EMEK Partisi : AKP’nin Hızır Paşa Operasyonu ve Laisizm Mücadelesi
AKP’nin Hızır Paşa Operasyonu ve Laisizm Mücadelesi
AKP'nin son günlerde birden Alevileri hatırladığına tanık olduk. AKP, Alevi kökenli milletvekilleri ağzından dedelere, zakirlere maaş bağlanacağı; Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Alevilere yer verileceği; Diyanet İşleri başkanının bir Alevi yardımcısı olacağı gibi rüşvet kokan vaatlerde bulunuyor. Elbette bu girişim, hem Aleviler hem de Alevi örgütleri ve onların yöneticileri arasında tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu, Türkiye'nin demokrasi güçleri açısından, demokrasi ve laisizme yönelik olarak AKP tarafından yöneltilmiş yeni bir saldırıdır.
Neden bir saldırı olarak görüyorsunuz; Alevilerin de Diyanet'te bir statüye sahip olması bir ilerleme olmaz mı?
Diyanet'te olmak, eğer Alevileri ikinci sınıf bir mezhep olmaktan çıkaran ve laisizmi güçlendiren bir girişim olsaydı, elbette bu ilerleme olarak kabul edilebilirdi. Ama yapılmak istenen öyle değil. Tersine, Aleviliği zapturapt altına almak, Alevileri kendi içinde bölmek, devletin tarif ettiği Sünniliğe yaklaştırarak, Aleviliği kendi özgünlüğünden uzaklaştırmaktır. Böylece Alevilik güçlenmeyecek, tersine, kendi içinde yeniden bölünerek bir iç kavgaya sürüklenecek; laisizm sorunu da iyice içinden çıkılmaz hale getirilecektir. Böylece bu alan, AKP için hem tarikatlar üstünden balık avladığı, hem de laisizme karşı saldırılarını derinleştirdiği bir bulanık suya dönüştürülmüş olacaktır. Bu girişim laisizmi de güçlendirmeyecek; tersine, devleti Alevilerin içine sokarak, tersten Aleviliği de devletin etki alanına alarak dinle devletin iç içeliğini güçlendirecektir.
Peki o zaman sizce laisizm nedir?
“Bence”, “bizce” ya da “sizce” laisizm diye bir şey yoktur. Dinler, inançlar için böyle sorulabilir. Örneğin “Sizce Alevilik nedir?”, “Sizce Sünnilik nedir?” denebilir ama laisizm bir inanç sorunu değildir. Örneğin; “Sizce cumhuriyet nedir?”, “Sizce meşrutiyet nedir?” denemeyeceği gibi “Sizce laiklik nedir?” de denemez. Çünkü laisizm, bilimsel bir kavramdır ve herkes için geçerli asgari kriterleri vardır. Ülkeden ülkeye laisizm yerleşmesi tarihsel, sosyolojik farklılıklar gösterse de hepsinde ortak özellik, “devlet ve din alanının ayrılması”dır. Dinin devlete, devletin de din alanına müdahale etmemesidir. Laik bir ülkede de laiklik, din ve devletin alanlarının tümüyle ayrılmasıdır. Yani laik bir devlet, bütün dinler karşısında aynı uzaklıktadır. Yani laik bir devlet; Sünniliğin, Aleviliğin ya da başka dinlerin nasıl kuralları, nasıl ibadetleri vardır; bunları nerede nasıl gerçekleştirmelidirler gibi konulara karışmayacağı gibi, vatandaşlarından kimilerinin tümüyle inançsız olmalarından da hiç gocunamaz. Olsa olsa devlet; din ve mezheplerin birilerine karşı egemenlik kurma, birinin ötekini baskı altına alma girişimlerini önleyecek tedbirleri alır.
Peki devletin dinler karşısında başka görevleri yok mudur?
Elbette vardır. Ve tarih boyunca olduğu gibi dinlerin, mezheplerin, devletin alanına girerek, şu ya da bu biçimde devletin imkânlarını kullanarak devleti bir dinin yandaşı, destekçisi durumuna getirmek gibi istekleri sürekli olmuştur. Laik devlet bunu önlemekle ve dinlerin devletin, siyasetin alanına girmesini önleyen tedbirleri almakla da yükümlüdür. Bunu başaramayan devlet, laik yapısını uzun zaman koruyamaz. Bu müdahalenin en önemli örneklerinden biri Türkiye'de yaşanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devlet denetiminde Sünni İslamın bir yorumunu “devlet dini” yapan Cumhuriyetin kurucuları, diğer bütün tarikatları, mezhepleri dışlayan, yasaklayan rejime laisizm demişlerdir. Ama ilerleyen yıllarda, devletin dinle ilişkisinde (gerçek bir laisizm olmamasından) bu zaafından yararlanan tarikatlar, çeşitli şeriatçı akımlar, din üstünden siyaset yapan düzen partileri üstünde etkilerini artırmış; imam hatipler, ilahiyat fakülteleri gibi “din adamı” yetiştiren devlet kurumları üstünden devlet içinde din etkisini artırarak devleti, din ve mezhep çatışmalarının eksenine taşımışlardır. Bugün laisizm şeriat tartışması; türban, imam hatipler gibi sorunların temelinde, dinin, devletin alanına müdahalesinin çok ileri noktalara ulaşmış olması vardır. Başka bir söyleyişle, cumhuriyetin sakat laisizm anlayışı; devletin din alanına müdahalesiyle (devletin dini çekip çevirdiği) başlayıp, dinin devlete müdahalesi ve devletin görevlerinin içine dini ilkelerin sızması, devlet işlerinde fiiliyatta dini değerlerin öne çıktığı bir aşamaya gelmiştir. Cami yaptıran, imam yetiştiren, onlara maaş bağlayarak tarif edilen dini uygulamaya çalışan bir devletin, elbette laisizmle bir ilgisi olmaz.
Peki o zaman “laik Türkiye Cumhuriyeti” iddiası gerçek değil mi?
Değil elbette. Laisizm iddiasındakilerin ikide bir, “Aman laiklik elden gidiyor!” diye yaygara yapmalarının nedeni de budur. Maskenin düşeceği korkusudur. Çünkü; en basit tarih ya da sosyoloji kitaplarında bile laisizmin tarifi, “din ve devletin alanının ayrılmasıdır” biçimindedir. Bu tanım göz önüne alındığında; Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurumun olduğu, bu kurumun yüz binden fazla görevlisinin maaşının devlet tarafından verildiği, din görevlilerinin devlet tarafından yetiştirildiği, camilerde verilen vaazlar ve okunacak hutbelerde ne denileceğinin bile devlet tarafından sınırlarının belirlendiği bir ülkede laisizmden söz etmek imkânsızdır. Aynı nedenle; devletin tanımladığı Sünni İslam dışındaki bütün İslam yorumlarının, mezhep ve inanç gruplarının yok sayılıp görmezden gelindiği, sapıklık sayıldığı bir ülkede din ve inanç özgürlüğünden de söz edilemez. Son günlerde iki gelişme; devletin dine müdahalesi ve dini de devletin etkisi altına almasının geldiği aşama bakımından çok çarpıcıdır. Bunlardan biricisi; Diyanet İşleri Başkanlığı Yasası Meclis'tedir ve komisyonlardan geçmiştir. Yeni yasaya göre camiler tümüyle Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlanmış; yeni cami yaptırma, tamir gibi tüm işler bile başkanlığın iznine bağlanmıştır. Ve imamlar rütbelendirilerek, “baş imamlık”, “uzman imamlık” ve “imamlık” gibi üç kategoriye ayrılmıştır. İkinci örnek dinle ilgisi olmayan bir alandandır. Telekom grevi sırasında, cuma hutbesinde imamların Telekom grevcilerini eleştirmesi, grevi bırakmaları için çağrı yapması; dinin devlet eliyle grevci Müslüman işçileri bölmek için kullanılmasıdır. Çünkü cuma hutbeleri imamlar tarafından okunur ama metin onlara Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan gelir. İmamın bir iradesi yoktur bunda. Diyanet İşleri başkanı da, hükümetler tarafından atanıp görevden alınabilen, maaşını devletin ödediği bir “memur”dur. Tıpkı imamlar gibi.
Bunlara ek olarak yine son günlerde, Diyanet İşleri'ne alınacak personelde “iman şartı” uygulaması başlatılmıştır. Yani devlet, Diyanet'e memur alırken sadece bilgisini, becerisini değil, inanç düzeyini; İslam inancının öngördüğü ibadetleri tümüyle yapıp yapmamasını da kriter edinmeye başlamıştır. Böyle bir ülke laik olabilir mi? Böyle bir ülkede “Türkiye laiktir laik kalacak” diye sloganlarla sokağa çıkmak, laisizm istismarcılığından, düzen savunuculuğundan başka bir şey olabilir mi?
Türkiye'de ki laisizmde, Sünni İslam inancında olanlar için de pek bir inanç özgürlüğü görünmüyor!..
Belki burada en kestirme yanıt; “Köle sahibi ancak kölesi kadar özgürdür” yanıtı olabilirdi. Ama burada bu yanıt, sorunun yanıtı olamaz. Çünkü cumhuriyetin İslam yorumu, “laiklik adını verdiği bir tür yeni mezhep”tir. Yani Sünni İslamı da zapturapt altına almış, dini yeniden tarif ederek, kendi amaçlarına hizmet etmek üzere yeni bir din kurmayı amaçlamıştır. Ancak zaman içinde Sünni tarikatlar, özellikle çok partili dönemle birlikte Diyanet'i ele geçiren dinci, “muhafazakâr” partiler aracılığı ile devletle barışarak, bütünleşerek cumhuriyetin bu din ve laiklik tanımıyla uzlaşmışlardır. Onun içindir ki Menderes, Demirel gibi dini siyasete alet edenler ya da Erbakan ve Erdoğan ekolü gibi din üstünden siyaset yapanlar, Kemalizme karşı “sivil bir din” savunur görünmüşlerdir, ama asla Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kalkmasını, din ve inanç özgürlüğünün geliştirilmesini savunmamışlar. Tersine, devleti ele geçirerek derhal ekonomik ve siyasi bir rant alanı olarak kullanmışlar; devletin gücünü ve imkânlarını da kullanarak dini değerlerini yaymayı, bütün diğer din ve mezhepler karşısında kazandıkları üstünlüğü pekiştirmeyi daha uygun görmüşlerdir. Bu kesimler, sadece türban, Kuran kursları, imam hatiplerin nasıl olacağı gibi kimi konularda resmî laisizmle çatışarak rantı artırmaya çalışmışlar; bu vesileyle mevcut laisizmle uzlaştıklarının da üstünü örtmüşlerdir. Bugün de sadece türban konusunda ve dini değerleri Milli Eğitim'e sokma gibi konularda geleneksel devlet diniyle çatışmaktadırlar. CHP'nin bağırıp çağırması da bundandır. Daha önce kendisinin kullandığı bu alanı elinden kaçırmış olmasıdır. Ötesi laf kalabalığıdır.
Soruyu, “Sizce Alevilik nedir” diye sorsak, ne denilebilir?
Bu konuda gerçekçi olacak tek yanıt, bir Alevi kendisini nasıl bir Alevi olarak hissediyorsa Alevilik de odur. Aksi yeni bir Alevilik tanımı yapmak, “yeni bir din” tarif etmek olur. Tabii bu durumda Aleviliğin şu kolunun bu kolu karşısında üstün ya da iyi olduğunu söylemek; Alev ilikle Sünnilik arasında, 'biri ötekine göre daha üstündür' gibi bir karşılaştırma yapmak da abesle iştigal etmektir. Çünkü bu alan inanç alanıdır. Ve dolayısıyla iyilik kötülük, doğruluk yanlışlık gibi kategorilerin burada geçerliliği yoktur. “Sizce Sünnilik nedir?” deseydiniz de aynı yanıtı alırdınız.
Ne yani, Alevi olmanın belli kuralları yok mu?
Vardır elbette ama; bizim, sizin ya da herhangi bir kişinin tarif ettiği değil, Alevi inancı çerçevesinde kişinin edindiği bir inançlar bütünü, bir “kültür”dür bu kurallar toplamı. Ve bu da gerçekte bu kişinin inancı olarak yansır. Dolayısıyla, kendini Alevi sayan kişinin inancı neyse Alev ilik de odur. Tabii aynı şey Sünni, Hıristiyan, Yahudi, Hindu, Budist... bütün din ve mezhepler için de söylenebilir.
Peki kimse, “Alevilik (ya da Sünnilik) şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır” diye tarif yapamaz mı?
Bunu eğer siyaset alanından ya da devletten birtakım kurumlar ya da kişiler yaparsa, bu yeni bir din ya da mezhep kuruculuğu anlamına gelir. Şimdi AKP ve hükümeti, “Alevilere yeni elbise dikiyoruz” derken bunu yapıyor. Yani AKP ya da Diyanet İşleri Başkanlığı kalkıp, “Asıl Alevilik şudur, Aleviliğin bu biçimi dışındakileri Alevi görmüyoruz” derse, AKP yeni, adına Alevilik dediği bir mezhep, hatta bir din kurma girişiminde bulunmuş olur. Ama Aleviler kendi aralarında Alevilik nasıl olmalı diye elbette tartışabilirler, bunun bir sakıncası da, laisizme aykırı bir tarafı da yoktur. Ya da teologlar, tarihçiler, Aleviliği, onun tarihini, köklerini, bugünkü eğilimlerini... tartışabilirler, bu tamamen ayrı bir şeydir.
Peki bütün din tartışmaları, binlerce yıldır süren din savaşları, farklı din ve mezhepten insanların İslam, Hıristiyanlık ya da başka bir din ve mezhep uğruna bir birini boğazlaması boşuna mıydı?
Bu savaşların, boğazlaşmaların çoğunda aslında dinin, mezhebin bahane olarak kullanıldığını; bugün olduğu gibi dün de egemenin çıkarları uğruna emekçilerin savaşa sürülmesi için ayrı din ve mezhepten olmanın kullanıldığını, tarihi biraz dikkatli okuyan herkes kabul edecektir. Neredeyse 500 yıl boyunca, Hıristiyanlığın kutsal amaçları olduğunu; Kudüs'ü zaptetmek için yürütülen Haçlı Savaşları'nın, aslında Avrupa'nın bunalıma giren derebeylik sisteminin ayakta kalması için Doğu'nun servetlerini yağmalama savaşları olduğunu, kutsal Kudüs'ü kurtarmanın sadece bir bahane olduğunu bugün artık herkes kabul ediyor. Ama işin tartışma boyutu, dinin kendi içindeki anlayış farklılıkları da zaman içinde kaçınılmaz olmuş; ayrımlar, farklı din ve mezhepler, doğrudan insan ihtiyaçları ile dinin ilk ilkelerinin eskiyip çatışmasından doğmuştur. Bu yüzden de din ve mezheplerin kendi içinde tartışması, elbette teolojik ve sosyolojik bakımdan en azından eski çağlarda bir öneme sahipti. Bugün artık bu, dinler tarihinin konusudur. Laisizm de; bu din ve mezhep bahanesiyle yığınların, halkların, ulusların birbiriyle çatışmalarına son vermek için ortaya çıkan bir tutumdur zaten. Eğer insanlar, inanç grupları birbirlerinin inançlarına karışmazsa; din savaşları, mezhep çatışmaları da ortadan kalkacaktır. Çünkü böylece din alanı, egemenlerin müdahale ettiği bir alan olmaktan çıkacaktır. Ve devletin alanı da din ve din adamlarının alanı olmaktan önemli ölçüde kurtulacaktır. Bu, aynı zamanda laisizmi; eğitim, bilim, sanat ve kültür alanında din ve onun ilkelerinin baskısından koruyan bir kalkan rolü görerek de, demokrasinin gelişmesi ve güçlenmesinin zeminini genişletecektir. Laisizmin demokratik bir toplumun vazgeçilmez ilkesi olmasının nedeni de budur.
Demokrasi olmadan da laisizm olabilir mi?
“Bir yerde laisizm yoksa demokrasi de yoktur” yargısının tersi de önemli ölçüde geçerlidir. “Demokrasinin olmadığı yerde laisizm gerçek anlamıyla olmaz” demek yanlış olmaz. Nitekim demokrasiyle laisizmin bağlantısı olmadığını iddia edenler, İran'da Şahlık dönemini, Hitler ve Mussolini rejimlerinin faşist ama aynı zamanda laik rejimler olduğunu, çünkü bunların dinin toplum üstündeki baskısını kırarak dini, devletin alanından çıkardıklarını savunurlar. Oysa bu rejimlerde laisizm, sadece egemen faşist kliğin ideolojik ve siyasi amaçlarına hizmet eden bir sopa, “rejimin dini” olarak kullanılmıştır. Bu, laisizmin Türkiye'deki uygulamasına büyük ölçüde benzerlik gösteren bir durumdur. Dolayısıyla laiklikle demokrasi ayrılmazdır ve çeliştiğini iddia edenler, sadece despotların kırbacı olan bir “laisizm”i gerçek laisizm olarak gösteren faşizm özlemcileridir. Ve bu tutum, laisizmin, inanç ve vicdan özgürlüğünü esas alan ruhuyla çelişir.
Peki CHP, neredeyse 80 yıldan beri Alevileri “laisizmin bekçisi” olarak ilan ederken yalan mı söylemiştir?
Hem de kuyruklu bir yalandır bu. Ama bu, Alevilerin niyetlerinden bağımsızdır. Çünkü Aleviler, gerçekten “laisizm”i CHP'nin savunduğunu sandıkları için; dahası, Sünni şeriatından gördükleri baskının Cumhuriyet tarafından engellendiğini düşündükleri için CHP'nin dayattığı laisizme boyun eğmişlerdir. CHP de bunu istismar etmiş, bu istismarını 80 yıl boyunca sürdürmüştür. AKP şimdi, CHP'nin bu istismarcılığını da kullanarak Alevilere sahip çıkma manevralarına girişmiştir.
Aleviler 80 yıl boyunca, “Madem Türkiye laik ve laiklik de dinler karşısında devletin taraf olmamasıysa biz neden cemevlerimizi açamıyoruz; devlet camilere neden destek veriyor, neden Sünni din adamlarını maaşa bağlıyor” diye sormamışlar mıdır?
Sormuşlardır herhalde; ama Aleviliğin din dışı görüldüğü, oruç tutmayanların zaptiye tarafından kovuşturulduğu, namaz kılmayanların zorla camilere götürüldüğü Cumhuriyet öncesi dönemlerin anılarını düşünmüş olmalılar. Ve egemen mezhep yandaşlarının azgınlıklarının önlenmesini bile nimet olarak görmüş olmalılar ki; Aleviler, bu konuyu ciddi olarak gündeme getirememişlerdir. Ve bu konular ancak '60'ların sonlarında konuşulup tartışılmaya başlanmıştır. Burada asıl rolü de, CHP'de politika yapmayı kendi özel misyonu sayan Alevi ileri gelenleri oynamış, böyle netameli konuları gündeme getirmemeyi kendi çıkarlarına uygun görmüşlerdir. Bugün de kimi Alevi önde gelenleri AKP'ye girmiş, AKP'nin biçtiği elbiseye uygun bir Alevilik savunusu etrafında Alevileri kullanmaya girişmiştir. Bu, CHP'nin 80 yıldır gittiği yoldan şimdi de AKP yandaşı Alevi önde gelenlerinin geçmek istediğini göstermektedir.
AKP'nin Aleviliğe ilgisi nedir?
AKP'nin geldiği “dinci” ekolde, Alevilik İslam içi sayılan bir eğilim değildir; tersine, bir sapkınlıktır. Alevinin kestiği yenmez, ibadetine inanılmaz. Onlar; “cemevi”ni “cümbüş evi” gören, Aleviliği ve “cem”i “mum söndü” hikâyeleriyle karalayan bir gelenekten gelirler. Nitekim son aylarda böyle AKP'li vekillerin bu türden açıklamaları olmuştur.
Öyleyse AKP'nin Alevi severliği nereden geliyor?
AKP'ninki “Alevi severlik” sayılmaz pek. Öyle görünmesi politika gereğidir. AKP'nin ve yetkililerinin Alevi kaynaklarına gösterdikleri hassasiyet ya da Alevilere hak tanımaya kalkmaları, Aleviliğin yayılıp gelişmesi ya da daha itibarlı bir noktaya gelmesi için değildir. Asıl amaç, Alevileri bölerek AKP politikasına bağlamaktır. Bunun için de CHP'nin bugüne kadar Alevileri kullanmış olması ve Cumhuriyetin Alevileri, “laikliğin bekçisi” ilan ederken Aleviliği yasak, en azından din dışı, yasadışı tutmaya devam etmesini kullanıyor. Bu zaaftan yararlanan AKP ve onun Aleviler içindeki uzantıları (AKP milletvekilleri ve yandaşları), Alevileri böleceklerini hesaplıyorlar. Son girişilen “Hızırpaşa Operasyonu” bu yönelişin bir ifadesidir. AKP böylece, Alevilerin bir bölümünü kendi yanına çekerek, “Artık AKP Alevilerin de partisidir, dolayısıyla tüm Aleviler AKP'yi desteklemelidir” kampanyasına hazırlanıyor.
AKP'nin bu girişimi yeni mi?
Hayır! AKP, daha 2002 seçimlerinin arkasından “Alevileri kazanmak” için bir hamle yapmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Alevilere yer verileceği, Diyanet İşleri'nde Aleviliği araştıran bir çalışma başlatılacağı, dolayısıyla Aleviliğin, İslam üst kimliğine bağlanan bir inanç kesimi olarak yeniden tarif edileceği üstünde bir hayli konuşulmuştu. AKP'li basında bu konuda Alevi yığınlara yönelik vaatler öne sürülmüştü. Ama bu girişim, Aleviler arasında tepkiyle karşılanmış, AKP gibi bir partinin Aleviliği yeniden tarif etmeye kalkması reddedilmişti. Bu girişimin çok “dışarıdan” olduğunu fark ettiği için olacak, beş yıl önce geri adım atıp işi uyutan AKP, 22 Temmuz seçimleri sonrasında hamlesini, bu sefer AKP'den seçilen Alevi kökenli milletvekilleri üstünden yapmaya girişti. Tıpkı tarihte, Alevi ayaklanmalarıyla, şiddet ve baskı kullanarak başa çıkamayacağını anlayan Osmanlı'nın, Pir Sultan müridi olan Hızır Paşa'yı kullanarak Pir Sultan ayaklanmasını parçalayıp yok etmesi gibi, AKP de bu sefer hamlesini Alevi kökenli milletvekilleriyle başlattı. “Biz Aleviliği yüceltmek ve Alevilere devletin hizmetini getirmek için AKP'ye girdik” diyen vekiller (çağdaş Hızır Paşalar), şimdi bu hareketi başlatmış bulunuyorlar. Yani Hızır Paşa Operasyonu'nu!..
“Hızır Paşa Operasyonu” dediğiniz plan için de neler var?
Yukarıda belirtilmeye çalışıldığı gibi sorunun iki boyutu var. Birincisi devlet, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile Aleviliği “İslam üst kimliği”ne bağlanacak bir inanç olarak yeniden tarif etmeye girişiyor. Bunu 5 yıl kadar önce AKP'li Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu açıklamıştı. Son günlerde ise AKP sözcüleri, bunu “Alevilere yeni bir giysi dikiyoruz” diye yeniden ifade etti. Bu çerçevede Alevilerin “İslam dışı” görülen ritüelleri; belki saz, kadın erkek semah dönmeleri gibi yanları kültürel faaliyet olarak gösterilip, cemevinin de ibadet yeri değil “kültür evi” olması öğütlenecektir. Alevilerin pek itibar etmediği oruç, namaz ve öteki İslam şartlarının da bir biçimde Aleviliğin içine sokulması sağlanarak, bir uzlaşma elde edilmesi istenecektir. Burada 12 İmam inancı da yeniden yorumlanıp “peygamberin torunları” çerçevesinde, “bunun zaten bütün İslam tarafından kabul edildiği” ilan edilecektir. Böyle bir uzlaşma sağlanırsa, AKP ikinci adımı da atıp, en hafifinden Alevileri parayla satın alma ya da “ahlaksız teklif” denebilecek teklifini eklemektedir. Bu ikinci teklifler paketinde, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda kadro; dedelere, zakirlere maaş bağlanması, cemevleri için yardım yapılması... gibi bir sürü paraya bağlı rüşvet daha vardır. Ödeyecek olan Hazine olduktan sonra AKP, Alevileri bölmek için parayla yapılabilecek her karşı teklifi yerine getirmeye hazır olacaktır.
Bu iki yanı keskin kılıçla yapılacak saldırı, Aleviler içinde bölünme yaratacak bir etki uyandırabilir mi?
Kuşkusuz ki AKP, bu teklifle Alevileri aşağılamış; onları, bir iki süslü laf, biraz parayla satın alacağı, bilinçsiz ve inançlarına bağlı olmayan bir kalabalık olarak gördüğünü göstermiştir. Dedelere, zakirlere maaş bağlama girişimi ise açıkça rüşvettir. Elbette Alevi toplumu bunu görecek, bu aşağılamayı reddedecektir. Ancak, ülke koşulları ve halkın sıkıntıları da göz önüne alındığında, AKP'nin bu girişiminin, küçümsenmemesi gereken bir saldırı olduğu da ortadadır. AKP bununla en azından, kullandığı Hızır Paşalar etrafında, rüşvetle kazandığı ve Aleviler içinde sürekli nifak tohumları eken bir mihrak yaratacağını ummaktadır. Bu açıdan bakıldığında bu saldırı, uzun yüzyıllardır Alevilere yönelik en sinsi ve etkileri çok tehlikeli olabilecek bir saldırıdır. Yani küçümsenmemesi gereken; “Aleviler bu sinsi saldırıyı da defeder” aymazlığına düşülmemesi gereken bir saldırıdır bu.
Sizin “Hızır Paşa Operasyonu” dediğiniz Alevilere yönelik saldırı, Kürtlere yönelik DTP'yi ve Kürt direnişini tasfiye planına benzemiyor mu?
“Benzemiyor mu” ne demek; neredeyse birebir aynı! Aynı “kurmay heyeti” tarafından, aynı kaygılarla ve aynı melun amaçları elde etmek için hazırlanmış iki plandır bunlar.
Çünkü Kürtlere yönelik saldırı da; bir yandan Kürtlere dönüp, “Biz sizi kurtaracağız, sorunlarınızı biliyoruz, çözeceğiz, bize güvenin” denirken, öte yandan Kürt taleplerinin savunucusu, hareketi ayakta tutan odaklar düşman hedef ilan edilip, teslim olmaya zorlanmak suretiyle yapılıyor. Teslim olmak istemeyenlerse daha baştan, “terörizmle işbirliği yapan, Kürtlerin sorunları üstünden ekonomik ve siyasi rant sağlayan kesimler” olarak suçlanmaktadırlar. Ve yine tıpkı Alevilerde Alevi kökenli AKP'li vekillerin öncü savaşçılar olarak kullanılması gibi, Kürtlerde de Kürt kökenli AKP'li vekiller öne çıkarılarak kullanılmakta, her platformda onlar, Kürtlerin asıl temsilcisi olarak gösterilip onların arkasında, AKP'nin de gerçek Kürt temsilcilerinin partisi olduğu fikri işlenmektedir.
İki saldırı her bakımdan aynı mıdır?
Alevilere yönelik saldırı ile Kürtlere yönelik saldırının amacı ve niyeti aynıdır; saldırı araçlarının bir bölümü de büyük ölçüde benzemektedir. Ama arada, bazı bakımlardan önemli sayılacak fark da vardır. Ki, bu farkın esası “şiddet”tir. Kürt direnişi sert ve mücadele düzeyi yüksek olduğundan, oradaki saldırıda AKP'nin planı sert, çok yönlü ve uluslararası desteklerin, askeri güçlerin katılımını da kapsayan bir plandır. Alevilerin hak mücadelesi ve dirençleri aynı düzeyde olamadığı için de; AKP'nin saldırı planı ona göre biçimlendirilmekte; daha barışçıl görünümlü bir üslup ve işte, dedelere maaş bağlamak, “Diyanet'te kadrolaşma imkânı” gibi rüşvetler öne çıkarılmaktadır. Şimdilik Alevi önde gelenlerine yönelik de rantçı, istismarcı suçlamalarıyla yetinmektedirler. Aradaki en önemli fark budur.
AKP bu saldırısını yaparken sadece CHP'nin zaaflarına, Türkiye'de laisizmin tepe aşağı durmasına mı dayanmaktadır?
Elbette hayır! Uluslararası planda, başta ABD olmak üzere en gelişmiş ülkelerde bile dinin yeniden itibar kazanması, dini değerlerin laik değerler karşısında güç kazanması, gerici güçlerin, ortaçağ güçlerinin yeniden hareketlenmesi, AKP'nin en önemli dayanaklarındandır. Öte yandan son 60 yıl boyunca, çok partili düzene geçilmesiyle en gerici, dini çevrelerin siyasete atılmaları, tarikatların büyük mali güçlere ulaşmış olması gibi gelişmeler de AKP'yi cesaretlendirmiştir. Bu iç ve dış dayanakların; eğitim ve kültür alanında dini değerlerin laik değerlerle eşit görülmesi baskısının, bizzat Milli Eğitim Bakanlığı'ndan gelmiş olması önemlidir. Burada AKP'nin ideologları; bilim ve din arasındaki ayrımın ortadan kalktığını, Kuantum Fiziği ile Newton Fiziği'nin farkının bilimle din arasındaki çatışmaya son verdiğini iddia ediyorlar. Bu iddialar ve arkasındaki ulusal ve uluslararası alandaki en gerici güçlerin harekete geçmiş olması AKP'yi cesaretlendirmiştir. Dolayısıyla AKP'nin karşısında sadece AKP ve onun Alevi kökenli vekilleri değil; devlet gücü, ulusal ve uluslararası alanda laisizm, laik bilime, kültüre, laik insani değerlere savaş açmış bir gerici ittifak vardır. Ve yukarıda belirtildiği gibi bu güçlerin kökleri de büyük ölçüde uluslararası sermeyenin en baba merkezlerine kadar uzanmaktadır. Dolayısıyla bugün laisizmi savunan, Türkiye'nin laik bir ülke olması koşullarında inançlarını özgürce yaşayacağını uman Alevilerin karşısında, sadece AKP değil ama aynı zamanda “kökleri dışarıda” da olan gerici bir ittifak cephesi vardır.
Peki AKP'nin busaldırısının püskürtülmesinin imkânı yok mudur?
Neden yok olsun ki? Tersine, her şeyden önce bugün Alevi örgütlerin çok büyük çoğunluğu AKP'nin saldırısını doğru anladılar; onun, Aleviliğin statüsünü yükseltmek için değil, Alevileri ve onların taleplerini kendi gerici siyasi amaçlarına alet etmek için bu girişimi başlattığını fark etmişlerdir. Bu, AKP'nin saldırısını püskürtmek için önemli bir dayanaktır. AKP ve Alevi kökenli AKP'li vekiller bunu bildikleri için, saldırılarını Alevi örgütlerine ve onların yöneticilerine yöneltmiş; onları Aleviler üstünden ekonomik ve siyasi rant sağlayan azınlık ve ayrıcalıklı bir zümre olarak suçlayarak, kampanyalarını başlatmışlardır. Eğer bu örgütler, AKP ve onun arkasındaki güçlerin, medyalarının, yalan propagandanın baskısı karşısında sinmeden kendilerini savunmayı başarır, AKP'nin 2002 sonrası başlattığı saldırısında olduğu gibi birlik ve bütünlüklerini korurlarsa; bu ilericilik-gericilik mücadelesinde, bu özgürlüklerin genişletilmesi mücadelesinde önemli bir mevzi tutmuş olacaklardır. Ancak bu saldırının püskürtülmesinde, sadece Alevilerin kendilerinin karşı durması yetmez. Tersine; laik değerleri savunan, siyaset, bilim, kültür... hayatın bütün alanlarında, dini değerlerin işgaline karşı mücadele eden demokrasi güçleriyle; Türkiye'nin bağımsız ve demokratik bir ülke olması mücadelesi içindeki Türk, Kürt, her mezhep ve milletten ilerici demokratik güçlerle birleşmesi, bu mücadelede belirleyici önemdedir. Aleviler, bu demokrasi mücadelesinin bir bileşeni olarak güçlerini ortaya koydukları ölçüde, AKP'nin ve arkasındaki güçlerin saldırılarını püskürtmek kolaylaşacaktır.
AKP'nin saldırısına, Alevilik -Sünnilik çatışması üstündenmi karşı çıkılabilir?
Bu herhalde en istenmeyecek şeydir. Çünkü, AKP Alevilik konusunda bir reform yapacağını iddia etmektedir ama gerçekte onun için Alevilik önemli değildir. Yukarıda değinildiği gibi o tamamen siyasi amaçlara sahiptir. AKP bu girişimini; Alevilerin bir bölümünü kendi yedeğine çekmek, laisizme karşı mücadelede yeni mevziler kazanmak, dinci değerleri hayatın her alanında etkinleştirmek, ama bunu; din için değil, egemen güç odaklarının çıkarlarını sürdürmek ve elbette ki kendi temsil ettiği sermaye kesimlerinin çıkarlarını egemen hale getirmek için yapmak istemektedir. Bu nedenle Alevilerin sıkıntılarını, “Aleviliğin dışlanmış olmasını” kullanmaktadır.
Bu yüzden de sorun; “Sünnilik mi iyi Alevilik mi?”, “Sünniliğin hakları mı çok olmalı Aleviliğin mi?” gibi bir çatışma değildir. Sorun, “Aleviliğin nasıl olması gerektiği” de değildir; Alevilerin üstündeki baskının kaldırılması ve Alevilerin diledikleri, inandıkları gibi yaşamalarıdır. Bu da Alevilerin, diğer din ve inançlarla eşit saygı gördükleri bir Türkiye mücadelesinde; yani, bağımsız ve demokratik bir Türkiye mücadelesinde yer almalarıyla olabilir. Çünkü gerçek laisizm ve demokrasi mücadelesi, demokrasinin hayatın bütün alanlarında egemen hale getirilmesi mücadelesidir. Yani ortada olan bir din ya da mezhep çatışması, bir dinin ötekine karşı üstünlük mücadelesi değil, demokrasi mücadelesidir; laisizmin ayakları üstüne oturtulması mücadelesidir. Bu yüzden; laisizmi savunan Sünni inancından olanlar da, başka din ve mezheplerden halk kesimleri de, elbette ki AKP'nin Alevilere yönelttiği bölme ve asimilasyon girişimine karşı mücadele cephesindeki yerlerini alacaklardır, almalıdırlar. Aksi halde, kendi inanç ve vicdan özgürlüklerini de koruyamayacaklardır.
Emek Partisi propaganda bürosu
Aralık 2007