli görevi olan kamu hizmeti üretiminin finansman biçimi olan verginin dine ilişkin bir amaç için kullanılamayacağı sonucunu çıkarabiliriz.
Başka bir anlatımla laik devlet kamu hizmeti üretmek için topladığı vergileri şu ya da bu dinin öğretimi, uygulaması için kullanamaz, kullanırsa devletin laiklik ilkesi ciddi bir biçimde sakatlanır, vergiyi dinsel bir amaç için kullanan devlete laik bir devlet demek mümkün olamaz.
Toplumun "din hizmeti" ve "din eğitimi" talebi
Bu tartışmayı ülkemizde çok geniş bir kesimin "devletin laiklik ilkesi" üzerinde mutabık olduğu ama içeriği, uygulama biçimi konusunda anlaşamadığı varsayımı üzerinden yapıyorum; zaten laik devlet kavramını kavramsal olarak benimsemeyenlere meseleye vergi açısından yaklaşmayı önermek pek anlamlı değil.
Evet, laik devlet vergi gelirini dinsel bir amaç için kullanamaz, bu kanımca önemli bir doğrudur; ama toplumun da önemli bir kesiminin din hizmeti, din eğitimi alma gibi bir talebi varsa bu sorun nasıl çözülecektir?
Bu soruya benim cevabım bu meselenin sivil toplum düzeyinde ve vergi gelirleri kullanılmadan çözülmesi doğrultusundadır. Ülkemizdeki mevcut hukuksal yapılanma, buna galiba inkılap kanunları da dahildir, bugün için cevaz vermeyebilir; ama önemli olan kanımca meselenin somut bir ölçüt kullanılarak kavramsal bir mutabakatın sağlanmasıdır.
Laik devlette vergi gelirleri ile zorunlu ya da değil din dersi verilmemelidir, kim ne derse desin, bu derslerin bir dinin bile değil, bir mezhebin öğretisi doğrultusunda işlendiğini cümle âlem bilmektedir ve bu dersin finansmanına ateistleri, Alevileri, Katolik, Gregoryen, Ortodoks yurttaşlarımızı ortak etmek laiklik ilkesinin ruhuna ve özüne aykırıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun yüz bini aşkın kadrosunun da vergi gelirleri ile finansmanı yine laiklik ilkesinin ruhuna, özüne aykırı bir anayasal yapılanmadır; Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesini şiar edinmiş bir İslam toplumunda dini kontrol amaçlı kurulmuş olduğunu iddia etmek de meseleye çözüm değildir.
Türkiye, bugün gelmiş olduğu toplumsal ve ekonomik gelişmişlik aşamasında artık teorik olarak doğru olanları, tarihsel bagajlardan sıyrılarak yaşama geçirmesi zorunlu hale gelmiş bir ülkedir; ülkemizde çok yaygın bir söyleme göre teorik olarak doğru bazı saptamalar bizim ülkemiz koşullarında yaşama geçirilmesi olanaksızdır. Bu sözün, ifadenin gerçek anlamı Türkiye'nin bilinmez, anlaşılmaz nedenlerden hep teorik olarak doğru olmayanları, yanlışları uygulama zorunluluğuna da gelebilir.
Bir dizi önemli alanda hep "teorik olarak doğru olanı uygulayamayan, uygulatmayan" bir yapılanmanın yanlışlar üzerinden gelişmesi, çağdaşlaşması, yurttaşlarını özgür ve zengin kılması olanaksızdır.
Önemli bir yanlışın tarihsel bagajlar nedeniyle uygulanma zorunluluğunun hep vurgulandığı bir alan da laik bir devlette dinsel meselelerin finansmanıdır; laik devlet vergi gelirlerini din hizmeti sunma, zorunlu ya da değil din dersi verme gibi konulara ayıramaz, bu uygulama laiklik kavramının özüne aykırıdır; ama aynı zamanda da demokratik ve güçlü bir laik devlet sivil toplum bünyesinde bu konuların ele alınmasına, işlenmesine karışmaz, karışırsa da sadece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadında olduğu kadarı ile "kamu düzeni" gerekçesi ile karışır.
Kamu düzeni kavramı da paranoyalarla ele alınması doğru olmayan, kriterleri çok daha demokratik toplum gereklerine uygun bir biçimde saptanması gereken bir kavramdır ve bu kavram insanların felsefi tercih ve inançlarını kamusal alanda ifade edebilmesine, öğrenme ve öğretmesine zorlama, şiddet ve hakaret içermeme koşuluyla karışmayan bir çerçevede ele alınmalıdır.
Yakın geçmişte laiklik eksenli tartışmalarda meseleye daha açık bir pencere ile yaklaşmak isteyen, gelenekselleşmiş uygulamaların demokratik toplum gerekleriyle çeliştiğini öne süren bazı kesimler örnek olarak ABD'yi ve bu ülkenin meseleleri ele alış tarzını göstermişlerdir; ABD'de ise laiklik ya da bu coğrafyaya daha uygun bir ifadeyle sekülerlik ABD anayasasının ünlü birinci ekiyle (first amendment, 1791)) düzenlenmiştir ve Federal Mahkeme (ABD Anayasa Mahkemesi) bu birinci ek doğrultusunda önüne gelen meselelere hep ABD yurttaşı mükelleflerin ödedikleri verginin bir din ya da mezhep doğrultusunda kullanılmaması ilkesi çerçevesinde yaklaşmıştır ve kanımca sonuç başarılı olmuştur.
ABD Federal Mahkeme kararlarında bu ülkede egemen din olan Protestanlığı yayma amaçlı kurulmuş bir derneğin piyasaya oranla daha ucuz elektrik kullanma talebinin önüne bile set çekilmiş; ama sivil toplumun, vergi gelirleri yani devlet olanakları kullanmadan her türlü dinsel faaliyetine, buna din eğitimi de dahil olmak üzere, kamu düzenini aksatmama koşuluyla olanak sağlanmıştır.
Yukarıda sunmaya çalıştığım genel çerçeveye ülkemiz tarihi, sosyolojisi, gelenekleri, ekonomisi gerekçe gösterilerek itiraz edilebilir; daha da önemli olmak üzere Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun bu tür bir düzenlemeye izin vermediği söylenebilir. Ama benim de daha ziyade merak ettiğim Tevhid-i Tedrisat Kanunu engelinin hukuksal mı yoksa bahane niteliğinde mi bir engel olduğudur; tarihsel ve sosyolojik yapılanmalar ise doğrudur önemlidir; ama artık bugün görünen yanlışlara zemin teşkil etmemelidir.
***
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararları Anayasa'mızın 90. maddesine göre kanunlarımızın üzerinde; AİHM kararlarının bir bölümü hoşumuza gitmeyebilir, eleştiririz; ama iç hukukumuzda mutlaka dikkate almak zorundayız.
Benim kişisel görüşüm Leyla Şahin kararının doğru bir karar olmadığı doğrultusundadır; ama aynı mahkemenin 9 Ekim 2007 tarihli Zengin kararı yine kanımca doğru bir karardır ve yeni anayasada yapılacak düzenlemede mutlaka dikkate alınmalıdır.
ESER KARAKAŞ
11 Ekim 2007, Perşembe
ZAMAN