Yusuf BARAN BEYİ
Çocuklarımız çağdaş bir dünya içinde bilimle, aydınlıkla buluşacaklarına, ırkçılığın ve yobazlığın birer fedaileri olacaklar bu gidişle. Geriye, bedenlerimizi bıçaklayan kapkaççılarımız ve kendilerini uyuşturan tinercilerimiz kalır bize
Her yıl yaz-boz tahtasına dönüştürülen Eğitim-Öğretim, son dakika değişikliğiyle inşallah karmaşaya dönmez. Ama parasız devlet okullarında ‘para verdim-almadım’ tartışmaları yine basına konu olacak. Milli Eğitim Bakanı yine medyanın karşısına çıkıp “Para alan idarecinin canına okurum. İlköğretim mecburi ve parasızdır.” diyecek. Ama okul müdürleri parasızlıktan dolayı, velilerden yine para toplayacaklar. Çünkü ’devlet baba’ okullarına para vermiyor. Sistem, müdürlerine “Biraz cambazlık yapın. Biraz da rol kesin. Bir şekilde velilerden para koparın.” demeye getiriyor. Asıl suç, para toplayan okul müdürlerinde değil, okullara ödenek ayırmayan hükümet politikalarındadır.
Yoksullukla-açlıkla terbiye edilmeye çalışanların durumu ile okulların içine düştüğü konum pek farklı değil. Okul müdürleri gözlerini velilerin cebine dikmiş, varoşlardaki yoksul ve aç yığınlar ise ellerinde bıçak, gözlerini tok insanların bedenine yöneltmişler. Yoksul mahallelerdeki okullarda, öğretmen-öğrenci, veli- yönetici, veli-öğretmen ilişkileri olması gerekenin çok uzağına düşüyor. Varoşların kuralları bir şekilde okulların içine taşınıyor. Gettolaşmanın gölgesinde, sürdürülen eğitim, eğitim olmaktan çıkıyor. Eğitim ve öğretim, bu gettolaşmanın kurallarına tabi hale getirildikçe, eğitici kadrolar ister istemez ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın.’ mantığıyla hareket eder hale geliyor.
Kent merkezlerine doğru kımıl gibi yayılıp giden bu ilişki şekli, toplumun kültürel genlerini kemiriyor. Diğer yanda savaş kültürü, kendine benzer bir toplum yarattığı için, ”Her Türk asker doğar.” sözü, bir şekilde bu toplumun kültürel gerçeğine dönüşüyor. İnsanlar yaşamlarıyla bir kültür yaratırken, kültür de kendine benzer bir insan tipi yaratır her zaman.
25 yıllık bir savaşın sonuçlarıdır bugün oluşan bu toplumsal yara. Üçbin-dörtbin köy boşaltılırsa, bir coğrafyada kesintisiz bir askeri operasyon sürdürülürse, toplumsal bir felaket er veya geç kendini dayatacaktır. O zaman ordulaşan bir polis gücüyle bu felaketle baş edemez hale gelirsiniz. Çünkü, açlık ve haksızlık duygusu başka bir duyguya benzemez. İnsanı korkusuzca ölüme gönderir. Kentlerdeki kapkaççılık ve uyuşturucu felaketi, gençlerimizi bizden alıp, bizi bıçaklayan bir katile nasıl dönüştürdüğünü artık görmeliyiz. Biz bu felaketi, bölünme paranoyasına kapılıp, o köyleri yakıp yıkarken yarattık. Yazık ettik.
Cinayetler zincirini oluşturarak sorunlarımızı çözeceğimizi zannederken, bir virüs gibi gençlerimizi tükettik. Korkularımızdan dolayı, Kürt köylerini boşaltarak, büyük kentlerimizin kaderiyle oynadık. Aç kalanların ve acıları koynunda taşıyan yaralı insanların çocukları;bir gece korkusuzca yatak odalarımıza dalıp bedenlerimizi bıçaklayacaklarını ve bir başka gün, bir fabrikayı öfkeyle kundaklayacaklarını, o operasyonları sürdürürken, keşke düşünseydik.
Ve nihayet hep beraber yaşadığımız bu toplumsal dram, insanlarda bir travmaya neden oldu. Vatan bölünüyor paranoyası kentleri, mahalleleri ve giderek okulları bir, bir böldü. Bu korkulardan dolayıdır ki okullarda küçücük çocuklarımıza 70 yıldır, yemin içirip duruyoruz. Bir çocuğun yemine bağlı kalamayacağını hiç düşünmedik. Özgür üniversiteler yaratacağımıza, yine korkularımızdan dolayı neredeyse bir polis devleti yarattık. Üniversiteli bir genç beyni kulluğa eğdikçe, bilime–aydınlığa ulaşamayacağımızı hiç hesap etmedik. Türk’üm dedirttikçe, insanlara Kürtlüklerini hatırlattık hep. Dolayısıyla Türk olmayanlara Türk’üm dedirterek onları yalan söylemeye zorladık. Onlar da doğruluğu-çalışkanlığı ve büyüklere saygıyı ‘ti’ye aldılar. Böylece insani ilişkilerimizi yalanlar üreterek toplumsal saygısızlığa dönüştürdük! Kent varoşlarında yaşanan budur. Bu ilişki şekli, zihinsel algı, bir kımıl gibi kent merkezlerine doğru akıp gittikçe, yaşam alanları daralıyor.
AİHM’in kararı olmasına rağmen, ‘zorunlu din dersleri’ adı altında kendi inançsal ritüellerimizi Alevi öğrencilere dayattıkça, kendi dinimizin fanatiği olmaktan kurtulamayacağımızı bilmeliyiz. Bu zihniyetin zihinsel toplamı olan ‘andımızı’ aynı mantıkla çocuklarımıza dayattıkça, geleceğe dair açık bir ufkumuz ve mavi bir gökyüzümüz olmayacaktır.
Çocuklarımız çağdaş bir dünya içinde bilimle, aydınlıkla buluşacaklarına, ırkçılığın ve yobazlığın birer fedaileri olacaklar bu gidişle. Geriye, bedenlerimizi bıçaklayan kapkaççılarımız ve kendilerini uyuşturan tinercilerimiz kalır bize. Afganistan-Kafkasya ve Balkanlarda fedailiğe uçan gençlerimiz bir yana, böyle giderse ellerimizle yarattığımız kendi ‘Irak’ımızda boğulacaklar. Diğer yanda hayatlarını kıyasıya bir mücadeleye adayan gençlerimiz bir, bir yitip gideceklerdir. Kapımıza dayanan bu felaket, yürüttüğümüz çarpık eğitimin ve hep baskı-şiddeti içeren şoven duygularımızın bir sonucu değil midir?.
YUSUF BARAN BEYİ
RADİKAL - 02/09/2008