Murtaza DEMİR*
Feodaliteyi koruyarak sürekli geri değerler üreten Sünni-Şafii çoğunluğunun zımni ittifakı, hem çağımıza hem de ülkemize yakışmıyor: bizi çağdaşlaşma yarışından alıkoyarak önümüzü tıkıyor, can sıkıyor ve hatta artık çekilmiyor. Bunlara ve benzer zararlarına sonra değinmek üzere yazımızın esas konusu olan “Alevi sorununun” nedenlerine gelirsek, gerçekten Alevilerin en doğal ve en insani haklarını vermemeyi de temel görevleri arasında sayan bu geri “ittifak”, ülkemizin çağdaşlık ve varsıllık yarışından kopmasının en temel nedenini oluşturuyor.
Hiçbir kuşkum yoktur ki, bu ittifakın görünen ve somut tezahürü Diyanet Teşkilatıdır. Diyanet Kurumu, çağdaş medeni toplum çabalarına karşı, ülkemizin ekonomik gücüne göre akıl ve izan dışı diyebileceğimiz büyüklükteki bütçe desteğini de “elde ederek” büyük bir set oluşturmaktadır. Diyanet bir kamu kurumu olarak tasarlanmış ve kendisinden de devletin temel doğrultusunun bozulmamasını teminen tedbirler alması istenmiştir. Hal böyleyken, esas işlevini yerine getirmemiş, hatta bunlardan özellikle kaçınmıştır. Devletin radyo ve televizyonlarını dilediği gibi kullanarak, dini değerleri afişe etmiş, vicdanlarda kalması gereken ulvi duyguları “şekil ve gösteriş aracı” düzeyine indirgeyerek, dini değerlerin aşınmasına, sıradanlaşmasına ve tahribatına neden olmuştur.
Diyanet, kendi kendisini bu ülkenin ve milletin tarihten gelen gelenek ve inanç değerlerini köreltmek, yok etmek ve bu topraklardan kazımak üzere görevlendirmiş gibidir. Bu yüzden de milletin Alevilik gibi inanç ve değerlerine hasmane duygular ve uygulamalar içindedir. Bu topraklarda yetişen ulular; “her ne arar isen kendinde ara, Kudüs’te, Mekke’de Hac’da değildir” (Hace Bektaşi Veli) derken, Diyanet, Arabistan’a oluk oluk para akıtmakta ve bunu teşvik etmektedir. “Ülkemizde milyonlarca aç insan varken, Hac’a gitmek haramdır” dememekte; “bir kez gönül yıktı isen, bu kıldığın namaz değil, 72 millet dahi elin yüzün yumaz değil” (Mevlana) diyen uluları dikkate almamaktadır.
Diyanet, kendini “dokunulmaz” ilan ederek, gerçekten siyasilerin dahi dokunamayacağı bir konum elde etmiş “laik devlet” içinde parasal gücü, şirketleri, vakıfları, iştirak ve hastaneleriyle tam bir “imparatorluk” kurmuştur. Hesap sorulamamakta, yasal görevleri doğrultusunda tutum takınması istenememektedir. Örneğin kendisine verilen Anayasal görevler arasında bulunan “laiklik ilkesi doğrultusunda” (Anayasa Md. 136) çalışmak sorumluluğunu teorik olmasa dahi fiilen yok saymış, bu konuda bir tek çalışma yapmamıştır.
“Bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında” (Anayasa Md. 136) kalması istenmesine karşın bu görevini de yapmamış, tüm gücüyle “din devleti isteyenlerin odağı haline gelen” siyasal partiye destek olmuştur. “Milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç” (Anayasa Md. 136) edinmemiş, laik-demokratik, çağdaş değerlerin temel direği konumunda olan Alevilik konusunda objektif bilimsellik ilkesini bir yana bırakarak, onu sürekli kötülemekle iştigal etmiş, değişmesi ve asimilasyonu için elinden gelen her çabanın yanında-içinde olmuştur. Alevilerin meşru-insani taleplerine olumsuz yaklaşarak, oyalayarak, değersiz göstererek, “yok” farz ederek inkârcı davranmıştır. Toplumu ve bürokrasiyi yanlış yönlendirmiş, devlet kavramının yurttaşlar nezdinde zaafa uğramasının, güvenilirliğini yitirmesinin, itilmişlik duygusuna bürünmelerinin nedeni olmuştur.
Diyanet, kendisine yasayla verilen görevler çerçevesinde kalmaktan kaçınmakla kalmamış, bilimden, gerçek teoloji biliminden ve tarihi gerçeklerden uzak durmuş, bu değerlere katiyen itibar etmemiştir. Örneğin Türklerin binlerce yıldan buyana saz, kopuz, deyiş ve düazla ibadet ettiği cemevine “cümbüş evi” diyerek, hem mabedimize dil uzatmış, hem de mabedin mensuplarını aşağılamaya cüret etmiştir.
“Cemevinin ibadethane olmadığını” söyleyerek vahim bir cehalet örneği vermiş, “Alevilik karşıtı Sünni misyonerlik faaliyetlerini” bizzat yürüttüğüne; Alevi köy ve birimlerine cami yapılmasını önerdiğine dair söylemlerin doğruluğunu tescil etmiştir. Dincilik ve Sünni misyonerlik faaliyetlerini bizzat yürütmüştür. Her sokağa bir, kimi yerlerde de iki cami yapılmasını pişkinlikle karşılamış, “yanlış yapıyorsunuz” dememiştir. Bu faaliyetleri yürüterek ne elde etmiş, hangi sonucu almıştır? Daha medeni, ahlaklı, düzgün, adil bir toplum mu yetişmiştir? Hırsızlık, haksızlık, ahlaksızlık mı azalmıştır? Ülkenin bayrağına, sınırına, kurucu önderine saygıyı-sevgiyi mi temin edebilmiştir? Yağma, kamu malını çalma, fukaralık, kargaşa, cinayet, cehalet, ağalık, şeyhlik, feodalite, yoksulluk ve sömürü mü azalmıştır?
Hayır…
“Camiye alternatif” lafı da gülünç ve cahilanedir.
Şimdi soralım: cami, cemevine alternatif midir ki, cemevi caminin alternatifi olsun? Lütfen milletin arasına nifak sokmayın; yeni tartışma alanı yaratmayın, çelişkiyi derinleştirmeyin!.. Kamuya ve topluma egemen olma çabası olmadıkça, inancını ticarete ve siyasete alet etmedikçe, feodaliteyi, gericiliği, yasa dışılığı önermedikçe, vatanı, milleti, bayrağı, sınırı, Atatürk’ü tartışmaya açmadıkça, “ötekine” zarar vermedikçe varsın herkes bildiği gibi inansın, bildiği inandığı ve tercih ettiği yerde ibadet etsin; bundan size ne!..
Sn. Bardakoğlu, kimin nerede yakardığından size ne!..
Sizin inancınıza, caminize, ülkedeki fakir fukarayı aç insanları bırakıp Arap illerinde sevap aramanıza, çalışmayı bırakıp günde beş kez camiye gitmenize, hasta yorgun demeden minarelere çıkıp avaz avaz bağırmanıza itiraz eden var mı?
Siz, bir başkasının inancını tartışmaya açtığınızda, başkalarının da sizin inancınızı tartışmaya hak kazanacağını, bu tartışmanın karşılıklı gerilmelere ve gerginliklere neden olacağını, inanç tartışmasının “kazananının” olmayacağını bilmeyecek denli embesil misiniz? Yoksa teoloji biliminin ABC’si olan bu ilkeden de mi habersizsiniz?
Öyleyse siz nasıl bilim adamısınız? “Bu nasıl ilm-etmektir?”
Yoksa siz hala Ortaçağda mısınız?
Bireylerin bildikleri gibi inanma-inanmama özgürlüğünün evrensel bir hak ve değer olduğundan, bu hakkın uluslar arası yasalarla güvence altına alındığından, inanç alanının kamusal değil vicdani bir olan olduğundan, bu yerleşik kavramı inkâr etmenin en koyu bağnazlık sayıldığından da mı bihabersiniz?
Diyanet yetkilileri bu yalın ve basit gerçekleri özümseyememiş, ya da bilerek göz ardı etmiştir. Bu anlayıştan yola çıkarak, daha da vahim bir hata yapmış, inanç konusunda dünyadaki tek otorite olduğuna hükmetmiştir. Alevilerin de yerine geçerek onların inancını, mabedini hatta (hâşâ) bu ibadetin Tanrı katında makbul olup olmadığını tartışmaya açmak, tayin etmek ve “aforoz yetkisi kullanmak” gibi kaba ve kara bir cehalet örneği vermiştir.
Empati kuramamış;
Sorumluk ilkesiyle davranamamıştır…
Geçimlerini bizlerin de vergisiyle oluşan genel bütçeden ikame eden Diyanet yetkilileri, hem “ekmeğimizi yemeye,” hem de bizlere bühtan etmeye devam edecek denli pişkin davranmış, “Rızasız lokma” yemiştir. Oysa Cennet, kul hakkı yiyenlere haram edilmiştir. İnanılır gibi değil ama bu eleştirilerimizi kulak arkası etmiş, sineye çekmiştir. İnanç alanındaki itirazlarımıza İslam’ın Muaviye döneminde “meşrulaştırılan” hadis, yorum, uygulama ve içtihatları örnek göstermiş, yasal alandaki itirazlarımıza ise yine kendi anlayışlarının çoğunluğuna dayanan 12 Eylül Anayasasını referans göstererek, hegamanyolarını sürdürmüşlerdir. Oysa hangi Ayeti, kitabı, söylenceyi, yasayı veya gerekçeyi gösterirlerse göstersinler, vicdanların kanamasını durduramayacak ve bu haksız konumlarını asla meşrulaştıramayacaklardır.
Devlet, laikliği önemsemeli, Alevi dedelerine de, Sünni imam ve hocalara da ücret vermemelidir. Ve eğer gerçekten de varsıl, çoğulcu, çağdaş ve barış içinde yaşamak istiyorsak, Diyanet kaldırılmalı, inanç alanı kamusal alanın dışında örgütlenmelidir. Devlet, bu alanda sadece denetleyici olmalıdır. Türkiye, bu haliyle laik bir devlet değildir ve çağdaş dünyadan her geçen gün biraz daha uzaklaşmaktadır. Diyanet var olduğu sürece de, Anayasada ne yazarsa yazsın asla laik bir devlet hüviyeti kazanamayacaktır.
Dünyamızda yüzlerce laik ülke, çağdaş laik sistemi uygulamakta ve barış içinde yaşamaktadır. Laikliğin Türkiye’deki yansıması ise Aleviliktir. Onmilyonlarca Alevi yurttaş, Diyanetten de, kadrolarından da, hizmetlerinden de uzak durmaktadır ve bundan da çok memnundur. Kadın erkek eşitliğinin, haksızlıktan ve hak yemekten uzak durmalarının, feodaliteyi tasfiye etmelerinin, cinayet işlememelerinin, çağdaşlığa daha yakın olmalarının, kızlarını mutlaka okutmalarının vb. temel nedeni de bu tavırlarıdır. Diyanet ve laiklik iki karşıt kavram haline gelmiştir. Biri diğerini mutlaka tasfiye edecektir. Ya biri olacaktır, ya da diğeri… Aleviler laik demokratik devlet modeliyle, Diyanetin temelden çeliştiğini görmekte ve bu nedenle Diyanetin kaldırılmasını talep etmektedirler.
Bu nedenlerle Diyanet kaldırılmalı, dine ayrılan bütçe eğitime ayrılmalı, eğitim parasız olmalı ve tüm çocuklarımız kız-erkek ayırımı yapılmadan en ileri derecede eğitimden geçirilmelidir. Öğretmenlik yeniden itibarlı bir meslek haline getirilerek, ücretleri arttırılmalıdır. Laik demokratik ve sosyal devlet olmanın en temel koşulu budur.
Vakfımızın yaklaşımı bu yöndedir.
Kamuoyuna saygıyla arz ederiz.
*Pir Sultan Abdal Kültür ve Eğitim Vakfı Bşk.
Alevihaber.com - 30 Kasım 2008