Fehmi SALIK
Uzun bir tartışma, her iki tarafın da haksız olduğunun delilidir.
-Voltaire-
Kalemi elime her alışımda, yazacağım yazının bir öncekinden daha güzel olmasını düşlerim.
Kurguladığım konunun akışı, kalemimden kâğıda damlamaya başladığı an, damlalar birbirine eklenip tıpkı bir akarsuya dönüşür. Çatlağını bulan bu suyun karşısında, buyruğunu geçiremez bir kumandanın durumuna düşerim. An gelir, yatağına sığmayan su, birden köpürür, zaptı güç bir küheylanı andırır. Binicisinin istemi dışında şaha kalkan bu küheylanın ardına düşmekten başka da çarem kalmaz. Dörtnala kalkan, fır fır diye soluyan bu atın ağzındaki gemin yönlendiricisi ben değilim artık. O, bildiğini çoktan okumaya başlamıştır; yön onundur, yol onundur. O zaman işte canımın istediği o güzelim sözcükleri seçemem; o duygulu, düşünce yüklü tümceleri kuramam; dilediğim konuya eğilemem. Yapışmış kalmışım atın kuyruğuna bir kez; at, nereye gitse, kuyruk da beni oraya çeker…
Burada bir ayraç açmak zorundayım:
(Bu at, Çoban Sülü’nün, ya da dişi şövalye Tansu’nun bindiği o bilinen “kır at” değil. Aman ha, böylesi bir atın kuyruğuna yapışmaktansa, çulsuz bir eşeğin sırtına binerim daha iyi.)
Bu at, belleğimle yüreğimin birleşmesinden doğan; biçimi, rengi, “demokrasi kalemi”yle çizilmiş kutsal bir varlıktır.
İşte böyle kimi zaman alır sürükler beni. Hangi kapının önünde soluklanırsa, onun zilini çalarım ben de.
Bu at, zili çalınacak kapıları iyi tanır. Dört ayağını birden çivilemişler gibi durduğu kapının önünden onu kımıldatmak mümkün olamaz artık. Sürekli yüzüme bakar. Söylemek istediklerini bakışından rahat anlarım. Çarnaçar teslim olurum ona. O zaman işte benim yazmaya çalıştığım o “en güzel yazı” da, böylece ertelenmiş olur.
Bugün “at” ın durduğu yer, karşılıklı iki kapının tam da ortası.
Sıyrılıyorum küheylanın kuyruğundan. Hangi kapının ziline basayım diye düşünürken, tam da bu zaman her iki kapı birden açılıyor; iki tanınmış zat, gözlerimizin önüne dikiliyor tıpkı henüz tamamlanmamış, “ucube “ diye tanımlanan o “Kars heykeli” gibi. Onlar, benimle soluğunu sürekli alıp veren attan, haberdar bile değiller.
Biri “Ya Allah, bismillah” diye atıyor narasını; diğeriyse kılıcına davranıyor hemen.
Bunların biri, ülkeyi o biçim yönetiyor işte; diğeriyse, “Sen ülkeyi yönetemiyorsun; senin maskeni düşürüp gerçek yüzünü halka göstereceğim” diyor.
Bismillahçı, yanıt veriyor:
Senin partinin bu ülkede dikili bir tek taşı bile gösterilemez. Bol keseden atıyorsun sen. Söyle bakalım ne ile bu söylediklerini gerçekleştireceksin?
Kılıç sahibi konuşuyor:
Benim adım var; benim adım, seninkine benzemez.
Bismillahçı:
Senin adın kaynakçı kalacak bundan böyle.
Kılıçdar, bir hamle yapıyor hemen:
Elbet de kaynakçıyım ben; bu ülkenin çimentosuyum. Senin adının önüne de “oynak” yakışır.
Bismillahçı:
Erzurum’a gel Erzurum’a. Erzurum’a gel ki boyun görem. Benim yaptıklarımı da sen göresin.
Kılıçdar:
İyisi mi sen ellerini aç, “kar duası” na çık. Onu bunu bırak. Senin partin, Hizbullahçılarla ortaklık yapıyor. Buna ne diyeceksin? İkide bir halkın seçtiklerine dönüp “PKK’ lilere terörist diyebiliyor musunuz”, diye soruyorsun; sen neden Hizbullahçılara “terörist” diyemiyorsun?
Bismillahçı köpürüyor:
Bunu sen söylüyorsan, bu en azından terbiyesizliktir. Çünkü iddia sahibi, iddiasını ispatla mükelleftir. Partimin Hizbullahçılarla ilişkiye girdiğini söylemek bir namertliktir; densizliktir.
Kılıçdar’ın kılıcı iyice yalazlanıyor:
Mert adam, terbiyeli adam küfür etmez. Müslüman adam küfür etmez. Sen bir küfürbazsın. Ananı/babanı tenzih ederim, sen iyi bir aile terbiyesi almamışsın. Sen bir hastaneye uğrayıp bir doktora görünsen iyi olacak. Hem neden sorularıma yanıt vermiyorsun; senin milletvekillerin, Hizbullahçıların derneğine gittiler mi, gitmediler mi? Gittilerse niye gittiler?
Tam bu zaman Bismillahçı’nın kapısının üstündeki pencereden birkaç baş uzanıyor; başlardan biri:
Yasal olan derneklere adamlarımız gidebilir elbet de.
Başlardan diğeri:
Bizden kimse, herhangi bir derneğe gitmemiştir.
Aynı apartmanda bulunan başka bir pencereden bir değişik baş daha uzanıyor:
Ben gittim; ancak o derneğin, Hizbullahçılara yakın olup olmadığını bilmiyorum.
Tam bu zaman zapt edemediğim küheylan, ön ayaklarından biriyle bulunduğu yeri eşelemek istiyor. At’ın ayağındaki nalın betona her değişi, birbirini karalayanları, pencereden sarkanları korkutup içeriye kaçırıyor. Bununla da yetinmeyen küheylan, kaçanların ardından uzun uzun kişniyor.
At dili’yle bu kişneme, bir yuhalama , bir protesto , bir ‘başkaldırı’ydı belki de.
Olan bana oluyor. Bugün için kurguladığım o “en güzel yazı” yı yazamıyorum; ertelemek zorunda kalıyorum yine.
Bu arada düşünüyorum:
Keşke tüm yurtsever insanların, bellekleriyle yüreklerinin birleşmesinden doğan “o güzel at”lar, tıpkı şu benim küheylan gibi şaha kalksa ve bu tür horozlanmalarla halklarımızı korkutup kandırmaya çalışanları bir güzel ürkütüp kaçırsa…
O güzelim günleri görebilmek, o “en güzel yazıları” yazabilmek dileğiyle…
Fehmi SALIK
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy89097 = 'fehmisalik' + '@';
addy89097 = addy89097 + 'gmail' + '.' + 'com';
var addy_text89097 = 'fehmisalik' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';
( '' );
89097 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
Alevi Haber - 28.01.2011