Fehmi SALIK
(...) Kanadoğlu, ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığından onur duyuyor. Sünni İslam’ın sadece tek mezhebini yıldız yapıp bayrağında dalgalandıran ve bütçesi bilmem kaç bakanlığın bütçesine denk olan bir kurumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘laiklik teminatı’ olarak görüyor; diğer inançları,diğer mezhepleri görmezlikten geliyor. Eğer bu kurum olmasaymış,Türkiye Cumhuriyeti, tarikatların odağı haline gelirmiş. Şu anda sanki bu tarikatlar yokmuş ve bizleri yönetenlerin çoğu bu tarikatlara bağlı değillermiş gibi...
(...) Sabih Kanadoğlu, Alevileri görmüyor hiç; onların ‘zorunlu din dersleri’nin kaldırılması yönünde verdikleri uğraş, çektikleri sıkıntı, gördükleri işkence bir hukukçu, bir adaletçi olan Sabih Kanadoğlu’nu ırgalamıyor hiç. Kendisinin mezhebi nedir bilmiyorum; ne olursa olsun, saygı duyarım sadece. Tutalım ki çocuğuna, ya da torununa öğrenmek istemediği bir mezhebin öğretisi, zorla ezber ettirilmeye kalkışılsaydı; Sabih Kanadoğlu ne yapardı acaba?..
Emekli Bir Savcının Söyledikleri Üstüne
Konuya gireyim hemen:
Şu Sabih Kanadoğlu; hani şu 367’nin ebesi; canım şu ‘onursal’ Cumhuriyet Başsavcısı; (Nedense emekliye ayrılınca, boyunlarına hep bir onursal madalyası takılıyor bunların. Şimdiye dek adlarının önünde ‘onursal’ sözcüğü bulunan ne bir işçiye, ne bir öğretmene, ne bir müstahdeme, ne de bir çiftçiye rastladım.) İzmir’in Menemen İlçesi Belediyesi’nin düzenlediği bir etkinlikte şunları söylüyor:
“Türkiye Cumhuriyeti, hakiki ve gerçek (şu son iki sözcük, aynı anlamda değilmiş gibi) laik bir devlettir. Bunun en belirgin özelliği ise, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığıdır…”
Bu kişi, Cumhurbaşkanı Gül’ün Ermenistan’a gitmesini, Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılan en büyük hakaret olarak niteliyor; ayrıca, anayasanın değiştirilmesinden yana olmadığını da apaçık sergilemekten çekinmiyor; daha doğrusu, 12 Eylül Anayasası’nın sürüp gitmesinden yana olduğunu belirtiyor.
Şimdi insan, düşünmeden edemiyor:
Birçok kitap kemirdiği açıkça belli olan bu ‘hukuk faresi’, zaman geliyor ki anayasaların, bulundukları çağın gereksinimlerini karşılayamadıkları için değişmesi zorunda kaldığını bilmez mi? Ha, şunu söylese: “Anayasalarımızı, çağın istemleri doğrultusundan saptırıp daha gerilere dönüştürmeden yana, değilim.” O zaman söylediklerini öper, başımıza taç ederiz. Çünkü anayasalarımız üstünde bu tür ‘gerici girişimler’, olmuştur; şu alıntıya bakalım bir: (*)
“1961 Anayasası’nın önemli bir özelliği, Türkiye toplumunu, çağdaş üretim ilişkilerine kavuşturacak bir atılım gücüne ulaştıracak öz ve yapıda oluşudur. Anayasaya karşı güçler, anayasanın bu özelliğine karşıdırlar ve bu özüne saldırmaktadırlar. İncelendiğinde görülecektir ki Türkiye’de emekten, emekçiden yana olanlar, anayasaya ve onun topluma kazandıracağı yeni değerlere sahip çıkmışlardır. İşbirlikçi burjuvazi ise, bir yandan anayasaya karşı çıkarken, bir yandan da onu koruyanlara saldırmıştır. 12 Mart, bunun somut örneğidir
Eğer anayasalar, diyalektik özden yoksunsalar, ya da anayasaları uygulayanlar ve yorumlayanlar, yaratıcı özden yoksun olurlarsa, bir statü yasası olarak kalırlar. Ayrıca yöneticiler, toplumsal gelişmeyi önleme amacında iseler, anayasalar bu durumda statünün koruyucusu olurlar. Oysa ki toplumlar durağan değildir…”
Bu bölümce, günümüz anayasasına ve de onun uygulayıcılarına tutulmuş lekesiz bir ayna değil midir?
Yoksa yapılan değişiklikler; hortumcuları, hırsızları, çeteleri, yaren/yoldaşı kurtarmaya yönelikse; emekçinin, dar gelirlinin hak ve istemlerini baltalayacak, çıkmaza sokacaksa; statükoyu iyice perçinleyecek, baskıcı/katı kurallar manzumesi olarak önümüze sürülecekse; böylesi bir değişikliği biz de istemeyiz.
Peki Sabih Kanadoğlu, tarih bakımından bize daha yakın olan 1982 Anayasası’nın, ondan 21 yıl daha önce oluşturulan 1961 Anayasası’ndan daha geride, daha yetmez, daha çağa yakışmaz olduğunu bilmez mi? Bilir elbette. Peki öyleyse neden bu anayasanın değişmesini istemez? Bunu yanıtlamaya kalkışsam, şu anda yerim yetmez.
Abdullah Gül için “Benim cumhurbaşkanım değildir” diyenler de oldu; “Benim cumhurbaşkanımdır” diyenler de. Bu yorum, kişilerin kendi görüşleridir. Ama ortada bir gerçek var: Abdullah Gül, o makamda oturuyor bugün. Yaptıkları ortada. Uygulamalarında beğenmediğimiz yanların artısı daha fazla. Sabih Kanadoğlu’na göre Cumhurbaşkanı’nın birkaç saatliğine gerçekleşen Ermenistan ziyareti, “Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılan en büyük hakarettir.” Bana göre hiç de öyle değil; hatta en büyük iyiliktir.
Sabih Kanadoğlu ve onun gibi düşünenler, karınları ‘kin küpü’ne dönüşen bu şişkinlikten kurtulmaya çalışmalıdırlar. “Kayserin hakkını, Kayseriliye “ teslim etmek zorundadırlar.
Bu ülke, sırf bu yüzden, bayrağını Nobel direklerine çektiren yazarlarını, kutlama cesaretini gösteremeyen cumhurbaşkanlarını da gördü.
Bir cumhurbaşkanı mı sadece? Kendilerini ‘yazar’ diye satışa çıkaran kimileri de Nobel almış bir yazarımıza olabildiğince kinini kusmaktan; ulus adına bu yazarımızı karalamaktan zevk alıyor:
“…Lakin ona dilini, kültürünü veren milletiyle kavgalı…Dünya onu alkışlıyor ama milleti ondan nefret ediyor…” (16 Eylül 2008 tarihli Güneş’te bir köşe yazarı. Adını vermeme gerek yok.)
İnsan sormadan edemiyor şimdi: Sen kimsin be adam? Hangi hak ve yetkiyle 70 milyon adına konuşuyorsun?
Evet bu ülke, 1961 Anayasası’nı kastederek, “Bu anayasa ile ülke yönetilmez” diyen; ancak kendisini de derdest edip Zincirbozanlar’a mıhlayan 1982 Anayasası karşısında kılı kıpırdamayan ve bu anayasayla yıllarca başbakanlık, cumhurbaşkanlığı görevlerini sürdüren bir Demirel’i de gördü.
Yok öyle; böbürlenmeler, büyüklenmeler geçti artık.
Ne demişti şair, özdeyiş biçimine dönüşen şiirinin o dizesinde:
“Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”
Gelelim Sabih Kanadoğlu’nun ‘laiklik’ anlayışına:
Kanadoğlu, ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığından onur duyuyor. Sünni İslam’ın sadece tek mezhebini yıldız yapıp bayrağında dalgalandıran ve bütçesi bilmem kaç bakanlığın bütçesine denk olan bir kurumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘laiklik teminatı’ olarak görüyor; diğer inançları, diğer mezhepleri görmezlikten geliyor. Eğer bu kurum olmasaymış,Türkiye Cumhuriyeti, tarikatların odağı haline gelirmiş. Şu anda sanki bu tarikatlar yokmuş ve bizleri yönetenlerin çoğu bu tarikatlara bağlı değillermiş gibi
Sabih Kanadoğlu, Alevileri görmüyor hiç; onların ‘zorunlu din dersleri’nin kaldırılması yönünde verdikleri uğraş, çektikleri sıkıntı, gördükleri işkence bir hukukçu, bir adaletçi olan Sabih Kanadoğlu’nu ırgalamıyor hiç. Kendisinin mezhebi nedir bilmiyorum; ne olursa olsun, saygı duyarım sadece. Tutalım ki çocuğuna, ya da torununa öğrenmek istemediği bir mezhebin öğretisi, zorla ezber ettirilmeye kalkışılsaydı; Sabih Kanadoğlu ne yapardı acaba?
Günümüz yargıçları, ya da savcıları; çağımıza yakışmayan ‘Dinayet’in savunmanlığını yapacaklarına; statükocu anayasaların ‘değişmez’liğini savunacaklarına; geçmişte oluşmuş ama günümüzde kabuk bağlamış uluslararası yaraları yeniden kaşıyacaklarına daha paylaşımcı, daha eşitlikçi, daha insancıl davranışlar sergileyebilmelidirler halklarına. Bu yapılmadığı sürece, kimilerinin sözünü ettiği ‘kervan’, elbette tökezlemeden yoluna devam edecek; Dinayet’in, Anayasa’nın, yarasına merhem olmadığını gören/yaşayan halk da, içinden çıkan ve kendisine tercüman olan şairin şu dizelerini söylemekle yetinecek ancak:
“Ankara’da Anayaso
Ellerinden öpiy Hasso
Yaz bize de iltimaso…”
(*) Açıklamalı Anayasa, M:Emin Değer
<!--
var prefix = 'ma' + 'il' + 'to';
var path = 'hr' + 'ef' + '=';
var addy50466 = 'fehmisalik' + '@';
addy50466 = addy50466 + 'gmail' + '.' + 'com';
var addy_text50466 = 'fehmisalik' + '@' + 'gmail' + '.' + 'com';
( '' );
50466 );
( '' );
//-->n
<!--
( '' );
//-->
<!--
( '' );
//-->
Eğitimci/Yazar
Alevihaber.com - 16 Eylül 2008