Türban tartışmaları bana Magritt ‘in, bir pipo resminin altında ” Bu bir pipo değildir ” yazan tablosunu anımsatıyor. Bence, “gösteri toplumunun” sahnesindeki “türban” görüntülerinin altına da “Bu bir türban değildir” yazmak gerekiyor.
“Türban” , türban değil başka bir şey! Başbakan da simge olduğunu düşünüyor: Soyut bir kavramın, bizim somut durumumuzda, siyasal İslamın “hakikat rejiminin” (yaşamı düzenleme, belirleme ilkelerinin), yerine geçen bir gösterge.
Ama, Ortega Y Gasset ‘in bir keresinde metafor üzerine söylediklerinden hareketle, türbanı metafor olarak da görebiliriz. Gasset, yanlış anımsamıyorsam, ” dile getirmek istemediğimiz, uzaklaşmak istediğimiz bir kavramın yerine kullandığımız bir başka kavram” diyordu metafor için. Türbanın biçimi üzerinde de bir anlaşmaya varamadığımıza göre onu bir giysi parçası olarak değil de “kavram” olarak görmek daha doğru olabilir.
Eğer “türban” bir kavram ise, metafor olarak işlevi ne? Hangi, kavramın yerine kullanılıyor? Sağda ve solda, liberal entelijansiyanın üzerinde iyice düşünmesi gereken bir soru bu. Aslında düşünmeye gerek de kalmıyor giderek; “bireysel özgürlüklerin” simgesi olarak türbanın giderek siyasal İslamın “hakikat rejimine” özgürlük istediklerini açıkça söylemek istemeyenlerin , sığındıkları bir metafor olduğu ortaya çıkıyor. Bir toplumda iki “hakikat rejimi” birden egemen olamayacağına ( “yaşam dünyasının” tümünü düzenlemeyi amaçlayan İslamın “relativist” veya postmodern olduğu da ileri sürülemeyeceğine ) göre, bu özgürlük talebi, diğer “hakikat rejimlerinin” özgürlüklerinin boğulmasından başka bir anlama gelmeyecek. Bu aşamada bunu açıkça talep etmekten - mahalle baskısı dışında- kaçınmak isteyenler, bir metafor olarak türban kavramına sığınıyorlar…
Bir metafor olarak ‘ortaçağ’
Söz metafordan açılmışken, siyasal İslamın, “gösteri toplumunun” sahnesindeki, “organik entelektüellerinden” Fehmi Koru ‘nun, “çok bilmiş” , bir yazısına da değinmeden geçmeyelim.
Fehmi Koru, “Dönmeyelim tamam da, hangi ortaçağa dönmeyelim?” başlıklı yazısında Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker ‘in “Ortaçağa dönülemez” sözlerine takılmış, bu bahaneyle bir taşla birçok kuş vurmaya kalkmış: Hem İlhan Selçuk ve Özdemir İnce ile hesaplaşmaya çalışıyor, hem de aynı anda ” bir zamanlar Batı’dan daha ileriydik ” fantezisini satmaya… Selçuk ve İnce bir başkasının savunmasına gereksinimleri olmayan iki güçlü yazar. O nedenle,” bir zamanlar kartaldık” havası üzerinde durmak bence çok daha yararlı olacak.
Fehmi Koru yazısında, iki kuşu birden vuramıyor ama, bir paragrafta iki açığı birden veriyor: ” Demek böylelerinin aklına ‘ortaçağ’ denildiğinde İslam geliyor. Batı’nın ‘karanlık çağlar’ yaşadığı o dönemlerde İslam dünyasının pırıl pırıl parladığını, Müslümanlar sayesinde bilim, mimari, sanat ve felsefe alanlarında büyük ilerlemeler kat edildiğini; ortaçağdan çıkışı, Batı’nın, İstanbul’un fethi ile Martin Luther ‘in büyük çapta İslamdan etkilenmiş 95 maddelik reform paketine borçlu olduğunu bilmiyorlar.”
Fehmi Koru, “ortaçağ” kavramından, “karanlık çağlar” kavramına atlayarak, önce, tarihsel bir dönemden değil aslında bir “durumdan” söz edildiğini itiraf etmiş oluyor. İkincisi, “Peki İslam dünyası o zaman bu kadar ileriydi de neden şimdi bu kadar geride kaldı” sorusunu da tüm can alıcılığıyla gündeme getiriyor.
Kimi tarihçilere göre “karanlık çağlar” gerçekten karanlıktı, ama kasıt aslında bu değil. “Karanlık çağlar” , Batı’da yükselen yeni kentsoylu sınıfın, çözülmeye başlayan feodal düzenin dini dogmalara dayanan “hakikat rejimine” karşı başlattıkları özgürlük mücadelesinin ürünü ve aracı olarak üretilen bir metafor. “Karanlık çağların” aşıldığının, geride kaldığının kanıtı tam karşıtı “Aydınlanma” ! Bu bağlamda sorunun da cevabı, ya da cevabın en azından bir parçası kendiliğinden ortaya çıkıyor: İslam dünyası bu “ileri durumunu” koruyamadı çünkü, insan aklının eleştirel kapasitelerini özgürce kullanmasına olanak veren bir “hakikat rejimine” karşı inatla direndiği, “içtihat kapılarını” sıkıca kapattığı için elindeki “hazineleri” kaybetti de ondan…
“Ortaçağa” dönmek istemeyenler, işte buraya, İnsan aklının özgürlüğünü ve eleştirel kapasitelerini sınırlayan bir dini “hakikat rejiminin” egemen olduğu bir döneme dönmek istemiyorlar. Türban, buraya dönmek isteyen, ama bunu açıkça savunmanın henüz, uygun olmadığı bir aşamada dile getirmeye cesaret edemeyenlerin başvurduğu bir metafor. Çünkü, bu amacı, bugünün Türkiyesinde açıkça dile getirmeye olanak verecek, psikolojik, siyasi, kültürel yıkım henüz yeterince gerçekleşemedi, “mahalle baskısı” , henüz “yaşam dünyasında” , “ekolojik egemenliğini” kuramadı. Ama yarın? Böyle giderse mutlaka…
ERGİN YILDIZOĞLU
CUMHURİYET - 20 Şubat 2008